25 Aralık 2015 Cuma

Olur Niye Olmasın

60 yaşında üç çocuk babasının kendini sebze gibi hissetmesi ne kadar tuhaf. Yıllardır aynı saatte uyanıp aynı yollardan geçiyorum. Vardığım yer de aynı. Bu hiç değişmedi. Hep söylenir ya insanın bu hayatta nihai bir hedefi olmalı. Yoksa doğmasaydı da olurdu sanki. Benim hiçbir hedefim yok, ölmekten başka. Onu da bu aralar düşünür oldum. Saçlarımda sakallarımda en ufak siyah renk kalmadı. Halbuki ne asil renktir siyah.

Bir meslek seçtim kendime, sonra anlamadan evlilik çoluk çocuk derken bir şeyler için ümit etmeyi unuttum. İnsan gece yatağa girdiğinde amacına giden yolda yarın ne yapsam diye düşünmeli.  Ben bunu en son ne zaman yaptım hiç hatırlamıyorum. Yalnızca para kazandım ben. Kontrollü biriyim, geleceğimi ve ailemi güven içerisinde yaşatmak için etliye sütlüye karışmadım. Böyle böyle 60 oldum ben. Ne yazık... Kendime itiraf etmem gereken bir durum var. Ben çok babacan birisi değilim. Sadece sorumluluk sahibiyim. Karımı çok sevmedim, hala da öyleyim. 

Bunun makul bir tarafı olabilirdi belkide, fakat çocuklarım? Ben galiba onları da çok sevmiyorum. Hayatımı çalmışlar gibi hissediyorum bazen. Para istediklerinde kendileri için bir şeyler yapıyorlar. Allah var üçü de hayırlı ama onları içten içe kıskanıyorum. Özellikle en büyük oğlum Kemal'i. Simsiyah saçları var çünkü. Sinirlerimi bozuyor. Vakti zamanında mahallemizde bir kız vardı, Serap... Aynı ona benzeyen sevgilisi var üstelik. Pezevenk ya bak sinirlendim yine. Serap'a hiç açılamadım zaten açılsam da olacak iş değildi. Beni fark ettiğini bile sanmıyorum. 

Garip bir mesleğim var. Bir futbol takımının medya sorumlusuyum. Anlamını tam olarak ben de bilmiyorum. Sorumluyum ama emrimde bir kişi çalışıyor. Takımın da çalışanlarının da siklediği yok beni. Atkı filan satıyorum işte. Adıma neden medya sorumlusu koydular ben de bilmiyorum. Geçen bir futbolcu geldi alışveriş filan yaptı. Adam zenci mi siyah mı ne. 

Anlamıyorum farklarını ama onlarından biri işte. Çok az Türkçesi olduğundan pek konuşmadık. Ama eminim olsaydı da konuşmazdık. Kimse konuşmak istemiyor benimle nedense. Galiba iştah açıcı muhabbetim yok. Yanda bir sahaf dükkanı daha var. Sahibine aklı bozuk Ali diyorlar. Kitapların yanı sıra tuhaf tuhaf eşyalar satıyor mekanında. 

İnsanın içeri girince kafası karışıyor. İlk zamanlarda başıma ağrı giriyordu, şimdi alıştım ama. Beni bir tek o anlıyor sanırım. Ya da anlıyormuş gibi yapıyor. En azından dinliyor olması benim için çok kıymetli. Bazen o kadar çok bunalıyorum ki bana iyi geliyor. Bir insan sakinlikten bunalır mı? Midemi bulandırıyor yaşamımın bu dinginliği. Oysa herkesin aradığı huzur değil midir? Eğlenmek de üzülmek de şu dünyada yapılabilecek en kolay şeyler. İki biraya herkes herkesi sever, üzülmek desen ona da hayat derim. 

Hayatımızın bir parçası. Kahkaha atınca "Çok güldük yarın ağlayacağız" deyip bildiğin hüznü çağrırız. Evrene gönderdiğimiz düzenli bir mesajımızdır bu. En kötü biz yaratırız. Neydi kimindi o cümle anımsamıyorum ama: "Akıl kendi kendinin yeridir ve kendi başına. Cehennemi cennete, cenneti cehenneme çevirebilir." Bak merak ettim şimdi. Kimindi acaba? Kitap okuma gibi de bir huyum yok ki, kesin Ali söylemiştir. Bir gün ölmek istedim ama nasıl istedim böyle anlatamam. Gittim Ali'ye anlattım bunu. 

Dedim reis benim çok acayip ölesim var. Suratıma boş boş baktı, ayağa kalktı. Dolaptan bir şişe 70'lik rakı çıkardı. Sakin sakin peyniriydi kavunuydu dolapta ne varsa çıkardı, tabaklara koydu. Masayı hazır etti. O gece tek kelime çıkmadı ağzından. Çakır keyif olduktan sonra Müslüm Gürses açtı. "Korkma ölmezsin daha çok istedin diye" sesleniverdi. Sonra Ali kovdu beni. "Erken kalkacağım yarın iş var, dükkanı kim açacak? Bizde senin gibi çoluk çocuk da yok" dedi. 

Eve gittim, ilk kez karıma içten sımsıkı sarıldım, yarı uyanık o da bana sarıldı. Seviştik sonra, ne kadar güzel olduğunu fark ettim. O kadar dokunmamışım ki o yaşına rağmen hala diri bir vücudu vardı. Saçları ipek gibiydi, öyle de gürdü ki ellerimle tutamadım bile. İnsan bakmak istemediğimde Musa yine denizi delse kaç yazar, bakmayı bildiğinde bir tek saç teli insana ne anıları hatırlatır. 

28 Kasım 2015 Cumartesi

Hayatımın Amacı Neydi Unuttum

Saat 23.30, yarım saat sonra 30 yaşıma gireceğim. Bu yaş için bir sürü şey söyleniyor. Bir yıl öncesine kadar bunun üzerine bir sürü kitap okudum, film izledim yine de ne beklediğimi çözemedim. Onu çok seviyorum, sadece onu istiyorum. Bu 4 yıldır böyle. Onun için görünmezden öte bir şey olamadım bu hayatta. 

Uzun süre ortalıktan kaybolsam İrem diye biri var mıydı aklına bile gelmez. Bense onun hangi yemekte hangi baharatı koyduğundan en son gittiği mekana kadar her şeyini biliyorum. Tamam mekan kısmı için sosyal medyanın etkisini gözardı edemem şimdi. Bu mecralar insanların mutsuzluğu üzerine kurulmuş resmen. Ya da biz millet olarak hüzne doyamadığımızdan teknolojiyi bile arabeskleştirebildik. 

Sevdiği bir kız var. Bana sorarsan sevmiyor bile. Sadece fazla seksi, çok güzel, bilmediği şey yok, hayranlarını saymaya kalksam ömrüm yetmez. Onun aşık atamam farkındayım da işte... Ne olacak ki sanki beni sevse. 10 dakika kaldı, odamın tavanındaki yıldızlar bana bakıyor ve diliyorum. "Ben o kız olayım." Yok yok vazgeçtim, o kız değil bambaşka güzel bir kadın olayım ama ben de yok olmayayım. 

Aynı anda iki bedenim olsun, kendimi sevdiğimden değil acıdığımdan istiyorum bunu. Yok olmamam lazım, belki benim için de umut vardır. Bir gün güzel bir kadın olabilir ya da bunu umursamayan birine dönüşüp mutlu olabilirim. Bunu görmek istiyorum.
- Merhaba İrem. O kadar içten diledin ki taa Kanadalardan buraya kadar geldim düşün artık.

- Ne oluyor be. Sen de kimsin.

- Periyim ben peri. Mutsuzları mutlu etmek için yeryüzünde dolanıp duruyorum. Melek gibi bir şey ama ben sadece aşk işlerine bakıyorum. Onların durumu daha farklı, Zaten pek konuştuğum varlıklar da değiller.

- Bu nasıl bir rüya ya. O kadar düşünerek yatarsan gece rüyana girer tabi.

- İrem bu rüya değil. Bak şimdi anladım ben seni, istediğini gerçekleştireceğim ve seni kendi haline bırakacağım. Yanında iyi - kötü şeytan gibi bir sağında bir solunda olmayacağım. Kendi başının çaresine bakmak zorundasın. Bu yüzden sana son kez soruyorum. 

İki beden farklı bedende iki ruh olarak varlığını sürdürecek olmana emin misin? Bunu gerçekten istiyor musun? İyi düşünüp ne dilediğine dikkat etmen lazım. Çünkü bunun sonucu yalnızca seni değil beni de zor duruma sokar. Benim amacım insanları mutlu etmek. Sonuç mutsuzluk olduğunda benim de hesap vermem gereken merciler oluyor ve haneme '-' olarak yazılıyor.

- Dileğimden gayet eminim. Hayatımda hiçbir şeyi bu kadar çok istememiştim.

- Pekala. Gözlerini kapat ve üçe kadar say. Önce seni şu konuda tekrar uyarmam gerekiyor. İki bedende hayat bulacaksın ama şu anki halin olmak istediğin halini tanımayacak. Olmak istediğin kadın seni bilecek. Ancak kim olduğunun farkında olacak.

- Tuhafmış, tamam ona da kabul.

- Kapat gözlerini. Uyandığında beni bilmeyeceksin. Umarım her şey istediğin gibi olur. 

Saat saat çalmadı. Lanet olsun bütünleme sınavım. Allah kahretsin ya yine veremeyeceğim dersi. Hay sıçayım böyle işe ya. Zaten var ya bendeki bedevilik kimsede yok. Dünyaya çile çekmeye gelmişim. Babam ağzıma sıçacak ya of ya. Okula gidip hocaya yalvarayım bari. Artık acındıracağım kendimi yapacak bir şey yok.

- Cem merhaba. Naber?

- İyi İrem senden? Sınava gelmedin bugün.

- (Sınava gelmediğimi fark etmiş inanmıyorum, ilk defa ondan böyle bir şey duyuyorum.)

- Ceeem, hayatım neredesin sen sabahtan beri seni arıyorum.

- Aşkım hele şükür. Ya telefonum bozuldu. Kusura bakma. Bak bu İrem tanıştırayım, sınıf arkadaşım. İremciğim bu da kız arkadaşım Neslişah.

- Ya..Merhaba

- Merhaba İrem çok memnun oldum. İlk defa İrem'in bir kız arkadaşı ile tanıştım.

Ah İrem ah. Şu an benden nefret ediyorsun biliyorum. Bunu sen istedin ama ben senim. İnsan kendini kendinden kıskanır mı hiç. Dış görünüşlerimiz farklı ama aynı ruhu taşıyoruz. Aynı şeylere sinirleniyor aynı şeylere seviniyoruz. Bunu sana ispatlamam lazım. Cem seni tanısaydı gerçekten aşık olurdu. 

Sen kendini hiç anlatamadın ona. Sadece sevdin, kendi sevgini o kadar yüceleştirdin ki sanki bunu herkes biliyormuş gibi bununla yetindin. Ben senden farklı olarak onun beni tanımasını sağladım. Kendimi ona alıştırdım, değer verdim, paylaştım, sevgimi hissettirdim. Kafandaki tüm olmazlarla yaşadın sen. Olmazlarına inanıp inanıp senelerdir kendini üzmekten başka bir şey yapmadın.

- Öyle mi, ne hoş. Neyse hocanın yanına geçecektim ben de vazgeçtim. Eve gideyim sınava girmeyip tekrar şans istemek çocukluk olur. Lisede değiliz değil mi. Hoşça kalın.

- Dur dur. Ya İrem şimdi sene bitti malum. Bir kutlama yapalım bu gece dedik. Eğlenmeye gideceğiz bu akşam. Sen de bizimle gelir misin? Biliyorum sınava girmediğin için dersten kalmış olabilirsin ama yapacak bir şey yok. Üzüleceğine gel hep beraber eğlenelim.

- Çok zarifsin ama hiç eğlenecek modumda değilim.

Dalga geçiyor herhalde. Oh için için karşımda dans edin, yiyişin. Zaten İrem evrenin hüzün eksikliğini tamamlamak için geldi dünyaya. 

- Gelseydin çok mutlu olurduk.

Bak hala ne diyor. Nereye mutlu oluyorsun ya, ay anladı mı acaba Cem'e aşık olduğumu. Tabi benimle dalga geçecekler o akşam kesin. Kenara çekip "Sevgilimden uzak dur, şu tipine bak sen hangi cesaretle ya" deyip alay edecek benimle. Ben de salak gibi ağlaya ağlaya götüm götüm eve döneceğim. Ne kadar güzel bir kadın. Saçları simsiyah, böyle gür ama Türkan Şoray'ınki gibi iri bir duruşu var. Geniş dalgalı, göğüslerinin tam üstüne değiyor. 

Gözleri çok iri sayılmaz ama çimen yeşili olması dikkatleri üzerine çekmesine yetiyor da artıyor bile. Ufak bir yüzü var. Zayıf olduğundan kendiliğinden çıkmış elmacık kemikleri. Göğüsleri iki top dondurma gibi duruyor bedeninde. Kalçası da ufak ama fazla çıkık, bayağı seksi bir kadın yahu. 

Yürüyüşü öyle zarif ki, öylece dursa karşında hiç konuşmadan bence her erkek onunla hiç konuşmadan da olsa bir ömür geçirmeye razı olur. Mevsimler gibi görünüyor. Her bir yanı bir mevsimi temsil ediyor gibi. Baharı, yazı, kışı hepsi bu kadında toplanmış. Dimdik, duruşu var. Köprücükleri kendine güven veriyor. Oldukça etkileyici ve yanıma kolay kolay yaklaştırmam dedirtiyor. İnsan böyle bir kadına hayran kalmasın da ne yapsın. 

İşte benim durağıma da geldik. Benim güzel mahallem. Aynı suratlar aynı yollar aynı ben her gün aynı yaşam. Zaten... Aslında düşündüm de ölsem ya artık ben. Ne yapacağım ki daha? Aklıma geleceğe dair yapacak hiçbir şey gelmiyor. Bir planım yok. Günü bitirmek için yaşamaktan bunaldım. Hayatımdaki amacım neydi unuttum, belki de hiç düşünmemiştim, onu da unuttum işte.

Sanırım ben 'umut' diye Cem'e sarılmışım. Belki bir gün olur da beni sever diye onunla yaşamış durmuşum. Bir dakika hatırlıyorum evet hatırladım. Üniversitede ilk yılımdı ve ilk Cem ile tanışmıştım. İlk gördüğümde pek etkilendiğim söylenemez. Onun ikinci yılıydı, daha ilk yıldan okulunu uzatmıştı. Ailesini kaybetmiş, derslere pek girememiş. Nasıl oldu filan sormak istemedim. O gün bir telefon geldi bana. 

İki gündür arkadaşımda kalıyordum, annemle babam doğalgazdan zehirlenmiş. Öyle dediler, kendimi kaybettim. Cem'i o ara anımsamıyorum aslında. Tek hatırladığım mezarın başında kafamı göğsüne yaslayışı ve alnımdan öpüşüydü. Ben o günden sonra hep Cem'e tutundum. O kendi derdini bende görünce sevecence yaklaşmış olabilir bilmiyorum ama ben hep Cem'de takılı kaldım. 

Ancak bugünden sonra benim gücüm kalmadı daha. Bu bir erkek yüzünden intihar filan değil esasında. Sadece kocaman bir hayatın içinde kendime yer edindiğim birini yok ettim artık. Bunu asla yapmamalıydım. Ölüme başka türlü alışmanın yolunu öğrenmeliydim. Bu kadar yaşamak yeter...

- Hemen aşk perisini çağırın.

- Efendim beni çağırmışsınız. Ne emredersiniz.

- Senin görevin ne!

- İnsanları mutlu etmek efendim.

- En son mutlu etmeye çalıştığın İrem'in başına neler geldi duydun mu?

- Ne olmuş İrem'e?

- Kız intihar etmiş İrem. Bu zamana kadar başımıza hiç böyle bir şey gelmedi. Sen aşk perisisin. Herkesi mutlu etmek yegane görevin. Kaç insanı sonsuza dek mutlu etmeyi başardın. Bu ne şimdi? İnsanları mutlu etmeye çalışırken onları ağlattığın oldu ama sonucunda hepsi huzurlu bir yaşam sürdüğü için bir şey demedik. 

Lakin...ölüm bizim hiç anlamadığımız bir fani gerçeği.  Bu tamamen Azrail meleğin görevi. Ne yaptın sen! Bugün tüm melekler ve periler olarak toplantı yaptık. Sayende ilk defa onlarla aynı masaya oturdum ve seni benim de onayımla hatta teklifi ben sundum. Mesleğinden men edildin!

- Ben ölmesini istememiştim, amacım asla bu değildi. Nasıl bir çırpıda beni yok sayarsınız. Yüzyıllardır tek bir şey için varlığımı sürdürüyorum. Mutluluktan başka bildiğim bir şey yok benim.

- Daha dikkatli olacaktın o zaman. İnsanlarla iletişim halinde olan sensin. Herkesi mutlu edemeyeceğini bilmen lazım. Sonuçlarını ölçüp tartman gerekirdi. İnsanlar ne dilediğine dikkat etmiyor. Yalnızca derin bir istek ve arzu içerisindeler. Gerisini sorgulamıyorlar bile. Her dileklerinin kendileri için iyi olacağını düşünüyorlar. Bunları bu zamana kadar öğrenemediysen artık gitme vaktin gelmiştir. Çıkabilirsin...

Ben İrem, bugün 30 yaşına girdim. Kendi halinde ikinci üniversitesini okuyan bir kadındım. Önce hukuk okudum, ailemin en büyük isteği savcı olmamdı. Başarı ile bitirmeme rağmen bana uygun bir meslek olmadığına kanaat getirince ikinci bir üniversiteye başlamaya karar verdim. İletişim fakültesinde öğrenim görmeye devam ettim. 

Standart bir yaşantım olmasına rağmen mutsuz sayılmazdım. Ardından ölümle tanıştım, kendisini çok soğuk buldum. Sürekli üşüdüm durdum. Sonra birine dayandım. Öyle yaslandım ki, yorulacağını düşünemedim bile. Yoruldu bir gün, çekti kendini. Düştüm, canım yandı, kanadım. Kan hiç durmadı biliyor musunuz. Betim benzim attı, soldum, yemedim, içmedim. Zamanla bu sağlığımı çok etkiledi. Bir gün dayanamadım ve ben öldüm.

28 Ekim 2015 Çarşamba

Kaşıntı

Sahip olduğum tüm hastalıklar işsizlikten sonra ortaya çıktı. Hepsi psikolojik rahatsızlıklardı en başta. Hala öyle gerçi. Vücuduma zarar vermek istememiştim ama rahatladığımı fark edince alışkanlık haline geldi. İnsanın hiçbir şeye yaramaması ne demek bilir misiniz? Her gün aynı şeyleri yapmaktan çok sıkılmıştım. Uyan, kahvaltı yap, evi temizle, kitap oku, film izle, dizi seyret, yemek ye sonra uyu. İşe girince farklı mı olacak dersen, o olay öyle değil işte. 

İnsanoğlu egoisttir. Ego sadece güzellik anlamına karşılık gelmez. Bence en net karşılığı takdirdir. Takdir edilmeyen insan zamanla pasifleşir, bunalır, sıkılır yani kendini de geliştiremez. Bir süre sonra kitap okumayı da bırakmıştım. Kendime farklı meşkaleler bulmayı denedim. Yazmaya başladım mesela. Tiyatro sahnesi kurdum kıç kadar odamda. Hem yazdım hem oynadım. Babamın eski bir kamerası vardı evde. Çekip çekip durdum kendimi. Ondan da bıktım sonra. 

Bir gün bacaklarımı kaşımaya başlamışım. Bir gün diyorum çünkü ne gün bilmediğimden. Epey gün önce bence. Fark ettiğimde vücudum bayağı kızarıktı. Yolunmuş kaza dönmüştüm. Banyoda fark ettim ilk. Dalıp dalıp giderken elime kan bulaştı. Bir baktım oluk oluk kan akıyor bacaklarımdan. Keskin bir demir kokusu burnumu deliyor. Ben hep kaşınmaya başladım sonra sonra. 

Kuduz gibi yolup durdum tüm vücudumu. Bakan da elleyen yok zaten. İyicene rahattım. Bacaklarıma ağda bile yapmıyordum düşün. Bana kalsa bıyıklarımı da almam da bir keresinde otobüsteyken çocuğun teki köpek ölüsü gibi bakmıştı. Dedim çevreye, doğaya saygı. Bir sabah babam geldi yanıma. Cuma namazında bana dua okuduğunu söyledi. İnşallah iş bulurmuşum. "İnşallah" dedim. 

Babam o gün hayatında ilk defa cuma namazına gitmiş ben de mezuniyetimden bir yıl sonra iş görüşmesine çağrılmıştım. İnançsızlığım hala devam ediyor bu arada. Hiç etkilenmesem de tuhaf geldi. Gittiğim onlarca iş görüşmesindeki gibi bunda da kendimi üç yıl sonra nerede gördüğüm soruldu. Bir sıcak bastı böyle,  "Vallahi alırsanız burada" deyiverdim ve iki hafta sonra işe başladım. Bak bu da ikinci tuhaflık. 

İlk maaşımla babamın cebime ondan çaldığım paraları koydum. Ne o bu para nereden dedi ne de ben bir açıklama yaptım. Biliyordu çaldığımı, pek de üzülürdü ama ses etmezdi. Ona sorarsan çalayım da sigaraya versem ne iyi olurdu. Utanırdı az benden. Ama başkasının parasını çalmaktansa onunkini çalmam kafasını rahat ettiriyordu. İlk başlarda çok zorlandım. İnsanlarla konuşmaya konuşmaya e-mail'de ne yazacağımı bilemiyordum.

- "Merhaba Sezgin  Bey", yok "Sezgin Bey Merhaba", ya da bir dakika "Merhabalar Sezgin Bey." Bey'in B'si büyük mü küçük mü? Sonuna "İyi çalışmalar" mı desem... yoksa  Sevgiler, saygılar...İlk haftam resmen bunun kafa karışıklığıyla sürdü. Sonra insanlarla  bire bir iletişim kurmaya başladım. Ne kadar farkı türde insan varmış. Ben daha yeni anlıyordum. Kazıklar, dedikodular, yalanlar, rol yapmalar, çıkarlar derken kaşıntım tekrar başladı. 

Her iş çıkışı kendimi bir an önce eve atmak istiyordum. Derilerimi kaldırana kadar kaşıyordum her yerimi. Bir yüzüme dokunmuyordum. Ne bileyim umut işte belki aşık olurum, sevdiğim yüzüme bakınca içi açılsın istiyordum. Tüm depresifliğime rağmen böyle bir ümidimin olması da tuhaf. Bak bu üçüncü tuhaflık oldu. Bütün bunlar yetmezmiş gibi hırsızlığa tekrar başladım. Her sabah-akşam otobüse bindiğimde birilerinin bir şeylerini çalarken buluyordum kendimi. Ahaaa çok eğlenceliydi. 

Çaldıklarımı eve götürüp resimlerini yapıyor sonra çöpe atıyordum. Aslında bir nevi yardım. Çöpleri karıştıran bir sürü insan var. İşlerine yarar belki. Onlarca resmim oldu, sonra biriktirdiğim parayla sergi açtım. İnanmazsın bayağı da beğenildi. Bu arada işten de ayrılmıştım. Sergiler, resimler, sanat filan derken kafam dağıldı. Artık kaşınmıyorum da ama hala çalıyorum. Dur bakalım ne zaman yakalanacağım. Neden derlerse "Sanat için çaldım" derim. Kaşıntıdan vücudumu harap etmeseydim soyunurdum da işte hep kaşıntı yüzünden.

24 Ekim 2015 Cumartesi

Dizlerim

- Sabahın köründe gördüğün bir rüya uğruna bizi yollara düşürdün ya pes anne.

- Oğlum o benim. İçime bi kurt düştü, görmezsem uyku girmez gözüme.

- Ne de meraklısın bayramdan bayrama arayan oğluna. Size o kadar baktım, maaşımın yarısını size verdim. Babam felç geçirdi, başında bekledim. Oğlun bir cenaze törenine gelmekle yetindi. Utanmadan "İyi bilirdik" demedi mi o gün orada. Boğazına asılacaktım.

- Nevin sus artık. Şu ağzından çıkan lafların hiç beni üzdüğünü düşünmüyor musun kızım?

- Seni üzdüğümden mi susturuyorsun yoksa oğluna toz kondurmak istememenden mi?

- Tamam kızım tamam. Nasıl istiyorsan öyle yap. Yol uzun, konuş konuşabildiğin kadar.

- Ne gördün rüyanda.

- Bizim köyde arazi var ya hani satışa çıkardık. İşte satmamışız, ev yapmışız oraya. Ağabeyin de gelmiş, sıkılmış İstanbul'dan. Oraların havası iyi gelmiş ona. Gülüyor böyle  bana bakıp. Elinde bir şey var, önce seçemiyorum. Sonra bir sürü midye kabuğu olduğunu görüyorum.

"İstanbul'da sarhoş olup olup bunlardan yerdik gecenin bir yarısı" diyor bana. "Hiç atmazdım kabuklarını, yemek tabağı gibi yiyince yıkardım hepsini" diyor. Tablo yapacakmış onlardan. Bir çantanın içerisinden bir sürü boya çıkartıyor. Midyelerden biri elini kesiyor sonra. Biri kırıkmış işte. Alıyor o kırık midyeyi, "Yapamayacağım" deyip boğazını kesiveriyor. Çığlık çığlığa uyandım.

- Bu rüya için mi yollara düştük yani.

- Sordun söyledim yavrum. Rüyalar ne zamandır seçilerek görülür olmuş.

- Geldik zaten neyse kapatalım. Oğlunu sağ salim gör de dönelim.

- Evde az birikmişim vardı. Pek bilmediğimiz yerler buralar. Adresi de yazıyor kağıtta. Taksiye bineriz, götürür bizi.

- Anne emekli maaşından arta kalan birikmişini mi yanına aldın. Şu yaşıma kadar ben böyle kıymet görmedim.

- Hadi hadi uzatma. Taaksiii. Evladım, şu adresi bilir misin? Bizi götürebilir misin?

- Cihangir mi? Kolay teyzem, bilmem mi.

- Hay yaa sen. Sakin sakin götürüver bizi.

Annemin şu haline bak. Nasıl umutlu, gözleri ışıl ışıl. Telefonunu bile açmayan oğlunu ziyarete gidiyoruz. Kapıyı açmazsa çocuk gibi karşımda ağlamasından endişe ediyorum. Neden böyle sakin sakin düşünüp iş konuşmaya gelince fevri davranıyorum bilmiyorum. Adresini bile kargo göndereceğimiz zaman zoraki veren bir ağabeyim var. Bizi yok sayan, özlemeyi geçtim bir kere merak edip aramayan aynı kanı taşıdığım bir kardeş.

- Geldik teyze, bak bu ev.

- Allah razı olsun oğlum. Bak Nevin altında market de var. Bir şeyler alalım, yemek yaparım. Böyle birkaç tencere. Dolaba koyar, onu iki hafta götürür. Belki pazar da vardır. Konservelik bir şeyler yaparız. Sürekli gelemiyoruz malum. Sağlıklı beslensin çocuk.

- Tamam anne tamam. Bir içeri girelim de.

- Ne bakıyorsun, al hadi kapıyı.

- Allah Allah evde yok galiba. Dur alt kata basalım, komşusu filan biliyordur.

- Merhaba. Biz Yusuf'un ailesiyiz. Bu annem, ben de kardeşiyim. Kapı açılmadı da bilginiz var mı acaba?

- Sizin haberiniz yok sanırım. Yusuf iki haftadır yoğun bakımda.

- Nasıl? Ne olmuş?

- Benim de pek bir bilgim yok. Ben size tarif edeyim hastaneyi, oradan daha sağlıklı bilgi edinirsiniz.

Hastane

- Yusuf oğlum, buraya getirmişsiniz. Nesi var?

- Ben doktoruna yönlendireyim Buyrun. 

- Merhaba doktor bey. Oğlum buradaymış. Ben bilemedim. Ne zaman ne olmuş anlamadım.

- Oğlunuzu ne zamandır görmüyorsunuz?

- Şey oldu bi 5-6 yıl.

- Anlıyorum. Oturun lütfen, biz de size ulaşmaya çalışıyorduk. Oğlunuz 15 gün önce darp edilmiş bir şekilde buraya getirilmişti. Sabaha karşı getirdiler. Yani bunu nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Oğlunuz aslında bir seks işçisi. Trans mı desem ne desem bilemedim. 

Hayatını vücudunu satarak kazanıyor. Hem darp edilmiş hem de tecavüze uğramış. Bir arabadan atmışlar hastanemizin önüne. Kamera kayıtları incelendi. Otomobilin plakası da alındı. Sürecin ceza kısmını biz bilemeyiz elbette. Ancak oğlunuz iki saat önce vefat etti. 

- Siz ne diyorsunuz. Ne dediğinizin farkında mısınız? Ne kadar böyle kolay kolay anlatıyorsunuz. Ben anlamadım hiç. Hiç anlamadım dediklerinizden bir şey. Yok anlamadım, anlayamıyorum. Oy dizlerim, ah yüreğim, vah vah Yusufum...

Annem iki ay boyunca "Dizlerim" diye diye ağladı. Çok dayanamadı, öldü zaten. Bazen habersiz evden çıkıyordu. Kaç defa karakola kayıp diye gitmiştim. Sonra onlar da önemsemediler, annemi aramamaya başladılar. Ben nasıl dayanıyorum bilmiyorum. Bilip bilmeden büyüttüğüm nefretim sabır gücü vermişti sanki. 

O kadar çok 'sanki' diyordum ki, ağabeyimle olan her paylaşımımız sanki'den başka bir şey değildi çünkü. Anılarım hatırlamak için fazla geride kalıyordu. Aynı evin içinde büyümüşüz gibi kapı açılacak da o gelecekmiş gibi hissediyorum arada. Burnuma mis gibi kuru fasulye kokusu geliyor. Ağabeyimin etli benim de sade fasulye sevdiğimi düşünüyorum. 

Hiç  bilemedim ama onu hatırlamak adın aradaki boşlukları hayalgücümle doldurmam gerekiyordu. Bu bana inanılmaz bir direnç sağlıyordu. Sonra etli kurufasulye oluyor sofrada ve ben anneme "Aslan oğlundan başkasını düşünme zaten" diye kızıyorum. Araya fesatlığımı koyarak biraz gerçekçilik, 'aslan' sıfatını koyarak cinsiyetinden memnun bir ağabey yaratıyorum. Tecavüz dedi ya, dedi yani duydum.Tecavüz dedi.

17 Ekim 2015 Cumartesi

Hafıza

İnsanların nedenleri oluyor kaçmak için. Önceden ne kadar kaçabildiklerine anlam veremezdim. Günün birinde bana da geldi o ‘kaçma hissi.’ Sorumluluk olmayınca bazı şeylere ne kadar kolay eyleme geçiveriyordu. Bursa’ya gittim ama istediğimden değil. Bana kalsa Safranbolu ya da Amasra’ya kaçardım. Buna kaçmak denilir mi tam olarak emin de değilim aslında. 

Kararımı verdikten sonra daha gitmeden iş bulmuştum. İnsan vurur kapıyı çeker gider halbuki, yollar sana nereye gideceğini söyler. Ben öyle yapmadım. Kontrol delisiyim çünkü, her şey zihnimde tam olarak oturmazsa bulaşık bile yıkayamam. Bursa’da bir ailenin yanına taşındım, çocuk bakıcısı olarak. Sonrasını hatırlamıyorum işte. Bilmiyorum bilmiyorum, çok düşündüm. Kafayı yemek üzereyim ama gerçekten hatırlamıyorum.
- Dilek hanım iyi misiniz?
- Bilmiyorum. Neden burada olduğumu açıklayacak mısınız?
- Numaramı yapıyorsunuz? Bakın eğer öyleyse bu eninde sonunda açıklığa kavuşur. Gerçeği nereye kadar saklayabilirsiniz.
- Yahu bilmiyorum dedim ya. Rica ediyorum açıklayın artık.
- Dilek hanım siz bir kız çocuğunu öldürdünüz. Henüz 3 yaşındaydı. İfadenizde bana anlattığınız gibi hatırlamadığınızı söylediniz. Bu yüzden benimle bu klinikte görüşme ayarlandı. Hatırlamadığınızı varsayarak her şeyi en baştan alıyoruz. Peki en son anımsadığınız şey ne?
- İstanbul’dan çok sıkılmıştım. Bir yıl önce depremde ailemi kaybettim. Sonra tek başına yaşamak zor oldu. Ben de en güzel yıllarımın geçtiği Bursa’ya yerleşmeye karar verdim. Üniversiteyi orada okumuştum. Yaşamakta zorlanmam diye düşündüm. Neredeyse bilmediğim yeri yok. Sonra gittim işte, öncesinde işimi de ayarlamıştım. Bir ailenin yanına çocuk bakıcılığı idi işim. Her  şey gayet yolundaydı. Beni böyle bir olayla suçlayamazsınız. Buna hakkınız yok. Gerçekten hatırlamıyorum çünkü.
- Hatırlamadığınız bir olay hakkında sizi suçluyoruz ve siz buna çok sakin yaklaşıyorsunuz.
- Pardon siz doktor musunuz yoksa hakim mi?
- Şimdilik sizi hastanede tedavi altına almamız gerekiyor.
- 6 aydır bu hastanede delilerin içinde aklımı korumaya çalışıyorum. Hala doğru düzgün bir şey hatırladığım yok. Ben 3 yaşındaki bir çocuğu nasıl öldürebilirim aklım almıyor. Düşüp duruyorum, en ufak bir bilgi kırıntısı yok zihnimde.
- Dilek hanım ziyaretçiniz var.
- Benim mi? Allah Alla.
- Aaa Nazan hanım merhabalar. Hoş geldiniz.
- Dalga mı geçiyorsun sen benimle! Allah’ın cezası o hafızan artık bir şeyleri hatırlasın ve cezanı çek. Yoksa içim rahat etmeyecek. Aylardır ne benim ne babasının gözüne uyku girmiyor. Ailem darmadağın oldu. 3 yaşında ya 3! Ne istedin ne garezin vardı onun ufacık hayatına.
-Nazan hanım ben yapmadım.
- Ne demek ben yapmadım. Her yerde parmak izin çıktı. Bacaklarındaki tırnak izleri de sana ait. Hala ne iyi hatırlamıyorsun. Oh be tabi. Herkes cinayet işlesin sonra hatırlamasın. Ne güzel hayat. Sen bizi yaşarken  toprağa gömdün. Cezanı çeksen de zamanı geri alamazsın ama bunun bir bedeli olmalı. Bu kadar kolay değil ya değil yani.
- Bursa’ya gelmeden önce bir ilişkim vardı.  Oldu biraz aslında. Hamile kaldım istemedi. Yaşasaydı 3 yaşında olacaktı. Çok ağladı bir gün. Ne yaptımsa susmadı, cinnet geçirdim. Nasıl olduğunu gerçekten hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde ellerim kan içindeydi.
- Öldüreceğiiim seniiii
- Ne oluuyooor! Durun hanmefendi, kendinize gelin. Öldürecek kadını yardım edin ayırın şunları.
- Senin gibiler işkence cezası çekmeli, idam edilmeli. Allah belanı versin. Oğlumun ruhu hayatın boyunca peşini  bırakmasın.
- Ne oluyor burada. Dilek? Ne oldu?
-  Oğlunu nasıl öldürdüğümü anlattım.
- Öldürmüş müsün? Hatırlıyor musun artık her şeyi.
-  Hayır hatırlamıyorum.
- Eeee ne diye öldürdüm dedin kadına. Şimdi seni tutuklayacaklar. Ömür boyu hapiste yatarsın.
- Kadın çok acı çekiyordu. Ben hatırlayana kadar içi rahat etmeyecek belli. Hatırladım saysın. Ne fark eder ki? Ha burası ha cezaevi. Dört duvar arasında olduktan sonra bana birinin beyaz diğerinin gri olması fark etmiyor. Burada arada hava almamıza izin veriyorlar. Şu etrafına baksana, onların iznine göre yemek yiyoruz, bahçeye çıkıyoruz. 

Şu gökyüzüne bak, aldığımız havayı içimizde ekmemiz için izin istiyoruz. Madem iki ucu boklu değnekte yaşıyorum. En azından birilerine faydam olsun. Ceza çekiyor olmam o aileye iyi gelecek. Akıllarındaki soru işareti de kalkmış olur. Bir de hatırlayabilseydim, ne bilim, intihar etmem kolaylaşırdı sanki. Böyle zorlanıyorum. Zihnimdekiler netleşmeden canıma kıyamıyorum. Belki suçsuzumdur. Bu umutla yaşamaya kendimi alıştıralı çok oldu. Tek çarem bu dayanma gücüm…

4 Ekim 2015 Pazar

Annemin Öldüğü Yaştayım

Bugün 40 yaşına girdim. Annemin öldüğü yaş...Hayatımın en kötü gününü yaşıyorum. "Kırk yılda bir" lafını bile sevmem. İçinde 'kırk' geçen her şeye sevimsiz yaklaşırım. 40 yıllık hatırı olan Türk kahvesiyle de arama mesafe koydum zaten. Annem sayesinde yazar oldum. 

Onun istediğinden değil, öyle garip bir kadındı ki, onunla ilgili bir şeyler yazmak hoşuma giderdi. Sadece karakterlerin isimlerini değiştirirdim. Annem bir sürü kitaplar alırdı bana. Oku oku derken bir kere bir kitabı hiç beğenmedim. Ama kitap olarak yayımlanmıştı. Demek bir kitabın yayınlanması için öyle şaheser olmasına gerek yoktu. Önce kendi kendime yazmakla başladım. 

Yazmayı öğrenmek okumakla bağlantılı ama bir o kadar da iyi yazabilmek anlamına gelmeyecek kadar zor bir iş. İyi bir gözlemci olmanız lazım. Anlatmak istediğin şey insan mı doğa mı ölüm mü her neyse bir standarda kavuşmak gerekir. Bir dilin, bakış açın olmalı. 

Ben hikayelerimde annemi seçmiştim. Annem tek bir karakter değildi çünkü. Her gün yeni bir huyuyla karşılaşıyordum. Bu beni heyecanlandırıyor sonra hemen bende uyandırdığı duyguları kaleme almaya başlıyordum. Bu beni ünlü bir yazar ama yalnız bir insan yaptı. Kimseye ihtiyaç duymuyordum artık. 

Annemi izlemek, onunla sohbet etmek hoşuma gidiyordu. Kazandığım paralarla annemi gezdiriyordum. Görmediği yerleri göstermek, oralar hakkında ne düşündüğü ondan dinlemek hoşuma gidiyordu. Bir süre sonra düşünmemeye başladım. Sadece anneme odaklanmıştım. Onun cümleleriyle konuşuyordum. Annem bu halimi hiç fark etmemişti. 

Pek ilgili bir anne olduğunu söylenemezdi. Hiçbir zaman bana "Neyin var?" demedi mesela. Oysa o kadar çok şeyim vardı ki içimde biriktirdiğim. Dinlemeyi sevmezdi hiç. Bu yüzden hiç arkadaşı olmadı ancak çok aşkı oldu. Anneme aşık olan o kadar erkek vardı ki hiçbiri istemedi. Neden istemediğini sorduğumda ilk zaman beni ne kadar sevdiğini anlamıştım.

"- Evde genç bir kızım var. Yabancı bir erkeğin bu evde yaşaması doğru değil. Bir gün evlenip bu evden gidersen ancak o zaman bu konuyu düşünebilirim."

Gözlerim kocaman olmuştu. Aynı kocamanlıkla kollarımı açarak boynuna sarıldım. O an ne kadar iri göğüsleri olduğunu fark ettim annemin. Acaba erkekler bundan mı aşıktı anneme. Of aşk hakkında ne az şey biliyordum. Benimkilere baktım da ne kadar da küçüktü. Annem halalarıma çektiğimi söyledi. 

Doğru halalarım ince uzun kadınlardı. Annemse aksine kıvrımlı hatları oldukça çıkık olan seksi bir kadındı. Kömür gibi saçları dümdüz sırtına kadar uzanıyordu. Hiç taramazdı saçlarını, kendiliğinde yıkayınca düzelirdi zaten onlar. Yağmurlu havalarda terasa bir kova koyardı. Suyuyla yıkanmayı pek severdi. Sesi de çok güzeldi ama sadece keyifli olduğu zamanlar ve mevsim geçişlerinde dilinden duyardım, bir de duş alırken.

Tek çocuk olup iletişim kurduğun insan da sadece annem olunca bir onu kıskandım tüm hayatım boyunca. Bir de yazdım işte. Bugün son kitabım çıktı, artık yazmak istemiyorum. Annemi bugün içimde de gömmem lazım. Kendimle tanışma vakti geldi. Evet epey geç oldu, kaç hayat kaçırdım bilmiyorum. Düşünmek delirtir sanırım beni. Pek de normal biri değilim esasında. Strese girdiğimde bacaklarım ve kollarımla oynarım. 

Küçük bir çocuk gibi yara bere içinde her yerim. Sırtımdaki sivilcelere ulaşmaya çalışıp sıkmak en büyük eğlencem. Bacaklarımdaki batıklar da öyle. Kendimi çirkinleştirmek için elimden geleni yaparım. Yalnızlığıma bir bahane üremek benimkisi. Sırf sivilcelerim artsın diye her gece bir kase çekirdek yemeden uyumam.

Kıvırcık saçlarımdan nefret ederim. Sürekli saldığımdan ensemin dibinde ufak ufak kıvırcıklarım vardır senelerdir uzamayan. Onları kopartmaya bayılırım. Bazen günlerce taramam saçlarımı. Sonra birbirine girerler, ben de parmaklarımın arasından geçirip bir tomar saçı yoluveririm. 

Kendi kendime çok konuşurum örneğin. Bir adam beğenirim, ulaşmak için çaba harcamaktansa onun hayalini kurar, kavga eder ayrılırım. Her zaman suçu da karşı tarafa  yüklerim. İnsan kendine de yeri gelir iyi gelir. Ben bunu biraz daha sapıkça yapıyor olabilirim ama işe yarıyor. Sonuç odaklı olmak lazım bu hayatta. 

Ayrıntılara sadece dizelerimde yer veririm. Gerisi beni de karşımdakini yorar. İnsan insanın hayatını kolaylaştırmalı. Yükünü almalı, paylaşmalı. Ben hangi insana sokulmaya kalktıysam kafamı daha çok bulandırdı. Yorgun biriyim ben, boğuluyorum böyle olunca. Bazen aşka benzer sezgilerim de oluyor. Baktım ki belli yanacağım, kül olmak istemediğimden hemen kaçıyorum. Kötüdür yanarak veya boğularak ölmek. Tedbiri elden bırakmamak lazım. 

Bunlar birer nasiyat değil, hatta normalleşemiyorsun böyle yaşayınca. Bunu çoğu insan kaldıramaz. Herkes doğanın dengesine uyum sağlamış durumda. Bunu herkes yapınca senin ayrı kalman ağır gelir, başa çıkması kolay bir yaşam ekli değil. Ben şanslıyım, annem istemeden de olsa bana yardımcı oldu. Şimdi birazdan bir seminere katılacağım. 

Son kitabımı anlatacağım, yazar olmak isteyenlere tavsiyelerde bulunacağım. Biri soracaktır, "nereden yola çıktınız bu kitabı yazarken" diye. Onu hayal kırıklığına uğratacağım. İnsanlar, mistik şeyler duymak ister. Sana hayran çünkü. Onun asla yapamayacağı bir görüşün, bir davranışın olmalı. "Londra'da bir villa gördüm. Onu satın alıp oraya yerleşmek istiyorum. Bir miktar param var. Gerisini de bu kitabın geliriyle karşılayacağım" deyip gerçek bir yanıt vereceğim.

Hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini bildiğim kocaman hayallerim var benim. Çok emek verdim onlara, zaman harcadım. Gözden çıkartmaya kıyamıyorum. En son da bunu derim herhalde. Bilmeleri gereken başka bir şey yok. Herkesin bir hikayesi vardır, yazıya dökseler yeter. Ne olacak bu ünlü hayranlığı bilmiyorum.

20 Eylül 2015 Pazar

Taksi

Önyargı üzerine türlü laflar duyarsınız. "Barış" kelimesini herkesin diline dolaması gibi. Kardeşlik de  olabilir. Dünyada barış, hepimiz kardeşiz, önyargılarını kır. Asla insanlara karşı önyargısı olmadığını söyleyen bir insan bana biraz yalancı gelir. Biraz diyorum çünkü ufak bir yanı henüz bunun bilincinde değil. Yalanına kendisi de inanmış. 

Mesela benim önyargım veliler, hayranlar, öğrenciler ve taksiciler. Ne güvenirim ne de severim bu kesimi. Bu taksiye binmediğim anlamına gelmesin sakın. Zaten sık kullandığımdan sevmiyorum ya. İki gün önce de öyle oldu. İş çıkışı yorgunluğumu iki birayla atmak istedim. O kadar halsizdim ki bir bardakla resmen şişmiştim. Mekandan çıkıp ilk taksiye atlayacağım sırada karşımda onu gördüm. Taksinin kapısını aynı anda açmıştık. 

Birbirimize baktık, geri çekildim. "Taksi senindir" tepkisiydi bu. Birden yağmur yağmaya başladı. İkimizde reflekslerimizin kurbanı olup aynı anda taksiye biniverdik. Taksicinin "Nereye?" sorusuna tek benim sesim çıktı. Göz ucuyla ona baktım, onun da bana baktığını fark edince hemen gözlerimi kaçırdım. Ne oluyordu şimdi? 

- Ne işe yarar bilmiyorum ama özür dilerim.

- Hıh, özür? Seni ne nasıl hatırlıyorum biliyor musun, adını duyduğumda filan değil. "Şimdi ne yeri ne zamanı" her denildiğinde hangi vakit duysam aklıma sen geliyorsun. Düşün aklımda böyle kalmışsın. Yersiz adamsın vesselam.

- Sen de kendi tabularınla insanları yargılamaktan keyif alan bir kadındın. Görüyorum da hala öylesin.

- Ne yani önyargılı mıyım ben? Bunu mu ima ediyorsun?

- Etmiyorum doğrudan yüzüne söylüyorum.

- Önyargılı olduğumu söyleyene bak hele. İnsanların kusurlarıyla alay eden kim acaba?

- İnsanlar değil canım. Senin dar dünyalı arkadaşlarındı onlar. Erkek arkadaşlarına göre karakter değiştiren kadın çevren. Her tatile gittiğimizde birbirimizden sıkıldığımızı itiraf edemediğimizden senin şahane fikrin "Ay Nalanla erkek arkadaşı da gelsin, kalabalık oluruz" deyip, eğlenmeyi gürültüye çeviren arkadaşların.

- Bir kere "Gelmesinler" demedin ama. Birey gibi davransaydın o zaman. Her fikrime katılma çaban kendine olan saygınla ilgili bir sorun. Düşün bu şikayetini yeni öğrendim.

- Biz ona aşık olmak diyoruz. Sen her tartışmamız için arkadaşlarından fikir almak yerine beni anlamaya çalışsaydın durum çok daha farklı olurdu.

(Taksici)

"- Abla geldik

- Devam edin, ben dur diyene kadar istediğiniz yere sürün. Anlaşılan birilerinin kendine gelmesi gerek."

- Ben gayet kendimdeyim. Kendine ait kurduğun bir dünyan var senin. Hiçbir zaman çizgilerinin dışına çıkmak istemedin sen. Fikir dinlemeye bile tahammülün yok. Çünkü her zaman en iyisini sen bilirsin.

- Ben hiçbir zaman böyle bir şey iddia etmedim. Senin bankacı benim de avukat olmama sende her zaman kompleks duygusu yarattı. Edebiyata olan ilgime bile katlanamıyordun. Çevremdeki sohbetlere katılamıyorsun diye arkadaşlarımı çirkin çirkin eleştirmene hiç gerek yok.

- Çok kitap okumak, bir ahlak ölçütü değil. Yoksa tüm şairler insanlık abidesi olurdu. Sen ve senin çevren, bilgiyi hava civa olsun diye götümün kenarının entel diye geçinen gerizekalılarıydı.

- Sözlerine dikkat et.

- İnsanı sert cümleler değil kırıcı kelimeler yaralar. Bağırmakta bir şey yok. Bence sessiz kelime seçimlerin için sen biraz daha dikkatli olmalısın.

- Sen de tehditkar konuşma istersen benimle! Güya özür diledin, konuşma nerelere geldi.

- Yaşanılanların üzerinden seneler geçti. Hala kin duyduğunu düşünmüyorum. Affettim diyebilirdin.

- Seninle ilgili ne varsa sildim attım ben. Şimdi evliyim ve kocamı çok seviyorum. Özrünün herhangi bir kıymeti yok benim için.

- Demek kocanı seviyorsun...Ama şu an benim yanımdasın.

- Ne diyorsun sen be! Senin yanına gelmedim ben, yanında oluyor olmam bu anlamı taşımıyor.

- Bağarma lütfen bu aynı zamanda özeleştiriydi. Çünkü benimde bir kız arkadaşım var.

- Allah kolaylık versin o kıza. Gerçek yüzünü görür yakında.

- Bir yıldır beraberiz, gerçek yüzümden kastın neyse olsa görürdü herhalde. Gördüğünü seviyor o, senin gibi değil.

- Ya sen ne saçmalıyorsun. Bırakıp gittin beni, bir gün ortada hiçbir sorun yokken,"Ben Amerika'ya gidiyorum" dedin. Seninle bir hayat kurmuştuk biz. Yoktan var ettik, sen ideallerin uğruna sildin attın beni.

- Ben seni terk ettim. Eksik anlatıyorsun. Sana benimle gel dedim.

- Gelemeyeceğimi biliyordun.

- Hayır bilmiyordum. sevmediğim huyların vardı ama ben senin cesaretine aşık olmuştum. Hayranlığım vardı sana. Sen resmen bir korkak gibi davrandı. Tutturmuşun bir düzen de düzen diye.

- Ne meraklısınız bırakıp gitmelere. Gemileri yakmak dediğin şey benim 10 yıllık birikimimdi. Boyun eğmelik muhtaçlıklar yaşadım yeri geldi sabahlara kadar uyumadım, ağladım zırladım. Sen üzülme diy hiçbirini sana anlatmadım bile. Ama sen sırf kendi geleceğin için benim hayatımı yok saydın. Hafife alıp sanki gezmeye gider gibi "Benimle Amerika'ya gel" diyebildin.

- Gitme deseydin

- Öyle güzel parlıyordu ki gözlerin. Bana hiç öyle bakmadığını fark edince gitmeni istedim. Yoksa hep kursağında kalacaktı. Beni suçlayacaktın, yüzüme her baktığında kaçırdığın fırsat olarak kalacaktım.

- Haklısın. O yüzden şimdi unutamadığım kadın olarak kaldın. Birkaç sefer haber aldım senden. Sonra kesildi, uzun süredir neredesin ne yapıyorsun bilmiyorum. Bilerek öğrenmek istemedim. Evlenebileceğini biliyordum. Çocuğun  var mı?

- Hamileyim. Yani ben de bugün öğrendim. Kocama da bugün söyleyeceğim.

- O istiyor muydu? Çocuk?

- Emin değilim. Biraz gerginim aslında. İstereyek hamile kalmadım.

- Akıllı kadınsın sen. Gözlerinden bunu anlarsın.

- Hislerim kuvvetli evet. Bu kötü  bir şey. Kavga  etmeden, tartışmadan sürekli kırılıyorsun kendi içinde. Karşındakine de diyemiyorsun, yalan söyleyeceğini bildiğinden kalbin daha fazla hasar alsın istemiyorsun. Pilot biliyor musun. 

O yüzden evlendim biraz da. Kendimle kalmaya izin verecek bir evlilik istiyordum. Aynı zamanda sahiplendiğim de biri olmalıydı. Bir  insanın yanımda sürekli olmasına dayanamıyorum. Senden sonra böyle oldu. Bir daha her şeyimi paylaşacağım bir birliktelik istemedin. Şimdi gelmişsin özür diliyorsun ya, sen beni değiştirdin. Bambaşka  bir benle yaşamak zorunda kaldım. Boş ver unut gitsin nasıl dememi bekliyorsun? Ölene kadar bununla  yaşamak zorunda bıraktın beni.

- Seninle zoru başardık ama uzun süre yerimizde saymaya başlamıştık. Gelecek böyle kurulmaz ki? Bir şeyler sürekli yenilenmeliydi. Amerika'da bambaşka bir hayat bekliyordu bizi.

- Bizi değil seni. Ben çevremden, bakkalımdan, kahvecimden kopamam. Boğulurum oralarda, beni mutsuz ederdi. Ömür boyu aynı eşyalarla yaşayabilirdik. Biz farklı şeyler yapardık. Evlenirdik, seyahat ederdik, çocuk yapardık, sonra ona kardeş derken herkesin hayatı neredeyse böyle. Ha Amerika ha Afrika oraya yerleşince atomu parçalamıyorsun.

Dünyanın neresinde olursan ol her şey aynı işliyor. Ben o gün beni düşündüğüm kadar sevmediğini gördüm. Yanlış anlama hesaplama değil bu sadece yerimi hatırlattın bana. O yerde kalamazdım. Bak seni görmek güzeldi ama artık gitmem lazım. Aynı şeyleri tekrar hatırlamak istemiyor.

- Radyoda ne çalıyor, bak

- Müslüm Gürses, Nilüfer...

"Zamanın eli değdi bize 
Çoktan değişti her şey 
Aynı değiliz ikimiz de 
Zaaflarına bir gece 
Hatalarına bir nilüfer 
Sevgisizliğine bir kalp verdim 
Artık geri ver 
Geri veremezsin aldıklarını 
Artık geri ver 
Geri verilmez hiçbir yanılgı 
Yokluğuma emanet et 
Sende benden kalanları 
Her şeyi al 
Bana beni geri ver 
Bir şansım olsun 
Başka yer, başka zaman 
Sensiz ömrüm olsun"

- Bunu al, ben konuşursam sevimsiz olur belki. Giderken dinle olur mu?

- Müslüm Gürses bu da. Çok dinlerdik seninle rakı sofrası kurup

- Peki...Hoşçakal

- Hoşçakal

"Eğer seni kırdıysam 
Darıl bana 
Ama bir gün beni ararsan 
Bak ruhuna 

Birden gecem tutarsa 
Güneşi çevir bana 
Sevgilim bağışla 
Biraz zor olsa da 

Affet beni akşamüstü 
Gölgem uzarken 
Öğleden sonra affet 
Ne zaman istersen 

Affet beni gece vakti 
Ay doğmuş süzülürken 
Sabaha kalmadan affet 
Tam ayrılık derken 

Çünkü sen çölüme yağmur oldun 
Sen geceme gündüz oldun 
Sen canıma yoldaş oldun 
Sen kışıma yorgan oldun"

6 Eylül 2015 Pazar

Yazamamak

Bir cümle okudum bugün. "Sonunda ne olursa olsun yazın" diyordu. Buna benzer birkaç cümle daha okumuştum. Yazmak üzerine bir sürü şey. Tanıdığım çoğu insan da yazıyordu. En azından şimdi olmasa da hayatının bir döneminde bir şeyler karlamıştı herkes. Ne kağıdı ne kalemi ne de o bilgisayardaki word dosyasını sevebildim. 

Daktiloyla hiç tanışmadım zaten. Ailede başlıyordu aslında her bir şey. Bizimkiler patırdıyı sever. Öyle kavga kıyamet değil. Ne bileyim annemin telefonda konuşması bile bağıra çağıradır. Babam desen kapıyı alacaklı gibi çalmadan giremedi evin kapısından. Kardeşimi sürekli kulaklıkla bangır bangır müzik dinlerken bulurdum. Yani şöyle kendimi dinleyebileceğim bir anım olmadı doğru düzgün. Hatta bir keresinde çok yazmak istedim. Bizim Serap var komşu. 

Yeni taşınmıştı karşımıza. Evli gerçi ama bu yeşil gözlerinden bahsetmeyeceğim anlamına gelmiyor. Ama ne göz, ona ilk gördüğümde gözüme bir şey batırdılar sanki, öyle keskin. Böyle gözleri ben belgesellerde dünyanın öbür ucundaki hayvanlarda gördüm yemin ederim. Neyse o gün dedim yazacağım oğlum. Annem biraz hastalıklı bir kadın. Dünyayı ekstra katlanılmaz hale getirmek için bayağı çaba harcıyor. "Tatile mi çıksak" desen, "Aaayyy nasıııl olcaaaak, ay ben nasıl hazırlayacağım bayramüstü şimdi bavulu, temizliği.." böyle uzar gider mevzu. Tatile çıkana kadar dinlersin annemi. Evham, olayları büyütme, telaş, endişe. Aniden olan her şey tam anneme göre. 

Kardeşim koltukla ayak parmaklarına oje sürmeye kalktı. Eee döktü tabi bizim krem renkli koltuklara. Allah belanı versinden çıktı bizi (evet beni de kattı içine. Hiç de oje sürmemiştim hem de). Sonra olan senin yeşil gözlerine oldu. Anlatamadım, kendim için kendi güzelliğim için yazmak istedim. Hani güzellik gören göze aitmiş ya işte o hesap. Ne yakışırdık birbirimize. 

Tek sorunumuz çift kişilik yatak sıkıntısı olurdu galiba. Pek bir yemeyi seviyoruz. Ben zaten öyleyim de senin de iştahsız olduğunu sanmıyorum. Öyle durmuyorsun yani. Uzun süre göremedim seni. Sonra kocandan boşanıp evi terk ettiğini duydum. Bu altıncı annenden kocanın yanına dönüşünmüş. Dövüp duruyormuş seni. Takılmış kadının birine tam ayrılacakken kocanın babası ikna etmiş seni. Adam varlıklıymış, başka ev tutmuş size. Bizim mahalleye gelme nedeniniz de kocanın o ortamdan uzak kalması içinmiş. Değişmemiş tabi adam, sen de kaçıp gitmişsin bir gece. 

Keşke gözlerini yazabilseydim. Çok denedim ama olmadı. Senin ardından biri girdi hayatıma. Özlem'i nasıl anlatsam sana. Garip böyle, mevsimlik bir kadındı. Mevsime göre şekil alan bir karakteri vardı. Valla bak öyle yani. Bir yıl geçirdim onunla. Aynı olaylara yazın başka kışın başka baharda bambaşka tepki verdiğine şahit oldum. Ayrıldık, yürütemedik. Olmazdı da zaten. 

Bir gün yine yazmayı denedim. Bu sefer de kafamda bir sürü "Onu nasıl etsem bunu nasıl oldursam" diye diye boş ekrana bakmaktan başka bir şey yapmadım. Evet hala yazamadım. Yazı üzerine çok okuyorum. Nasıl yazılır? Başlamak için ne yapmak gerekir? 

John McPhee idi sanırım, "Yazabilecek havaya girene kadar vakit öldürürüm, bütün gün çay yaparım." Üç gün düşündüm üstüne yine de yazamadım ama. Umarım bir gün yazarım. Bu yazdığım mı? 

- Beni duymuyor musun?
- Hayır duymuyorum...demek gibi bir şey

30 Ağustos 2015 Pazar

Yaranın Genişliğiyle Derinliğinin Birleşimi

Son 5 yıldır klasik rutinim olan bir Pazar sabahı yine Cihangir'deki kafeme gitmek için yola çıkmıştım. Tuhaf ama son 5 yıldır ilginç hiçbir olayla karşılaşmadım. Belkide 40 yaşına gelmenin verdiği ağırlıktı üzerimdeki. Eskisi gibi etrafımda yaşanan hiçbir olaya heyecanlanmıyordum artık. Erkek olsam durum farklı olabilirdi. Galiba kadın olmanın ekstrem bir olgunluğu var. Ruhunuz hep bir 5-10 yıl ileride yaşıyor. 

Damla sakızlı Türk kahvemi içip, kafenin meşhur falcısına fal baktırmak beni eğlendiriyordu. Şu ana kadar tek bir dediği çıkmadığı halde yine de baktırıyordum. Ufaktı Özlem, üniversiteye gidiyordu. Yol parasını çıkartmak için haftanın iki günü buradaydı. Aslında tam zamanlı çalışmak istiyordu ama mimarlık bölümü dediğine göre bu isteğe pek elverişli değil. Ödevlerden başımı kaldıramıyorum deyip dururdu. O gün yan masaya iki çift geldi. Önce sevgili ya da evli olduklarını düşündüm. 

Kulak misafiri olduğumu itiraf etmeliyim. Hasta ve doktoruydu. Sohbet koyulaşınca o gün fal baktırmadım Özlem'e. Uyku sorunu vardı adamın. Doktora verdiği ilaçların onu tembelleştirmekten başka bir işe yaramadığını söylüyordu. Çok solgun görünüyordu. Uyuyamamanın tek faydası olarak verdiği 20 kilo olduğunu ifade etti. iyice meraklanmıştım, elimdeki kitaptan daha heyecanlı bir muhabbet dönüyordu. "Sabret" dedi doktor. "Sabrın dengesi, süresiyle yoğunluğunun birleşimidir. Şu anki durumum ise, içimdeki yaranın genişliğiyle derinliğinin birleşimi" dedi. 

Adama baktım, çok karakteristik bir suratı vardı. Kemikleri çıkık, ince dudaklı, iri çekik gözlüydü. Dişleri bayağı sarıydı ama. Alkol ve sigaranın etkisi olduğu epey belliydi. 30 yaşlarında olmalıydı. Zihnimde mesleğini merak ederken senarist olduğunu öğrendim. Sohbet devam ederken hem tanımadığım birinin hayatına tanık olmak garibime gidiyor hem de ilerledikçe üzüldüğümü fark ediyordum. Adamdan gerçekten etkilenmiştim. 

Adı Alperdi. Güzel isim Alper. Hiç bu isimli bir tanıdığım olmadı. En son senaristliğini yaptığı filmin başrol oyuncusuyla bir aşk yaşamış. Film aynı zamanda ilk yönetmenlik deneyimi imiş. Kadının kim olduğunu öğrenemedim. Orospu deyip durdu saatlerce. "Öldüreceğim o orospuyu da sevgilisini de." Düğünleri varmış eski sevgilisiyle aynı filmde oynadığı diğer başrol oyuncusunun. Klişe dizi senaryoları gibi bir gerçeği seyrediyordum resmen. 

Yıllardır ilk defa burada bir saati aşkın kalmıştım. "Sayemde ünlü oldu" dedi. "Bana yardım et" diye yalvarıyordu doktora resmen. İçimde unuttuğum bir şefkat duygusu kabarıverdi o anda. Ben de başka bir klişe olarak o saçlarını okşayacak iken son anda vazgeçen merhametli kadındım galiba. Doktor ısrarla tavsiyelerde bulunuyordu. O kadar bayat bir konuşması vardı ki beni bile baydı. 

"Siktir git" diye bağırdı Alper. Kabalaşmayın filan derken ağlaya ağlaya gönderi doktoru. Bir hışımla Alper de kalktı. Hesabı ödeyince tutamadım kendimi ben de kalktım, takip etmeye başladım onu. Bir yerde durdu önce, direğe yaslandı, olduğu yere çöktü, başladı ağlamaya. Böyle bir ağlamak ancak bebeklerde olur diye düşündüm. Gidemedim yanına. Pişmanım ama yine olsa gene de gidemezdim. 

Yağmur yağmaya başladı. Sırılsıklam olmasına karşın umurunda değildi dünya. "Neden ya" dedi. SENİ SEVMEKTEN BAŞKA NE YAPTIM BEN SANA. Ben de ağlamaya başladım. Ona değil ama kendime. Kimse beni böyle sevmemişti. Halime üzüldüm. Hani bir şarkı var ya, pek tarzım değil ama her dinlediğimde hayıflanırım. "Ah be" derim içimden.

"Ağladığın geceleri, kalbindeki acıları, çekinme gel bana getir. Sen tükenme beni bitir."

Artık oradan ayrılmam gerekiyordu. Madem yardımcı olamıyorum. Ne halt etmeye dikiliyordum ki? Kafamı çevirir çevirmez. Tek el silah sesi duydum. Farkında değildim. Kitabım elimdeymiş. Düşüverdi, arkama bakmaya çekinsem de ağlamaklı dönmüş bulundum. 

Baktım karşımda bana dik dik bakıyor. Havaya atmış ateşi. "Bana yardım et" dedi. "Önce iste" dedim, telefon numaramı kitap aralığıma yazdım, verdim. Bir daha aramadı. Bir hafta sonra gazetede öldüğü haberini öğrendim. Eski sevgilisinin düğün gecesi kendini çatıdan atmış. Buzlu kahve yaptım, televizyonu açtım. Herkes ölüyordu...

23 Ağustos 2015 Pazar

Kim çocukluğundan beri alışıksa acılara, hayatı boyunca ateşi yanar

Onu ilk gördüğümde o kadar çok ağlıyordu ki, sanki boynuna ip dolamışlar da öyle morarmıştı suratı. Ne zaman o büfenin önüne bırakılmıştı bilmiyorum. Uzun süre geçtiğinden emindim. Bu kadar yaygara koparmak, "Artık alın beni buradan" cümlesiyle eş değerdi. Yine terk edildiğim bir geceydi ve ikimizin de birbirine çok ihtiyacı vardı. Onu görmeden beş dakika önce, bu dünyaya aslında insanların birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini anlamalarını sağlayan bir cisim olduğumu düşünüyordum. 

Bu düşünce kendime olan saygımı yitirmeme neden olabilirdi. Yalnız kalırsam bununla yaşamak zorunda kalacaktım. Evet mutlu bir kadın olsaydım onu almazdım. İnsanın her yaptığı şeyin altında kişisel bir çıkar vardır. En azından benimki güzel bir şeye aracı olacaktı. Kapkara bir şeydi. Sıçan gibi göründü ilk gözüme. Kucağıma aldıktan sonra sustu. Ağlamaktan yorulmuş da olabilirdi. Önce hastaneye götürdüm. Yeni bebek doğuran bir anneden onu emzirmesini istedik. Kadının göğüslerini parçalamıştı resmen. O kadar acıkmıştı ki, yüzüne gelen renkten anladım. 

Ak pak bir şey oluverdi gözüme sonra. O an kaçmak istedim hastaneden. Bir çocuğu karnımda aylarca taşımadan, emzirmeden nasıl anne olunurdu ki? Böyle düşünüyordum ama bir yanım gitmenin ikinci bir bencillik olacağını söylüyordu. Annemin dediği gibi, "Kararında bir insan olmaya çalış. Şaştığın zamanlar olacak. Bunu fark edebilme yetisini kendine aşıla ve aynı gün iki hata yapma." Hakkımı doldurmuştum, kalmalıydım. 

İlk başta çok zorlandım. Öldürmek istediğimi hatırlıyorum örneğin. Önce onu sonra kendimi bazen de sadece kendimi. Çok mu acı çekmiştim, yoo aslında yeri geldiğinde gamsız bile olabiliyordum. Neydi o cümle? "Akıl kendi kendinin yeridir ve kendi başına cehennemi cennete, cenneti cehenneme çevirebilir."

Duyumlar, beceriler, ihtiyaçlar hep aynıydı. Tüm bunlar baktığında herkese eşit bir şekilde dağıtılmamıştı belki ama tam teşekküllüyse insan kaderinin efendisi olabilirdi. Hayatımda arzuları ve dilekleri dengeye oturtmak istiyordum. Bana güç veren bu dengeyi korumak olmalıydı. Bunu yapmak için bu bebeği kullanacaktım evet. Çevrem boş bakışlı otomatlara dönen insan yığınıydı. Nasıl görünmek istiyorlarsa kendilerini öyle gösteriyordu. 

Kurtarıcı aramıyordum ancak güzel bir insan yetiştirmek istiyordum. Seneler geçti bu düşüncelerimin üzerinden. Adını Bulut koydum oğlumun. Önce gerçeği verdim ona. Kendini bilmesiyle evlatlık olduğunu öğrenmesi bir oldu. Her yeni yaşında daha çok ayrıntı verdim ona ilk karşılaşmamızdan. Gökyüzünü çok sev dedim ona. Ama karmaşa bulutlarıyla örtülü olduğunu unutma. 

Uçurtma uçuracağın günlerin olacak, mutluluğunu kırma anı yaşa, havanın kötü olabileceği ihtimalini de hep göz önünde bulundur. Bazen güzel olan her şey ertelenebilir. Gecikmeler seni üzmesin, sonrası daha iyi gelecektir kim bilir belkide yüreğine. Dünyanın en hakiki olayı ölümdür oğlum. Kanatlarını açmış hazır oldadır hep. Korkma ondan, çok düşünüp üzülme de yok sanıp sonsuzluk hissine de kapılma sakın. Kurtuluşu hep kendinde gör. Her şeyin anlamı yavaş yavaş bitiyor, izlemenin tadına doy. Doyumsuz da olma. Dürüst olmaya çalış. 

Yalan söyleme diyemem bazen kurtarıcı olabiliyor. Bu konuda ısrarcı olma ama. Yalan söyleyenleri fark edeceksin. Kendini çok üzme. Çünkü her yalanın altında spesifik bir doğru vardır mutlaka. Bunu aklında tut olur mu? Hayvansever ol, merhamet et onlara. Haklarını savunamayan dünyanın en güzel canlıları onlar. Bunu yaparken insanı da yok sayma. Hayvan sevgisine kendini çok verirsen, kötü huylarını fark edemeyebillirsin. Her şeyi reva görme insanoğluna. İnsan insana lazım unutma! 

Düşeni rengine bakmadan ayağa kaldır. Bir hayat yaşıyorsun oğlum. Başına ne geleceği, seni kimin kurtaracağı belli olmaz. Yaşadığın süre zarfında kime minnet duyacağını seçemezsin. Bunu hep bil olur mu? Sen bana vücudumun sağlam olduğunu öğrettin. Eskiden yer yerim acırdı. Meğer parmağım kırıkmış. Sen öpünce iyileşti. Varlığından beri kendimi çok zinde hissediyorum. 

Son birkaç gün dışında. Biraz biraz ölüyorum oğlum. Sancılı geçen günlerimi sana anlatamadım. Şimdi yazıyorum, ölünce okumanı ümit ediyorum. Malum sen pek bir meraklısın. Dilerim eline geçmez. Güzel bir çocukluk geçirmen için elimden geleni yaptım. Bir kusurum olduysa affet beni. Bir şarkı dinledim bugün."Kim çocukluğundan beri alışıksa acılara, hayatı boyunca ateşi yanar" diyor. Ateş senden uzak dursun, yüreğine konarsa diğer insanlardan uzak dur. Alevleri beslemesin kalbin. Delinemez bir elmas gibi güzel ve güçlü ol.

Seni doğurmadığımı hiçbir zaman yüzüme vurmadığın için teşekkür ederim. Sana büyük bir minnet borcum var. Ödenecek bir şey değil, bu kefaretle ölüyorum artık. Beni unut evladım. İnsan ancak unutarak hayatta kalır

Seni seven annen

7 Ağustos 2015 Cuma

Zevk Sahibi Olmak Bir Tür Altıncı Histir

Uzun süredir yazıyorum. Sanırım altı ay oldu. Bu aralar takvimlerle aram çok iyi. Mutlu anlarımı ise saniyelerle ölçer hale geldim. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Eskiyi geri getirmeye çalışıyorum, her uğraşımda bir defolu yerlere rastlamak beni sinirli bir kadın haline getirdi. Önceden 'sinir' denilen ruh hali bu bünyeye çok az uğrardı. Baş etmesi kolaydı çünkü. 

Müzisyenlerin kendi iç sesiyle baş etmesi diğer insanlara göre daha dingindir. Bir şekilde huzuru sağlarız biz. Sanılanın aksine şu hayatta en değer verdiğimiz şey seyirci, dinleyici değildir aslında. Bizim için onlar işin ticari kısmıdır. Böyle kelimelere dökünce çirkin duruyor ama öyle. Notumuzu ne meslektaşlarımız ne de biz verebiliriz. Başarımızı memleketimize ya da dünyaya artık her neresiyse duyuracak olan onlardır. Ama bir yanımız, onların biz sanatçıları rezil de vezir de edeceğini bilir. 

O yüzden kuşkuyla bakarız dinleyiciye. Fakat hiçbir zaman bunu onlara belli etmeyiz. "Saygıdeğer misafirler, hoş geldiniz. Buraya kadar gelip bizi dinlediğiniz için hepinize teşekkürler. Bizler sizler sayesinde varız." yalanlar, yalanlar...Parasını verip en öne bilet alan adama istediği geceyi yaşatma da gör sen. Bak bakalım senin bir ömre sığdırdığın emeğini bir gecede nasıl yerle bir ediyor. Asla hastalanmamalısın mesela. Kimse bununla ilgilenmez. Sahnenin büyüsü bazen seyirciye senin de bir insan olduğunu unutturabiliyor. Babamın dediği gibi, "Seyirciye ve öğrenciye asla güvenmeyeceksin." 

Müzik hayatımın olmazsa olmazı oldu her zaman. Babam ve annem müzisyen değildi ama sanata, edebiyata çok düşkündü. Derslerden arda kala zamanlarda aldığım piyano dersleri zamanla tutkuya dönüştü. Sanırım bunda Halit hocanın etkisi büyük. Çok aşıktım ona. Onun takdirini kazanmak benim için dünyanın en değerli şeyiydi. Haftada bir gün olan dersine günler öncesinden hazırlanıyordum. Trafik kazasında ölünce kendi içime kapandım. O kadar sevmeme rağmen öldüğünde hiç ağlamamıştım. Nişanlıydı, kız arkadaşını o kadar üzgün görünce sanki bana üzülecek yer kalmadı gibi düşündüm. 

Ben de kendime söz verdim. Onu tüm dünyaya tanıtacaktım. Başarılı bir piyanist olacak, aldığım her ödülü ona armağan edecektim. Halit'in uyuduğu yerden beni takip ettiğine kendimi o kadar inandırmıştım ki, tıpı yarıda bırakıp konservatuara girdim. Mezun olduktan ancak 5 yıl sonra adımdan söz edilmeye başlandı. İyi bir müzisyen ama soğuk bir kadın oldum. Hırs doluydum, her şey hakkında bir fikrim vardı. Zamanım çok değerliydi ve hayatıma giren insanları bile buna göre seçiyordum. Herkes üst düzey yetenekli olmalıydı benim için. Gittiğim mekanlar, dinlediğim insanlar, yürüdüğüm sokaklar bile notalarıma ilham kaynağı olmalıydı. 

Sonraları çok az insanla görüşmeye başladım. İstanbul'un şehir yaşamından uzaklaşmak için ormanın içinde bir villa yaptırdım kendime. Göl kıyısında, bol yeşillikli tamamı boydan boya cam olan etrafımı izleyebileceğim ufak bir saray. Çam ağaçlarının kokusunu duymak, müzikten sonra aradığım tek şeydi. Günlerce evden dışarı çıkmadığım zamanlar oluyordu. Bu yüzden evimi boydan boya camla kaplı olmasını istedim. Dışarısını izlemek bana iyi geliyordu. 

Kent yaşamından uzak kalmak, 'bu gece ne giyeceğim' derdinin olmaması, makyaja gerek duymamak hepsi hoşuma gitmeye başladı. Çünkü her geçen gün artan başarım, bana zamanla kusursuzluk hissi yarattı. Çok güzel ve şık da olmalıydı, erkekleri hem yeteneğim hem de güzelliğimle etkilemek, onların baştan çıktığını görmek beni eğlendiriyordu. Sonra bunların beynimi meşgul ettiğini gördüm. Garip ama hayal gücüm daralıyordu. 

Yeteneğimi böyle boş işlerle ziyan edemezdim. Zihnim açık olmalı ve sadece müzik için dolmalıydı. Bazen kendime çok kötü davranıyordum. Müzik konusunda gözüme iyi görüneni yapma zevkim, kendime gelince oldukça acımasız bir hal alıyordu. Herkesin köpek gibi yaşadığı ferah bir köpek kulübesiydi beynim. Geceleri karanlığın sessizliğini delen kırmızı şarap havuzu gibi oluyordu içim. Parmaklarım da zirvenin anahtarıydı. İyi bir yetenek iyi bir ahlaktan daha önemliydi benim için. Ahlak dünyayı kurtaramazdı ama iyi bir yetenek ülkeni tanıtmanın en tatlı tarafıydı. Kurallar koydum kendime;

- Her zaman aklına ilk geleni önemse, iki kez düşünme

- Hiçbir zaman başkaları gibi düşünme özgün ol

- Zevk sahibi olmak bir tür altıncı histir

- Birçok hikayeyi iyice öğren, bol bol konuş

- Konuşmadan önce sakın düşünme

- Kendini her zaman yeni ve orijinal bir şekilde ifade et.

Peki tüm bu kurallar, bu yetenek, bu hayat ne için? Bu kadar detayın içinde bir gün sağır olma ihtimalini düşünmeme nedenim neydi? Başıma gelmeyeceğini sandığım durum, kendimi dünyaya inen bir mucize olarak görmemmiydi? Tuhaf olan ne biliyor musun, sağır olduğumu anladığım ve bir daha işitemeyecek olduğumu öğrendiğim gün üzüldüğüm müzik değildi. Piyano çalamayacak olmam da değildi. 

Kılıç kırlangıcı, kanarya, tarlakuşu, ardıçkuşu, sülün, güvercin, bülbül ve ispinozun sesini duymayacak olmama ağladım ben. Çünkü benim gibi kulak sesi mükemmel olan bir kadın bunu sadece piyanoya harcamıştı. Sonra hayatımın kalan kısmına baktım. Sağır oldum ama ölmemiştim neticede. Başka uğraşlarla meşgul olabilirdim. Koca bir hiç gördüm. Müziğe kendimi o kadar bağlamıştım ki, becerebildiğim tek bir şey bulamadım. Böyle yaşayamazdım. İntihar etmeyi düşündüm. 

Yapamadığımı görünce hala yaşamak istediğimi fark ettim. Fakat bunun için ne yapabileceğimi bilmiyordum. Sonra yazmaya başladım. Sanırım hayat hikayemi anlatacağım bir kitap çıkartacağım. Görüştüğüm tüm yayınevleri olumlu yanıt verdi. Sadece birilerine bir şeyler anlatmak değil kendimle yüzleşmek için de iyi gelecek bir deneyim olacak. Körlerin işitme engellilere göre her zaman daha mutlu olduklarını düşünmüşümdür. 

Çünkü körler, insanların iğrenç tepkilerini, kendilerine acıyan bakışları görmüyorlar. Duyabiliyor ve konuşabiliyorlar. Müzik ruhun gıdası gerçekten. Ruhumu besleyen vitaminimden hayatım boyunca uzak kalacağım. Nereye kadar bu şekilde devam edebilirim bilmiyorum. Umarım hala işe yarar parmaklarım, başkalarına ilham olur. Müzik benim dinim...

18 Temmuz 2015 Cumartesi

İç Sesler

Bazı anlar vardır içinde insan olmayan ama yüreğini telaşlandıran. İlk bakıştaki etkilenme haline benzer. Ben uzun yolculukları hep buna benzetir. Kalbim kıpır kıpır olur böyle zamanlarda. Bavul hazırlamak sonraya attığım en son şeydir. Bir daha ne zaman gideceğimi bilmediğim o yeri zihnimden silmek istemem. Arada böyle saçma sapan bir anda ya da tam da sana ihtiyacım olduğu dönemde aklıma gelsin ki birilerine dil dökmek zorunda kalmayayım. 

İnsan konuşmaktan yoruluyor bazı bazı. O yüzden önce bilet işini hallederim. Kesinlikle gece saatleri olmalı. Gün batımından sonra hafif serince belki. Sonra şarkılar seçerim kendime. Uzun bir otobüs yolculuğu beni bekliyor. Aslında trenleri daha çok severim. Ama onların bir hasret tarafı vardır. Gitsem de dönsem de hep ağlayasım gelir. Hüzün bana her zaman iyi gelmez. Şu an otobüs olsun istedim. Yolda konuşmayı sevmem ama olur ya erdemli bir amca oturur yanıma.

Dünyada az bulunan cinsten. Benim ilk defa gittiğim yer, onun memleketidir. Çocukluğundan başlar anlamaya, hiçbir kitapta yazmaz anlattıkları. Bak işte o zaman dinlerim o dili. Dinlemelere doyamam da ses etmem lakin beni konuşturmasınlar. Konuşmayı hiç sevmem. Yolculuğun kendince yorucu bir tarafı var zaten bir de sesim beni yormasın. Yol sisli olsun isterim. Çamurlu patikalardan geçelim, sanki ölüme gidiyormuşuz da son anda ıskaladık gibi biraz heyecanı da olsun. 

Yağmur yağsın mutlaka. cama şıp şıp çarpsın ki uyumayayım. Bir kere böyle bir anım olmuştu. Sevgilimin yanına gidiyordum. Öğrenciyim o zamanlar. Özlemiş beni, saat-hava mı dinlerim hemen çıktım evden. Sonra kavga edip ayrıldık. Hayat tuhaf şey, bilseydim gitmezdim. Gece öyle sert geçince varacağınız yer bir kasaba ve mevsimlerden yaz ya da baharsa eğer, sabahıne güneş bir yakar ki insanı sorma. Yere ayak basar basmaz, gökyüzü hayatın kısaca özetini sunar. İşte yaşam bu kadar. 

Ölmediysen her gecenin bir sabahı olduğunu unutma ama buna da alışma gece seni yine bekler. Her tatile bir yaz aşkımı bulma umuduyla başlarım. Ne bileyim filmler, müzikler, kitaplar filan öyle değil mi? O serin tatlı yaz veya bahar akşamlarında insan birinin bakışlarını üzerinde hissetmez mi? Derler ya, havasından mıdır suyundan mıdır bilinmez başka zaman olsa hayatta etkilenmeyeceğin kadın/adamdan etkileniverirsin o anda işte. O yüzdendir ki kısa sürer zaten yazın aşkı. Bende genelde çocuklar engel olur böyle tatlı kaçamaklara. 

Muhakkak bir çocuk görürüm ama bir hafta ama bir ay, tüm zamanımı ona ayırırım. Kim bilir yaşayacağım kaç hayatı es geçmişimdir. Ne yapayım çok seviyorum çocukları. Sevmeme rağmen anne olmak istemiyorum. Katı bir kural değil bu hayatımda. Korkuyorum sadece. Ona yetemezsem diye, ya anlayamazsam? Çocukları sevmek başka anne olmayı hakkıyla yerine getirmek başka. Hepsi bir yana ya ondan önce ölürsem? 

Yeterince öksüz yetim çocuk varken kendi çocuğumu nasıl annesiz bırakırım. Bu yüzden senelerdir evlat edinmek istiyorum. Ona da yetemem diye daha cesaret edip de gidemedim bir yetimhaneye. insan ne kadar cesur olduğunu sansa da bir yerleri ne kadar tırsak. Ben kafamdaki bu soru işaretleriyle uğraşırken Dalyan'a gelmişim bile. Sazlıklardan havalanan bir bir Muğla beldesi. Fotoğraflarından daha ufak olan küçük bir butik oteldeyim. Çok şirin sayılmasa da temiz bir yer. Farkında olmadan yolculuk yormuş beni. Uzun zamandır uyku problemi çekiyorum aslında. 

Kuan diye bir grup var. İyi geliyorlar bana. Onu açtım uyumuş gitmişim sonra. Uyandığımda saat 17.00'ye geliyordu. Sonra ne oldu biliyor musun, gözlerimdeki çapakları çıkartmak için yüzümü yıkadım. Bundan sonrası basit. Çok basit ya karnım acıktı bir şeyler yemek için restoran aramaya çıktım. Hem gezmiş de olurdum. Bu yani bu kadar. Gezerken karnımın o kadar acıkmadığını fark ettim. Daha doğrusu hemen yemediğim için açlık hissim gitti. Zaten sıcak insanın canı bir şey istemiyor. Buz gibi bira istiyorum. Rakı olsaydı iyiydi de insan iki kelam edecek birini arıyor. 

Şart değil tabi ama yalnızlığımı yüzüme vuruyor ve şu an tatildeyim kendimi kötü hissettirecek her şeyden uzak durmak istiyorum hem de her şeyden. Bir hafta da olsa. Nasılsa döndüğümde kiramı geciktirdiğim için kapıyı daha sert vuran bir ev sahibi, veresiye defterini biraz daha zorlarsak ansiklobedi yapacak bir bakkal ve kendini uzun zamandır buzdolabı gibi hissetmeyen, akranlarının kapısı yiyecekten kapanmıyorken bizimkinin yeni bir tür hayvanla her an karşılaşabileceği gerçeği beni bekliyor. "Tamburuna, kemanına, defineee sen de katıl" diye bir şarkıyla uyanıp barda çalan "Had gel buluşalım köprünü naltında kimseler görmesin" şarkısıyla geceye devam etmek biraz ilginç olmadı değil. 

Sonra onu gördüm. Yeni sipariş vermiştim, içkiden bir yudum bile almadım. Sarhoş olmadığımdan onun 'o' olduğuna eminim. Barıştı o vallahi de o. Hemen önümü döndüm. Biramı içmeye başladım. Çaktırmadan karşımdaki aynadan kendimi süzdüm. Ne kadar berbat görünüyorum. Tatildeyim ama gündüz sere serpe uyuyunca denize giremedim tabi. Süt beyaz tenim maşallah yerli yerinde. Makyajsız soluk ve yüzü gözü şiş bir surat. Sen o kadar adama hayranlık duy bir de tatilde karşılaş tipe gel. Offf bu bedevilik sülalede bir bana mı özgü ya. Bir dakika biri yanıma geliyor. Gölge görüyorum yan profilimden. Hayır şu an değil. Daha fazla içmem lazım.

- Yağmur naber?

- (İyi bok yedin. Sırf sen beğen diye 300 TL verdiğim kırmızı elbisemle yanıma bile yanaşma şimdi gel...) Aaaa Barış, naber yaa, ne işin var burada. Dünya ne kadar küçük (inş cnm yha da de iyice klişeye vur Yağmur afferin sana. Dünya küçükmüş geri zekalı ya)

- Gerçekten öyle. Demek aynı anda izin kullanmışız. Senin yıllık iznin olduğunu bilmiyordum. Aslında tam bir yılım dolmadı haklısın. Ama yaz gelince rica ettim. 2 ay için kalbimi kırmadılar sağ olsunlar. İdare ediyor arkadaşlar. Yeni gelen de işi bayağı öğrendi. Gözüm arkada kalmadı yani. Sen nelere yapıyorsun? Dalyan nereden çıktı? Sen pek Türkiye'yi gezmezsin, malum yurt dışı senden sorulur (Yağmur ne saçmalıyorsun sen ya, adamı resmen sorguya çektin. Şu an var ya iticiliğin tarihini yazıyorsun)

- Olur mu çok gezdim Türkiye'yi de. Gerçi bu seferki biraz farklı. Hem gezmek hem iade-i ziyaret. 

- Nasıl anlamadım?

- Kız arkadaşımın ailesi burada yaşıyor. Daha önce de gelmiştik. Bu defa biraz daha kalabalığız. Kız istemeye geldik yani

- (Kız istemeye geldin de ne sikime buradasın) Ah ne hoş, çok sevindim senin adına. Demek...hım...Gelin hanım kim? Tanıyor muyum?

- Bildiğini sanıyordum. Başak, bizim iletişim koordinatörü

- (Hiç anlamadım ya. Orospu Başak'a bak sen. Hayır salak da o kadın. Tuvalette onu gördün mü sen hiç? Bir şey diyorsun, aynaya  bakarak yanıt veriyor. Kendini süzmekten memelerini yicek bir gün endişe ediyorum). Bilmiyordum ama iyi kadın bulmuşsun. Çok doğru bir tercih gerçekten. Hayal ettim de inanılma yakışırsınız (topukluyla yürüyememesine rağmen ısrarla giriyor ya hayal ettim de, koluna girince inşallah ikiniz de düşersiniz yolun ortasında)

- Sen kiminle geldin?

- Tek geldim aslında erkek arkadaşımla gelecektim de onun işleri çıktı. Yarın burada olacak inşallah (iyi salladın he, bazen kafan çalışıyor)

- Süper. Eee yarın birlikte takılalım. Rakı balık yapacağız bizimkilerle. Siz de gelin, muhabbet olur.

- (Yaaa parayla tutarım birini gelirim artık) Bir gelsin de söz vermeyeyim şimdi. Yorgun olur filan ona sormadan kesin geliriz diyemem.

- Tamam bak bu numaram, yarın yazarım sana ona göre konuşuruz yine olur mu?

- Tabi tabi olur

- Ben kaçtım o zaman, hadi görüşürüz umarım yarın.

- Umarım

Ya ben ne yapacağım şimdi. Cidden adam mı tutsam gerçekten. Yok ya bir de ona mı para vereceğim. Zaten ne işim var orada. Bu ne mazoşistlik. Bile bile acı mı çektireyim kendime

- Bence de uğraşma

- Sen kimsin be. Beni mi dinliyorsun sen?

- Özel bir çabam olmadı şahsen. Yanımdasın, konuşuyorsun diye "Sus bir beynimi siktin" diyeceğime dinlemek daha kibar bir yaklaşım gibi geldi.

- Aman çok marifet sanki bana

- O adamla sen olamazdınız zaten

- Bak sen, nereden belliymiş?

- Saat gecenin 02.00'si hala kafasında güneş gözlüğü olan adamla ne yapacaksın Allah aşkına. Çocuk olma, tuğlanın ötesindeki duvarı görmek için yeterince büyümüş olmalısın. Psikolojini bu kadar etkileyecek kadar adamın büyütleecek bir şeyi yok inan.

- Kimseyi büyüttüğüm filan yok benim bay çok bilmiş

- Ben bayan desem "Bayan değil kadın" diyecek bir kafanız var sizin. Bunu da gayet büyütebilirsin. O kapasite var sende. Çok düşünceliyiz diye geçinip duruyorsunuz da her şeyin ayrıntısına inmekten basit olanı da zora sokuyorsunuz. Bak bunlar hacetteyken gazete okumamanızdan kaynaklanıyor. 

Zihninizi boşaltır, daha geniş bakarsınız olay ve durumlara. Görünmeyen peçeler takıyorsunuz suratınıza. Bir boşluk olmayagörsün hemen yangın yerine çeviriyorsunuz ortalığı. Yahu ne gerek var. Sana bir şey diyeyim mi, tüm bu insanlar hiç bir yere ve her yere ait. Kafanın sakinleşmesine izin ver. Buraya gelmeden önce de buradaydın, ayrıldıktan sonra da burada olacaksın. Gidiyorum ben, daha bir sürü işim var.

- Hey adın ne?

- Bak hala aynı şeyi yapıyorsun. Adımı merak edeceğine anlattıklarımın üzerinde dur biraz. De ki, Ahmet de ki; Mehmet ne fark eder? Diline ne kolay geliyorsa o ismi tak bana. Bu arada adam kazağını omuzlarına atmış. Gerçekten çok itici bir görüntüsü. Yatı olan 60 yaşındaki 18 yaş bağımlısı sübyancı şairlere benziyor. 

5 Temmuz 2015 Pazar

Kırmızı Gözlü Beyaz Tüylüyü Severdi Güzel

- Evet anlat seni dinliyorum. Elimde bir dosya var ve sen bunun aksine hiçbir suçunun olmadığını iddia ediyorsun.

- Çünkü yok! Arkadaşım güzel bir şey yapmak istedi. ilk başta bana da akıl dışı geldi ama sonradan ona destek oldum. Zaten Güzel çok inatçı bir kızdı. Ben yardım etmeseydim de yapacaktı. Onun talihsizliğine geldi. Hesap edemedik bazı şeyleri. Hem böyle bir şey nasıl hesap edilebilir ki. Bir anda olayın içinde bulduk kendimizi.

- Hanımefendi, hesap edemediğiniz olay arkadaşınızın canına mal oldu.

- Farkındayım.

- En baştan tüm detaylarına kadar eksiksiz anlatmanı istiyorum. Hatta Güzel'den de bahset biraz.

- Peki. Güzelle üniversiteden arkadaşız. 5 yılımız beraber geçti. Hazılıktan beri tanırdım onu. Sonra aynı eve çıktık. Hukuk sınavlarında çok yardımını almışımdır. Sayesinde bitti okulum. O zaman tıpta okuyan bir çocukla beraberdi. Çocuk Siirtli, bilmediği şey yok. Tarihi yalayıp yutmuş. Hep derdik, "Sen hukuk okumalıymışın" diye. "Okusam aç kalırdım" derdi o da. Güzel, tarihi, hukuku çok iyi bilir ama çok siyaset yapan biri değildi. Yani gündemi bile gelişigüzel okurdu. Sevgilisi Can da aksine nerede eylem nerede dernek mernek hepsine üye. 

Yalnızca Kürt hakları değil tesettürlüsünden gay protestolarına kadar hepsine katılırdı. Hani şu Türkiye'de 'öteki' dediklerinden. Güzel'in de zamanla algıları değişti tabi. Kaç defa gözaltına alındılar, dayak yediler. Can bir şekilde paçayı sıyırdı da Güzel okuldan atıldı. Ailesi evlatlıktan reddetti sonra onu. Öğretmen anne babası var kızın. Tam Kemalist ikisi de, gözünün  yaşına bakmadılar kızın. Annesiyle yine telefonda görüşüyordu ama zamanla o da kesildi. 

Babası duymuş dövmüş kadıncağızı. Annesi de daha cesaret edememiş aramaya. Güzel de korktu zaten sonra, aramadı bir daha hiç. Can okulunun son senesi Güzelle nikah masasına oturdu. Güzel'in ısrarıyla ama, yani ortada bir evlilik teklifi filan olmadı. Can o gün, nikah günü memura 'hayır' cevabını verdi. Güzel'den de özür dileyip çekti gitti. Yapamazmış, babası muayene açacakmış ona. Psikoloji okuyordu, ailesinin çevresi de geniş, zenginler de üstelik. 

Güzel, dımdızlak kaldı ortada. Ben tek başıma eve çıkmıştım o zaman. Sayesinde okulum bitmiş, bir işim varsa en çok onun emeği vardı üstümde. Hiç lafını bile yapmadım kapımı açtım. Bu arada Can da o eyle olaylarını filan bıraktı ama Güzel aksine bir de bağımsız bir gazeteye girdi. Fikir ayrılıkları yaşadılar çıktı. Parasını da alamadı. Oradaki arkadaşlarıyla beraber ortak bir şeyler yapmaya çalıştılar. Ne yaptıklarını hiç anlamadı. 

Komiserim gazete desen değil örgüt desen dilim varmıyor. Anlamadım yani. Ne zaman sorsam "İnsanlık için savaşıyoruz" deyip durdu. Bir gün sinirlendim ben de, dedim, "Hem insanlık hem savaş nasıl oluyor?" Kötü kavga ettik az daha gidiyordu. Uzun bir süre konuşmadık o günden sonra. Çok uzun bir süre hem de. İyice sessizleşti Güzel. Yemek yemiyor, konuşmuyor, konuşmaya çalışıyorum ağzından kelimeler çıkmıyor. Sanki dün annesini kaybetmiş üç yaşındaki çocuk komiserim.

Bir gün geldi dedi, "Ben bu dünya düzenine ayak uyduramıyorum. İnsanlar delirmiş. Tepki-etki-empati diye saçma sapan konuşuyorlar. İnsanlar mermere dönmüş. Ha onun yüreği ha kaldırım taşı. Küçücük çocuğun ölümü üzerinden siyaset yapıyorlar. Adına da 'vicdan' koyuyorlar. Siyasette merhamet olur mu hiç? Herkes kendi bildiğini çok iyi bilir olmuş, bildiğinden de değil he. Diğerlerini de salmış. Sonra diyor ki, SAYGI! Ha siktir oradan. Sen onu dedene sakla. Yanında topla bacaklarını, onun dışında gerisi, onların tercihleri umurunda olmasın artık. 

İşine gelince nasıl da bencilsin. Yine yapsana! Dayanamıyorum ben. Sloganlarından, fotoğraflarından, sokak sanatı diye annesini normal hayatına döndüremeyen sözde sanatçılarından. Bıktım!!! Bir planım var.  Bir eylem yapacağız ve siz beni öldüreceksiniz. Öleceğimden değil. Ama insanlar beni öldü sanacak. Suçu da devlete atarız. Son sözüm, "Annemin tekrar kendi hayatına dönmesi için ne olur beni sloganlaştırmayın" olacak. İnsanlar hemen gaza geliyor. Bir şeyler anlatabiliriz. Böylece bu huylarından vazgeçerler."

Aynen böyle dedi başkomiserim. Artık gerçekten kafayı yediğine inandım. Haftalarca yalvardı yakardı. Ne ısrarından vazgeçti ne de ben onu ikna edebildim. En sonunda pes ettim. O gün toplandık. Sözde Cumartesi Anneleri içindi. Önden arkadaşları gitti. Kalabalık ortamı sağladılar. Kenan Evren de yeni ölmüştü. İyi denk geldi yani. Bir caz vardı orada. 

Tam önünden geçerken oranın sahibinin Suriyeli iki çocuğu tartakladığını gördük. Dileniyorlarmış. Güzel delirdi birden. Ne yapıyorsun ne ediyorsun demeye kalmadan herkes etrafımıza toplandı. Bizim arkadaşlar da tam karşımızda. Polis gelmiş tartışmışlar. Gerçekten bir anda nasıl öyle oldu yani herkes birbirine karıştı anlamadım. Kavga dövüş kim kime vuruyor neden vuruyor ne ben biliyorum ne onlar. Güzel çocukları bir apartman dairesine sakladı o sırada. 


Sonra havaya iki el ateş etti. Silahı olduğunu gerçekten bilmiyordum. O ateş açınca polisler de karşılık verdi. Yanda tavşancı vardı. Gerçi mesleklerini bilmiyorum da hani niyet çekiyorsun ya ondan. Hemen koştu tavşanı aldı Güzel eline, panik oldu. Bir el daha ateş edildi. Bizimkiler mi polis mi göremedim. Tavşana geldi. Güzel'in yüzü kan revan. Bir hıçkırmaya başladı, bir çığlık. "Hayvan heriiif" diye bağırmasıyla polisi alnından vurması bir oldu. Güzel tavşanları çok severdi. Belki çocuklardan bile daha çok. 

Manyak bir gün zengin olursa tavşanı alıp estetik cerraha götürecekmiş, kendisini ona benzetsin diye. Deli işte. Köyde teyzesinin tavşanları varmış eskiden. Bu yedi yaşında mı ne o zamanlar. Teyzesi önce sevdirmiş sonra yedirmiş. Tavuk sanmış önce sonra o beyaz kırmızı renkli tavşan olduğunu duyunca günlerce ağlamış. Ondan tavşanlara karşı hep bir mahçup hissederdi kendini. Ne zaman yolda tavşan görse bir yarım saatimiz yolun ortasında geçer. Lan dedim bir gün, yeğenini sevmedin böyle. Bu kadar komiserim. Şimdi ne olacak?

- Arkadaşlar seni nezarethaneye götürecek. Mahkeme gününe gelene kadar oradasın üzgünüm. Saladabilirler, cezaevine gönderedebilirler. Ama çok yiyeceğini sanmıyorum. Şimdi çıkıyorum, polis memurları alacaklar seni.

- Komiserim

- Ha

- Tavşanı vuran belli mi?

- Can. Şu nikah masasında Güzel'i bırakan. Aslında o işleri bırakmamış. Parayı tercih etmiş sadece. Bir yandan da Güzel'i kollar dururmuş senelerdir. Artık buna ne kadar kollamak denirse...