Uzun süredir yazıyorum. Sanırım altı ay oldu. Bu aralar takvimlerle aram çok iyi. Mutlu anlarımı ise saniyelerle ölçer hale geldim. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Eskiyi geri getirmeye çalışıyorum, her uğraşımda bir defolu yerlere rastlamak beni sinirli bir kadın haline getirdi. Önceden 'sinir' denilen ruh hali bu bünyeye çok az uğrardı. Baş etmesi kolaydı çünkü.
Müzisyenlerin kendi iç sesiyle baş etmesi diğer insanlara göre daha dingindir. Bir şekilde huzuru sağlarız biz. Sanılanın aksine şu hayatta en değer verdiğimiz şey seyirci, dinleyici değildir aslında. Bizim için onlar işin ticari kısmıdır. Böyle kelimelere dökünce çirkin duruyor ama öyle. Notumuzu ne meslektaşlarımız ne de biz verebiliriz. Başarımızı memleketimize ya da dünyaya artık her neresiyse duyuracak olan onlardır. Ama bir yanımız, onların biz sanatçıları rezil de vezir de edeceğini bilir.
O yüzden kuşkuyla bakarız dinleyiciye. Fakat hiçbir zaman bunu onlara belli etmeyiz. "Saygıdeğer misafirler, hoş geldiniz. Buraya kadar gelip bizi dinlediğiniz için hepinize teşekkürler. Bizler sizler sayesinde varız." yalanlar, yalanlar...Parasını verip en öne bilet alan adama istediği geceyi yaşatma da gör sen. Bak bakalım senin bir ömre sığdırdığın emeğini bir gecede nasıl yerle bir ediyor. Asla hastalanmamalısın mesela. Kimse bununla ilgilenmez. Sahnenin büyüsü bazen seyirciye senin de bir insan olduğunu unutturabiliyor. Babamın dediği gibi, "Seyirciye ve öğrenciye asla güvenmeyeceksin."
Müzik hayatımın olmazsa olmazı oldu her zaman. Babam ve annem müzisyen değildi ama sanata, edebiyata çok düşkündü. Derslerden arda kala zamanlarda aldığım piyano dersleri zamanla tutkuya dönüştü. Sanırım bunda Halit hocanın etkisi büyük. Çok aşıktım ona. Onun takdirini kazanmak benim için dünyanın en değerli şeyiydi. Haftada bir gün olan dersine günler öncesinden hazırlanıyordum. Trafik kazasında ölünce kendi içime kapandım. O kadar sevmeme rağmen öldüğünde hiç ağlamamıştım. Nişanlıydı, kız arkadaşını o kadar üzgün görünce sanki bana üzülecek yer kalmadı gibi düşündüm.
Ben de kendime söz verdim. Onu tüm dünyaya tanıtacaktım. Başarılı bir piyanist olacak, aldığım her ödülü ona armağan edecektim. Halit'in uyuduğu yerden beni takip ettiğine kendimi o kadar inandırmıştım ki, tıpı yarıda bırakıp konservatuara girdim. Mezun olduktan ancak 5 yıl sonra adımdan söz edilmeye başlandı. İyi bir müzisyen ama soğuk bir kadın oldum. Hırs doluydum, her şey hakkında bir fikrim vardı. Zamanım çok değerliydi ve hayatıma giren insanları bile buna göre seçiyordum. Herkes üst düzey yetenekli olmalıydı benim için. Gittiğim mekanlar, dinlediğim insanlar, yürüdüğüm sokaklar bile notalarıma ilham kaynağı olmalıydı.
Sonraları çok az insanla görüşmeye başladım. İstanbul'un şehir yaşamından uzaklaşmak için ormanın içinde bir villa yaptırdım kendime. Göl kıyısında, bol yeşillikli tamamı boydan boya cam olan etrafımı izleyebileceğim ufak bir saray. Çam ağaçlarının kokusunu duymak, müzikten sonra aradığım tek şeydi. Günlerce evden dışarı çıkmadığım zamanlar oluyordu. Bu yüzden evimi boydan boya camla kaplı olmasını istedim. Dışarısını izlemek bana iyi geliyordu.
Kent yaşamından uzak kalmak, 'bu gece ne giyeceğim' derdinin olmaması, makyaja gerek duymamak hepsi hoşuma gitmeye başladı. Çünkü her geçen gün artan başarım, bana zamanla kusursuzluk hissi yarattı. Çok güzel ve şık da olmalıydı, erkekleri hem yeteneğim hem de güzelliğimle etkilemek, onların baştan çıktığını görmek beni eğlendiriyordu. Sonra bunların beynimi meşgul ettiğini gördüm. Garip ama hayal gücüm daralıyordu.
Yeteneğimi böyle boş işlerle ziyan edemezdim. Zihnim açık olmalı ve sadece müzik için dolmalıydı. Bazen kendime çok kötü davranıyordum. Müzik konusunda gözüme iyi görüneni yapma zevkim, kendime gelince oldukça acımasız bir hal alıyordu. Herkesin köpek gibi yaşadığı ferah bir köpek kulübesiydi beynim. Geceleri karanlığın sessizliğini delen kırmızı şarap havuzu gibi oluyordu içim. Parmaklarım da zirvenin anahtarıydı. İyi bir yetenek iyi bir ahlaktan daha önemliydi benim için. Ahlak dünyayı kurtaramazdı ama iyi bir yetenek ülkeni tanıtmanın en tatlı tarafıydı. Kurallar koydum kendime;
- Her zaman aklına ilk geleni önemse, iki kez düşünme
- Hiçbir zaman başkaları gibi düşünme özgün ol
- Zevk sahibi olmak bir tür altıncı histir
- Birçok hikayeyi iyice öğren, bol bol konuş
- Konuşmadan önce sakın düşünme
- Kendini her zaman yeni ve orijinal bir şekilde ifade et.
Peki tüm bu kurallar, bu yetenek, bu hayat ne için? Bu kadar detayın içinde bir gün sağır olma ihtimalini düşünmeme nedenim neydi? Başıma gelmeyeceğini sandığım durum, kendimi dünyaya inen bir mucize olarak görmemmiydi? Tuhaf olan ne biliyor musun, sağır olduğumu anladığım ve bir daha işitemeyecek olduğumu öğrendiğim gün üzüldüğüm müzik değildi. Piyano çalamayacak olmam da değildi.
Kılıç kırlangıcı, kanarya, tarlakuşu, ardıçkuşu, sülün, güvercin, bülbül ve ispinozun sesini duymayacak olmama ağladım ben. Çünkü benim gibi kulak sesi mükemmel olan bir kadın bunu sadece piyanoya harcamıştı. Sonra hayatımın kalan kısmına baktım. Sağır oldum ama ölmemiştim neticede. Başka uğraşlarla meşgul olabilirdim. Koca bir hiç gördüm. Müziğe kendimi o kadar bağlamıştım ki, becerebildiğim tek bir şey bulamadım. Böyle yaşayamazdım. İntihar etmeyi düşündüm.
Yapamadığımı görünce hala yaşamak istediğimi fark ettim. Fakat bunun için ne yapabileceğimi bilmiyordum. Sonra yazmaya başladım. Sanırım hayat hikayemi anlatacağım bir kitap çıkartacağım. Görüştüğüm tüm yayınevleri olumlu yanıt verdi. Sadece birilerine bir şeyler anlatmak değil kendimle yüzleşmek için de iyi gelecek bir deneyim olacak. Körlerin işitme engellilere göre her zaman daha mutlu olduklarını düşünmüşümdür.
Çünkü körler, insanların iğrenç tepkilerini, kendilerine acıyan bakışları görmüyorlar. Duyabiliyor ve konuşabiliyorlar. Müzik ruhun gıdası gerçekten. Ruhumu besleyen vitaminimden hayatım boyunca uzak kalacağım. Nereye kadar bu şekilde devam edebilirim bilmiyorum. Umarım hala işe yarar parmaklarım, başkalarına ilham olur. Müzik benim dinim...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder