6 Eylül 2015 Pazar

Yazamamak

Bir cümle okudum bugün. "Sonunda ne olursa olsun yazın" diyordu. Buna benzer birkaç cümle daha okumuştum. Yazmak üzerine bir sürü şey. Tanıdığım çoğu insan da yazıyordu. En azından şimdi olmasa da hayatının bir döneminde bir şeyler karlamıştı herkes. Ne kağıdı ne kalemi ne de o bilgisayardaki word dosyasını sevebildim. 

Daktiloyla hiç tanışmadım zaten. Ailede başlıyordu aslında her bir şey. Bizimkiler patırdıyı sever. Öyle kavga kıyamet değil. Ne bileyim annemin telefonda konuşması bile bağıra çağıradır. Babam desen kapıyı alacaklı gibi çalmadan giremedi evin kapısından. Kardeşimi sürekli kulaklıkla bangır bangır müzik dinlerken bulurdum. Yani şöyle kendimi dinleyebileceğim bir anım olmadı doğru düzgün. Hatta bir keresinde çok yazmak istedim. Bizim Serap var komşu. 

Yeni taşınmıştı karşımıza. Evli gerçi ama bu yeşil gözlerinden bahsetmeyeceğim anlamına gelmiyor. Ama ne göz, ona ilk gördüğümde gözüme bir şey batırdılar sanki, öyle keskin. Böyle gözleri ben belgesellerde dünyanın öbür ucundaki hayvanlarda gördüm yemin ederim. Neyse o gün dedim yazacağım oğlum. Annem biraz hastalıklı bir kadın. Dünyayı ekstra katlanılmaz hale getirmek için bayağı çaba harcıyor. "Tatile mi çıksak" desen, "Aaayyy nasıııl olcaaaak, ay ben nasıl hazırlayacağım bayramüstü şimdi bavulu, temizliği.." böyle uzar gider mevzu. Tatile çıkana kadar dinlersin annemi. Evham, olayları büyütme, telaş, endişe. Aniden olan her şey tam anneme göre. 

Kardeşim koltukla ayak parmaklarına oje sürmeye kalktı. Eee döktü tabi bizim krem renkli koltuklara. Allah belanı versinden çıktı bizi (evet beni de kattı içine. Hiç de oje sürmemiştim hem de). Sonra olan senin yeşil gözlerine oldu. Anlatamadım, kendim için kendi güzelliğim için yazmak istedim. Hani güzellik gören göze aitmiş ya işte o hesap. Ne yakışırdık birbirimize. 

Tek sorunumuz çift kişilik yatak sıkıntısı olurdu galiba. Pek bir yemeyi seviyoruz. Ben zaten öyleyim de senin de iştahsız olduğunu sanmıyorum. Öyle durmuyorsun yani. Uzun süre göremedim seni. Sonra kocandan boşanıp evi terk ettiğini duydum. Bu altıncı annenden kocanın yanına dönüşünmüş. Dövüp duruyormuş seni. Takılmış kadının birine tam ayrılacakken kocanın babası ikna etmiş seni. Adam varlıklıymış, başka ev tutmuş size. Bizim mahalleye gelme nedeniniz de kocanın o ortamdan uzak kalması içinmiş. Değişmemiş tabi adam, sen de kaçıp gitmişsin bir gece. 

Keşke gözlerini yazabilseydim. Çok denedim ama olmadı. Senin ardından biri girdi hayatıma. Özlem'i nasıl anlatsam sana. Garip böyle, mevsimlik bir kadındı. Mevsime göre şekil alan bir karakteri vardı. Valla bak öyle yani. Bir yıl geçirdim onunla. Aynı olaylara yazın başka kışın başka baharda bambaşka tepki verdiğine şahit oldum. Ayrıldık, yürütemedik. Olmazdı da zaten. 

Bir gün yine yazmayı denedim. Bu sefer de kafamda bir sürü "Onu nasıl etsem bunu nasıl oldursam" diye diye boş ekrana bakmaktan başka bir şey yapmadım. Evet hala yazamadım. Yazı üzerine çok okuyorum. Nasıl yazılır? Başlamak için ne yapmak gerekir? 

John McPhee idi sanırım, "Yazabilecek havaya girene kadar vakit öldürürüm, bütün gün çay yaparım." Üç gün düşündüm üstüne yine de yazamadım ama. Umarım bir gün yazarım. Bu yazdığım mı? 

- Beni duymuyor musun?
- Hayır duymuyorum...demek gibi bir şey

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder