6 Aralık 2016 Salı

Teyzemin Düğünü

Teyzeler için "anne yarısı" derler. Ben teyzemi de anne gibi görmüştüm. Hatta ilk kelimem 'anne' olmuş ama bunu teyzeme söylemişim. Annem bütün gece onu sevdiğimi düşünüp ağlamış. Anneannem ile dedem ölünce teyzem henüz liseye gidiyormuş.

Annem de yeni evliymiş o dönemlerde. Kıyamamış teyzeme yanına almış. Babam da kendi kardeşi gibi destek olmuş. Annemle babam bütün gün işte olduklarından benimle hep teyzem ilgilendi. Ödevlerimi birlikte yapardık. Okuldan çıkınca yemek yiyip annemler gelene kadar deniz kokusu almak için sahile inmek en keyifli zevklerimizdendi.

Hayata dair ne biliyorsam hani azıcık olsa insan olmayı başardıysam teyzemin etkisi bunda büyüktür. Annemle babam özel sektörde çalıştığından cumartesi de genelde evde olmuyorlardı. Babam anneme göre daha ilgili olsa da onları çok az görüyordum. Teyzem üniversiteye de İstanbul'da gitti. Edebiyat öğretmeni çıkacaktı.

Bildiği tüm yazarları, kitapları, şiirleri yani edebiyata özgü ne varsa hepsini benimle de paylaştı. Bir gün aşık oldu teyzem. Öyle çok sevdi ki, yüzünden gülücük eksik olmayan kadını sürekli ağlarken görmeye başladım. "Karşılıksız" dedi bana. İlk anlamadım, bir gün ben de düştüm o dediği şeye ama anladığımda teyzem hayatımızda yoktu.

Eskiden çok dertleşirdik. Ancak bir ara benimle konuşmayı kesti. Eve daha az gelir daha az konuşur oldu. Sadece benimle değil aslında. Kimseyle konuşmuyordu. Bir gün evlenmek istediğini ve kendisini isteyemeye geleceklerini söyledi. Evdeki kimse sevinmedi bu habere. Kimse anlam verememişti çünkü ama ses de çıkarmadık.

Ben sadece biraz kıskanmış olabilirim. Bir ay içinde anlamadan gelinlikle karşımda buldum onu. Düğününe değil de kendi cenazesine gider gibiydi. Sonra ablam etrafta kimse yokken onu kenara çekti. Görünce ben de sinsi sinsi peşlerinden gittim.

Annem "bak istemiyorsan şimdi vazgeçebilirsin. Bir şeyler saklıyorsun bizden. Sevmediğin bir adamla evlenemezsin. Zulümdür bu, bunu kendine yapma lütfen" dedi. Teyzem o kadar çok sinirlendi ki. Sanki hayatının aşkını bulmuş da biz köstek oluyormuşuz gibi davrandı. Bağırdı çağırdı odadan bir hışımla çıktı.

Annem de bir daha konuşmadı. Düğün gecesi teyzemin zoraki gülümsemesi, yanındaki eniştem olacak adamın kasım kasım mutluluktan ölmesi, annem ile babamın millete ayıp olmasın diye mutluluk maskesi takması eşliğinde bir gece geçiriyorduk. İçim acıyordu, gerçekten çok acıyordu.

Sebebini bilsem yerimde bir dakika durmaz düğünü mahvetmek için elimden geleni yapardım. Gecenin sonuna doğru piste bir kadın çıktı. Elinde silah, önce havaya ateş açtı. Herkes bir telaş. Masanın altına saklanan, orayı terk eden... manasız bir kargaşa.

Annem ile babam donakaldı. Sanki biri eliyle zamanı durdurmuş gibi ben de kaskatı kesildim. Orospu diye bağırdı teyzeme. "Sen benim ocağımı yıktın. Çocuklarımı babasız bıraktın. Ben de düğün geceni cehenneme çevireceğim" diye bağırdı. Herkes şaşkınlıktan dilini yutmuş gibiydi.

Ben bile engel olamadım şaşkınlığımdan. Teyzemden bahsediyordu. Bana Ahmed Arif okuyan insan böyle biri değildi, olamazdı. Hiç unutmuyorum bir gece annem ile babam çok kötü kavga etmişlerdi. Çocukluk aklıyla ayrılacaklarını düşünüp içerlemiştim.

Teyzem bana Salah Birsel'den İçi Kapalı Balo şiirini okumuştu:

"Bir ileri üç geri
Üç geri bir ileri
Otursan da kalksan da
Aklında bunu tutacaksın
Yaşam bazlama suratlıdır
Düşünce değiştirir bıkmadan
Sıkı durmazsan bastığına yapışmazsan
Seni olmayacak işlerde çürütür
Niye kızdınsa dün
Bugün de ona kızacaksın
Sallak sullak giyinecek
Sallak sullak hoplayacaksın
Bir ileri üç geri
Üç geri bir ileri
Değişenlere değil
Değişmeyenlere koşacaksın"

Şimdi bu şiiri okuyan kadın... nasıl yani? Teyzem evli bir adamla kaçmaya kalkmış bir gece. Hem de yanına hiçbir şey almadan. Kaçtıkları gece bir kaza olmuş. Adam ölmüş, teyzem ise burnu kanamadan kurtulmuş. Sanırım şu anda da bulduğu ilk adamla evlenmeye kalkıyor ve biz de seyrediyoruz.

Adamın karısı teyzemi ateş ederken o geceki müstakbel kocası önüne atlayıverdi teyzemin. Adam oracıkta öldü. Teyzem iki adamın katili gibi göründü. Düğüne derken hastane, karakol mekik dokuduk o gece. Sonra... bir daha teyzemi hiç görmedik.

Ne bir mektup ne bir arama sorma öyle hiç oldu gitti. Annem nefret ediyor teyzemden. Babam desen ne seviyor ne nefret ediyor. Ben ise çocukluğumun anne yarısını özlüyorum. Hayatımın en hüzünlü kısa hikayesi bu.

22 Kasım 2016 Salı

Yalancı

16 yaşındayken her şeyi bırakıp köyümüze yerleşmeye karar vermiştim. Annem arabayla okula bırakırken az daha kaza yapıyordu. Kendim için değil ama o an annemin yani bir an için öleceğini düşünmek beni çok korkutmuştu.

Ben de bu şehir yaşamında her saniye tehlike altındayız diye sabah karşı nisa ayı idi sanırım evi terk ettim. Önce ben gitmeliydim. Ailem de ne kadar mutlu olduğumu görünce arkamdan gelir diye düşündüm. Ne onlar geldi ne de köy hayatı tahmin ettiğim gibi çıktı.

İlk gün kaz istilasına uğradım. O günden beri ördekleri de kazları da sevmiyorum. Babaannem sabah ezanıyla uyandırıyordu. Zaten o uyandırmasa da öten horozları her sabah öldürmemek için kendimi zor tuttuğumdan uyanmak zorunda kalıyorum.

O yaşta bir hayvanı öldürmek ileride şiddete karşı duyarlı bir insan olmama neden olabilirdi. Sütün, yumurtanın taze olduğunu iddia eden babaannem her sabah önüme tezek kokan yiyecekler getiriyordu. Yeşili severdim ama her gün her gün görmekten o kadar bunalmıştım ki, doğadan nefret etmiştim. Bir hafta zor dayandım. Sonra annemler beni alıp apar topar götürdü.

Bir haftada üç kilo vermiştim. Şimdi 35 yaşında bir kadınım. Yine her şeyi bırakıp kaçmak istiyorum. Her gün aynı şeyler. İçimdeki fırlama çocuk, istifa et deyip duruyor. Şöyle ufak bir dünya gezintisi. Daha çok kültür, tarih kokan yerler ama. İstanbul'da deniz de orman da var. Çok net göremeseniz de bazen kısa kaçamaklarla yaşamasını biliyorsunuz.

Ye Sev Dua Et filmiydi galiba. Julia Roberts'ın dünya turlaması gibi bir şeyler lazımdı bana. Evlensem mi ya da acaba? Bak onu hiç denemedim. Belki iyi gelebilir. Veya birkaç arkadaşımı alıp şöyle Duke Dumont - Ocean Drive tadında tatlı bir kaçamak? Kafamın içinde bir sürü yapmak istediğim şey ama cesaret sıfır! İnsan hep böyle kararsız mıdır?

Hem yalnızlıktan şikayet edip hem de kimseye katlanamamak gibi. Bir yanım özgür kız modunda canım nasıl isterse öyle olacak derken diğer yanım tek başıma ölmekten korkuyor. Belki de anneme benzemekten korkuyorumdur. Aslında köy hayatı diye evden kaçmadım ben. Yalan söyledim evet. Bu aralar yaptığım en iyi şey. Başkasına değil hayır.

Başkalarını yalan söyleyecek kadar değerli bulmuyorum. Ben kendime yalan söyleyip duruyorum. Yaşamayı katlanılır hale getiriyor iyi geliyor öyle. Babam bir gece, 16 yaşıma girdiğim geceydi evet. Kendini astı. Çıt sesi kadar kısa sürdü yanımızdan ayrılışı. Babamın bunu bana neden yaptığını hiç anlamadım. Sonra aklıma geldi.

Babam her yıl doğum günümü unuturdu. Sanırım aklına gelmemiş olacak. Şimdi bir kadının böyle bir anne figürüyle yaşıyor olması her kararında insanı sorgulatıyor. Korku salıyor içine. Hepsi "ama annem gibi olursam" tepkisiyle karşılaşıyorum. Böyle kursağımdan dışarı fırlıyor, dikiliyor karşıma. Uzun uzun anlatıyor, anlatıyor. Susmuyor. Bazen boğmak istiyorum ama görünmüyorum.

Görünse kesin delik deşik ederdim. Sonrası işte malum iki arada bir derede kendime ait fikirleri olan net bir insan olamayan bir profil çıkıyor ortaya. Aşık da olamıyor insan böyle olunca. Zaten gitgide takıntılı bir insan olma yolunda hızla ilerliyorum. Sürekli birleriyle buluşuyorum.

Ya gerizekalı buluyorum ya da hayal gücümü çalıştırıp "evde kesin böyle bir adamdır şöyle bir adamdır" diye herkesi kendimden soğutuyorum. Bu aralar kafamda farklı bir düşünce var. Öncekilere benzemiyor. Babam kendini astığında 42 yaşındaydı. Eğer 42 yaşına geldiğimde yani yedi sene sonra annem de ölmüş olursa babam gibi kendimi asmayı düşünüyorum.

Annemin ölmüş olduğunu varsayarsak eğer her günümü kısa videolar halinde 7 senelik sıkıcı bir yaşam öyküsü kaydedeceğim. Bunu kimsenin izlemeyeceğini izlese de sıkılıp ilk dakikasında kapatacağına adım kadar eminim. Ben de bu yüzden illa birilerinin izlemesi için yapmadığımdan önce denize atacağım, ardından kendimi asacağım.

Çocukken Sting - Shape Of My Heart şarkısını dinleyerek uyurdum. Artık müzik de dinleyemiyorum. Kim bilir müzik dinlemeyi bıraktığımdan kendimi bu kadar yalnız ve çaresiz hissediyorumdur belki. Ha adım mı? Adım Dila bu arada.

Dila güzel isim. Ne anlama geliyor hiç bilmiyorum. Sırf salakça bir anlamı vardır diye araştırmadım. Neyse ben LP - Lost On You dinleyip uyuyayım. Müzik dinlemeyi bırakmadım ki yine yalan söyledim sana.

27 Eylül 2016 Salı

Karşılaşmak

Ölümü unutarak yaşayan insanlar ne güzeller. Ben hiç beceremedim. Haliyle sevmeyi de. Ya ölürsek diye diye sevmekten korktum hayatım boyunca. Ama o işler öyle olmuyormuş. En sevdiği renk mor olan bir kadın sevdim zamanında. Şimdi bir hurdacıyım ve bu bahanem. 

Sokakları onu bulmak için geziyorum oysaki. Yapabileceğim başka bir meslek yoktu bir de. Yani diğer bir sebebi de buydu. Yaşamın bize sunduğu ödül çok farklıydı Nilgün ile. O hala mahalle kavramını yitirmeyen tatlı bir yerde yaşıyordu. İçten mi desem samimi mi bilemedim. Bir keresinde geç vakit evine bırakmıştım. 

Kenarda yaşlı bir adam, çevresi bira şişeleriyle doluydu. "Ooo Nilgün ablam hoş geldin. Çabuk çabuk baban bakkalda eve henüz girmedi. O gitmeden eve gir. Ben para bira parası ister oyalarım onu" demişti. Nilgün'ün cevabı ise "eyvallah Orhan abi" oldu. 

İlk defa bir kadından eyvallah lafını işitmiştim. Daha bir sevdim o gün Nilgün'ü. Ben ise her hafta sonunu farklı bir ülkede geçiren, babasının parasını esirgemediği yaşamı bir gün yaşlanacağız ve enerjimiz kalmayacak nasılsa diye geçiren biriydim. 

Nilgün farklı gelmişti. Nasılsa sıkılırım, bir süre sonra sıkılacağımı sanıyordum. Hatta bundan o kadar emindim ki sevmekten korkmak gibi bir derdim olmadı. Saldım kendimi öyle gelişigüzel. Meğer insan böyle böyle birine bağlanıyormuş. 

Hayatımın içinde kocaman bir yeri oldu. Arkadaşlarım onu benden daha çok sevmeye başladı desem abartmış olmam. Ona garip bir güven duyuyordum. En son çocukluğumda yaşamıştım böyle bir güveni. Annemin kollarında gibiydim onunlayken. Sanki kıyamet kopsa onun yanında olduğum için kurtulabilecek gibi, melek gibi... Sonra şey oldu bir keresinde;

- Okan?

- Ne işin var burada?

- Yıllar sonra böyle mi teşekkür ediyorsun? Bir işim olması gerekmiyor, sokağın ortasındayız farkındaysan. 

- İyi işine bak o zaman.

- Seneler sonra eskilerden birini görüp öylece yoluna devam mı edeceksin.

- Derdin ne Cihan Allah aşkına sabah sabah.

- Belki bir kahve? Hadi ama bakma öyle. Eski dosttan düşman olmaz.

- Ee ne konuşmak istiyorsun?

- İnsan alışkanlıklarından vazgeçemiyor galiba. Hala kahveyi filtresiz içiyorsun. Birayı da filtresiz içerdin.

- Gerçekten ne yapmaya çalıştığını anlamıyorum ama sırf merakımdan teklifini kabul ettim. Ancak eskilerden bahsedeceksek kalksam iyi olur.

- Eski ancak eskir. Yapabileceği tek şey bu. Belki o yüzden hurdacılık yapıyorsun. Aldım haberlerini. Sen de biliyorsunki geçmişi yok edemeyiz. O zaman şu puzzle'ı tamamlasak hiç fena olmaz. O gün dinlemeden gittin. Bir daha hiçbirimiz seni görmedik. Ne seni ne Nilgün'ü...

- Ne bok yediğiniz umurumda değil. Bana gelmiş iftiraya maruz kalan insanlar gibi "aslında duydupun gibi değil" naraları atacak durumda değilsin şu anda. Gördüğüm belli, yaşanan belli. Amacın af dilemekse. Tamam affettim gitti, benden bu kadar.

- Okan senden özür dileyen yok. Sadece bilmen gereken şu ki. Ben Nilgün'e senden önce tutuldum. Bizim ofisin karşısında bir kafe var ya. Nilgün her gün oraya saat 14.00 gibi gelirdi. Aylarca onu izlemiştim. Bilirsin ben bu konularda pek cesaretli biri değilimdir. Konuşamadım hiç onunla, izlemek de çok güzeldi zaten. 

Öğle aralarında ofise yemek söylemeye başlamıştım sırf onu izlemek için. Her gün aynı kısa filmi izliyordum halbuki ama insan hiç mi sıkılmaz ya. Öyle güzeldi ki. Sonra bir gün karşıma dikildiniz. Senden nefret ettiğim kadar şu hayatta hiçbir şeyden bu kadar tiksinmedim. 

Resmen öldürmek istiyordum seni. Geceleri uyku tutmamaya başladı. Sürekli sizi sevişirken görüyordum. Gözlerimi kapatmak bana kabustan başka bir şey vermemeye başladı. Önce alkolün bokunu çıkardım. Bok boku çıkardı. 

Uyuşturucusuydu karısıydı kızıydı derken. Zaten dipteydim iyice batayım dedim. İnsanın kalbi bir kere pislendi mi içinde biriktirdiği her şey ekşiyor anlıyor musun? Nilgün o gün babasıyla kavga etmişti. Sen de biliyorsun ailevi durumlarını zaten. Kıza bir sürü hakaret etmiş. Sırf ikiniz tatile gideceksiniz diye arkadaşlarla Datça'ya gidiyoruz mu ne demiş. 

Kıza demediğini bırakmamış. Yanında zayıf görünmemek için sana anlatamıyordu. Beni aradı, ben de eve çağırdım. Biraz alkol biraz ot iyice sakinleşti. Gerçi hepsini abartmıştık. Gözlerinde gördüm onu. O gün kötülük yapmak istiyordu. İyi biri olmaktan sıkıldığını gördüm. Okan, her kadının içinde bir melek, bir anne, bir şeytan, bir de orospu vardır. 

Sen hangisini çıkartmak istiyorsan onu alırsın. Sen bir melek istedin onu aldın ama ben orospuyu da şeytanı da istedim, aldım. Hiç sordun mu ona senin orospun olmak ister miydi sence? Belki onu da çıkartsaydın o gün bunlar olmayacaktı. Ama anahtarımı sana verdiğimi tamamen aklımdan çıkartmışım. 

Gerçekten özellikle yaptığım bir şey değildi. Sen o gün bizi o şekilde görmüş olmasaydın bunların hiçbirini hiçbir zaman öğrenemeyecektin. Sonra ne olacaktı biliyor musun? Nilgün vicdan azabına dayanamayıp sana hiçbir şey söylemeden hayatından çıkıp gidecekti. Neden neden neden diye diye kendini parçalayacaktın. 

- Şimdi durumum daha mı iyi yani?

- En azından neyin ne olduğunu biliyorsun. Bunların hepsi hayatına çekidüzen vermek için yeterli bir sebep. Babanın yanına git. Bildiğin işi yapmaya devam et. Kısacası toparlan artık. 

Onlara bunu yapmaya hakkın yok. Ne bileyim her şeyi baştan al mesela. Hafta sonları yine ufak kaçamaklar yap. Seyahat sağlıklı bir aktivite. Sana iyi gelecektir, herkese iyi gelir.

- Git buradan.

- Pekala gidiyorum ama bunları iyice düşün. Herkes için en çok kendin için en hayırlısı bu.

Cihan gittikten sonra eve geçtim. Hurdacılıktan kazandığım üç kuruşla kendime iki şişe bira aldım. Sonbahar acayip bir mevsim. Başlangıçlar ve sonlar için ideal bir dönem. O şarkıların da gözü kör olsun.

19 Eylül 2016 Pazartesi

Kabullenmek

Sonbahar baştan hüzünlüdür. Öyle alıştırdı bizi yağmurlar. Kızılın da suçu var elbet, olmaz mı... Ama bütün suçu üstlenmişti gece. Aldım karşıma konuştum bir gün. Dedim, ben bütün kötü haberleri sabaha karşı aldım. "Tüm kabahati kendinde arama artık" dedim. "Sen sabaha karşı doğmadın mı?" dedi bana. Ne doğumlar gördüm ben, gün ışığıyla beklenmeyen mucizeler onlar.

Aslında biraz tasarlasan istediğin kıvama getirebilirsin yarını. Ölüm sonraki iş. Yine de sen her yeni güne umutla bak. Çok da abartma, hayat ölçüt işi. Bir kıvamın olsun yaşarken. Nasılsa hiçbir gerçek biz çocuk düşlerimizin önüne geçemedi.

Sen bir mucizesin bu yeryüzünde. Kıymetini bil. Gerçi bazen anne babalara da kızmıyor değilim. Büyüyünce mucizelerinden mucize bekliyorlar. Bir kuş gördüm pencerenin önünde. "Tam intihar edeceğim uçasım geliyor" dedi bana. Ben daha şanslıymışım öyle söyledi. Yüzüyorsun, koşuyorsun, oturuyorsun, yürüyorsun. Yani gözün bir benim uçmamda mı kaldı? Doyumsuzsunuz siz, insanların hepsi böyle.

Utandım sonra hemen kapadım pencereyi. Yürüdüm biraz, bir çocuk gördüm. Adı Zeynep. Zaten adı Zeynep ise kayınım bir kaynıyor. Hiç de tanıdığım biri yok oysaki o isimle. Ama herkes ona Zeliş diyormuş. Elinde bir sürü pamuk şeker. Pek iş yapamamış anlaşılan. Yine de yorulmuş, balık ekmek yiyor. Yarısını da martılara atıyor.

Biraz sohbet ediyoruz. Kalbi de aynı deniz gibi. Gözleri ışıl ışıl böyle ama suratı çok sarı. Hani çelimsiz derler ya tipi de öyle. Sıradan çocuklara da benzemiyor. Kötü kalpli yetişkinin o içinde biriktirdiği ekşiyen ruhuna da... Daha ne kadar mezarlığa gitmemek için kendime bahaneler üretebilirim, ya da oyalanabilirim bilmiyorum. Her bayram sabahı namaza gitmiyorum diye babamla tartışmaktan da bıktım. Bir de şu mezar ziyareti işi çıktı başımıza.

Oysa anneannemi en çok ben severdim. Onun da en sevdiği torunu bendim zaten. Kulağıma fısıldardı hep. Her gittiğimizde kuzenlerimle bana bir poşet dolusu çikolata alırdı. Sonra yanına çağırır; "Bak bu en güzelinden" deyip cebime atardı. Beni kayırmasından içten içe memnun kalırdım. Anneannem sayesinde kendimi her zaman özel hissederdim.

Bir gün müstakil evinin merdivenlerinden düştü. Ayağı kırıldıktan sonra gerisi geldi. Şeker hastalığı, alzheimer derken kendini bir daha toparlayamadı. Annemle birlikte sekiz kardeş olan teyzemlerin hiçbiri anneanneme bakmaya yanaşmadı. Kimsesizler gibi öldürdüler onu. Evet öldürdüler! Ona bakabilselerdi belki de yaşayacaktı.

En azından ölü bedeninde hani o "yüzü güleç gitti" lafı vardır ya. Sanki uykuya dalmış gibidir bazı ölüler. Ha işte anneannem hiç öyle değildi. Annemi de babamı da teyzemleri de hiç affetmedim. Bu yüzden hepsine inceden inceye kin bile besliyorum. Lakin ne hikmetse bu bayramlarda mezar ziyareti işine takıklar.

Bana çok tuhaf geliyor. Yani sağlığında hani utanmasalar sokağa atacak duruma gelip de bayram olduğu vakit, hepsinin anlaşıp mezarlığa gitmeleri... Yok çiçek sulamalar, mermer taşı eskimişmiş, bakımsızmıymış acaba? Bir keresinde içimden dediğimi sandığım şeyi yanlışlıkla sesli söyledim de ne terbiyesizliğim kaldı ne saygısızlığım.

"İşiniz gücünüz şekilcilik" deyivermişim ben de anlamadım. Gerçi diğer taraftan artık beni götürmezler diye iyi yanından baksam da her bayram sabahı klişe kavgalarımız haline gelmekten benim dışımda kimsenin sıkıldığı yok. Kardeşimi de özledim zaten. Eşşeoğlusu hiç aramıyor da. Yurt dışına okumaya gitti hasbam. Erasmus meramus bir şeyler anlattı da kafam basmıyor pek.

Son senesinde gitti hem de. Sanırım orada yaşayacak. Beni bir tek anlayan oydu artık onunla da konuşamıyoruz. İnsanın kardeşi olunca evladı gibi oluyor. Aklım sürekli onda. Anneme sordum geçen. "Bizim it seni arıyor mu?" diye. Kadın menopoza girdi galiba. Yeter de yeter diye diye saatlerce ağladı başımda. Elindeki vazoyu eline aldığı gibi bizim taksiti bitmemiş televizyon camına atıverdi.

Üç yıldır aynı soruyu soruyormuşum. "Kabullen" artık dedi. Ne demek istediğini de anlamadım. Annem anlaşılması zor kadın. Babam ondan beter. Ne meraklısınız her şeyi kabullenmeye. O aramıyor ama dur ben gideyim yanına. Börek filan yap, ıspanaklı var ya bir tane. Çok sever onu dedim. Annem yine kızdı. Ağlama krizleri filan bir görcen. Neyse ben pastaneden alır annem yaptı diye kandırırım bizim sıpayı.

7 Ağustos 2016 Pazar

Yüreğin hep böyle bulutlar bulutlar

Evinde akvaryumu olan insanları her zaman sıkıcı bulmuşumdur. Yalnızlık desen değil hayvan sevgisi desen hiç değil. Hani süs püs olsun, evde dekorasyon anlamında şekil olsun diyorsan o da mantıksız. Yani yeryüzünde hiçbir şey kalmadı da balık mı beslemeye karar verdin? Ben istiyorum ki açık denizlerde yüzsün onlar. 

Nefes almalarını engellemeyelim istiyorum. Dili olsa akvuryumdan zıplayıp "itirazım var yaşamadan ölmeye" deyip atacak kendini camdan aşağı. Tabi nefesi ona yeterse. 30 yaşına girdiğimden beri ailemden arkadaşlarıma kadar beni baş göz etmeyen kalmadı. Hani bir laf vardı ya, Yaşar Kemal'in; "insan bir kişiye geç kalır. Sonra kimse için acele etmez" diye. 

İşte benim halimde öyle. Sorgusuz süalsiz her gösterdikleri adamla tanıştım. En son olan adı Engin. İşte onun evinde devasa bir akvaryum vardı. Değişik biçimlerde bir sürü balık birbirine çarpmadan yüzmeye çalışıyor. Gökten inen kar mı sandın kendini? 

Engin de güya sohbet açmak için balıkların cinsinden, huyundan suyundan bahsetmeye koyuldu. Bir yerden sonra dinlemedim zaten. Esneyerek bunu çok da belli ettiğimi düşünüyorum. Belgeseli ben evde de izliyorum diyemedim tabi. Lavaboya gidip yüzüme bir avuç dolusu su çarpttım. Şöyle bir kendime baktım da... 

Uzun zamandır kendimi incelemediğimi fark ettim. Makyajıma pek önem vermemişim. Likidin biri fazla kaçmış. Dudaklarımdaki ruj kırmızı ama artık senelerdir ruj almadığımdan neredeyse rengi turuncuya dönmüş. Allık sürmeyi de unutmuşum. Saçlarım fazla uzamış, zayıflamışım da. Üzerimdeki elbise emanet gibi duruyor. 

Kaç yıllık elbise tabi. Allah'tan eskilerin moda olduğu bir zamana denk geldi de hala iş görüyor. Sonra içeri geçtim. Engin'i inceledim. Yakışıklı adam aslında. Sevişir miyiz yoksa ikinci günden çok mu aceleci olur diye aklını okuyorum. Biraz gergin, belli uzun zamandır bir kadına elini sürmemiş. 

Ama beni de pek canı çekmiyor. Çok sıradanım ona göre. O dişi kadınları sever. Biraz balık etli ama kalça göğüs net çıkık olacak onun için. Benim gibi sıska tipleri sevmez de işte payına bu düştüyse demek değerlendirmek istiyor belli ki.

Sonra televizyonun yanındaki fotoğrafı gözüme çarptı. Gençlik yıllarından, hemen hemen her erkeğin olduğu gibi onun da saçları uzunmuş. Parlıyor gözleri görüyorum. Bu fotoğrafı öylesine biri çekmemiş çok belli.

- Kaç yaşındasın bu fotoğrafta?

- 22-23 sanırım.

- Kim çekti?

- Bir arkadaşım.

- Eski sevgilin yani.

- Eski eskide kaldı. Ne içersin? Alkollü alkolsüz? Aç mısın bu arada?

- Soğuk bira iyi gelir, çok sıcak evin. Bir şey yemeyeceğim, aç değilim.

İnsanların geçmişini biraz tırtıklarsanız mutlaka 'eski' olan birini bulursunuz. Ne kadar eskitebildiklerini kendileri de bilmez. Ben çoğu zaman böyle durumlarda uzun hikaye deyip konuyu kapatıyorum. İyi geliyor, mutlu ediyor beni. Aslında hiç uzun hikayem olmadı. Hani şey gibi çok seviğin bir romandaki kadın olmayı istemek. Keşke o ben olsaydım dediğim hikaye kadınları...

Böyle bir kadın olmayı istesem de yapamam galiba. Ben kaçan biriyim. Zoru görünce değil ama. Sevemeyeceğimi anladığımda, birilerinin hayatında kötü yer etme endişesinden. Zaman kıymetli. 

Başkalarının zamanlarını benim için acı çekerek harcamalarını istemem. Ancak görüyorum ki herkes acı çekiyor bir şekilde. Ben kendimi boşuna kasmışım, hırpalamışım. İnsanlar acı çekmeyi gerçekten seviyor. Bana da başkalarının zihinlerinde kalan silik bir kadın olmak kalıyor.

- Al bakalım bira tam istediğin gibi buz buz.

- Eyvallah.

- Neden bitti?

- Öyle gerekti.

- Dünyanın en geçerli sebebine içelim o zaman.

- Benim de benzer bir hikayem vardı. Kısa sürdü ama. "Sen beni yaraladın. Ben halına dökülen kan için senden özür diledim" demiştim ona giderken. Babamın öldüğü gün Kireçburnu sahilinde yine elimde böyle buz gibi bir bira vardı, ağlıyordum. "Az kaysana" dedi bana ve ben aşık oldum. Aşk ne kadar anlık ama ayrılıklar nasıl da çatırdıya çatırdıya. Garip...

- Bu deneyimler hiç bitmeyecek değil mi? Yani bu acı geçmiyor. Hayat çok tuhaf. Az sonra ağlayacakmışın gibi sürekli. Hatta ağlasan rahatlayacaksın ama ağlayamıyorsun bir türlü. Yağdın yağacaksın gibi de yüreğin hep bulutlar bulutlar.

- Terlemeden sevişebiliriz istersen.

- Hem utangaç hem istekliyiz sanki ama yüreğinde biri varsa eğer başka birini koymaya kalkışma. Yürek kaldırmaz bu yükü. Omuzların çöker, hamallık yapma. O mesleğe ayıp, emek işi o. Emek vermeden olmaz, yapma.

26 Temmuz 2016 Salı

Burası Değil

Koskoca ömrüm yarım hikayelerle dolu. Başlamadan biten yıkıntıları kimse de onarmaya kalkmadı. Kalksaydı da izin vermezdim sanırım. Çocukluktan kalma, kendimi sürekli güçlü gösterme ihtiyacı hissediyorum. Dik durunca hayat benden korkuyor da teğet geçiyor sanki. Hiç öyle olmasa da kendimi buna inandırmayı seviyorum galiba. 

Bence herkesin kendini kandırmaya ihtiyacı var. Yalanı da sevmek gerekir. İstesen de istemesen de her gerçeğin güzel olmadığı aşikar. Hatta acıtma gibi kötü bir de tarafı var. Hepsinden bunaldıysan ölebilirsin. Ama dedim ya güçlü göstereceğim diye bir yerlerimi yırtıyorum. Ölmek bana çok kolay geliyor. 

Dalgınım bu aralar. Kafam sürekli bir yerlere gidip gidip duruyor. Nasihat verenleri görüyorum. Herkesin ne çok fikri var. Ben kendimi bilmeden bu kadar fikir üretemezken, insanların kendilerine faydası olmazken, başkalarına ne de çok çözüm üretmeyi seviyorlar. Şimdi benim mutsuzluğum tüm çevremi üzüyor mu yani? 

Geçiniz efenim geçiniz bu işleri. Eğlenmenize, hayatınıza, dünyanın amına koymanıza bakınız. Tanımlanan soyut kavramlara inanmıyorum ben. Kardeşlik, annelik, babalık, aile, dostluk, kardeşlik... Ben ölümün gerçekliğine inanıyorum mesela. O kadar acı bir gerçek ki, üryan geldik üryan gideceğiz bu yeryüzünden. Kim olacak yanımda o zaman? 

Hadi şimdi kıyamet kopsun, herkes kendini kurtarmayacak mı? Tüm bunlar aile nedir hiç tanımadığımdan mı kaynaklıydı acaba... Kime sorsam herkes ailenin, dostlukların öneminden bahsediyor. Bir 70'lik içeriz geçer ağrın diyorlar. Anne şefkati başkaymış öyle söylüyorlar. "Sevdadandır dedi annem aldırma. Aldırma gel yanıma." 

Böyle şarkılar var mesela. Baba hele bir değişikmiş. Kız evladıysan tüm erkekler baban gibi olsun istermişin. Böyle tuhaf tuhaf şeyler anlatıp duruyorlar bana. Ben abla kelimesini bilirim bir tek. Gülten ablamız büyüttü bizi. Bazen kızar bazen de güldürürdü. 18 yaşına bastıktan sonra kendi ayaklarımın üstünde durmayı o öğretti. 

Yetimhaneden ayrıldıktan iki yıl sonra öldü dediler. Gitmedim hiç mezarına. Anlamsız geldi gitmek. Üzerine toprak atmışlar, göremiyorum ki o güleç yüzünü. Hayal ediyorum evet ama bunun için mezarlığa gidip dua etmem şart değil bence. Böyle düşündüğümü duysa "edepsiz seni" deyip terliği şaplatırdı götüme. 

Başka da kimseye yakın olmadım bu hayatta. İnsanların sürekli kendinden bahsetmesinden bıktım usandım. Kocaman kocaman dertleri var hepsinin güya. Biri şehir yaşamından bıkmış, diğeri aşk acısından ha öldü ha ölecek, öbürü zenginlere küfür etmekten bunalmış. Kent hayatından bıkana fikrimi diyecek oldum, "Eee bu senin tercihin" deyiverdim. Benden kötüsü olmadı o an. Haaa dedim muhabbetin de bir adabı var demek. 

Aynı fikirde olman lazım karşındakiyle ya da susup dinleyeceksin. O anlatacak anlatacak, artık çenesi yorulana kadar. Aşk acısından çekeni hiç anlayamadım zaten. Aynı yerde kalmaya hiç alışmadığımdan mı "seni seviyorum" kelimesini hiç demeyip az duyduğumdan mı ben de bilemiyorum. 

Bazen aklıma gelir. Her şey güzel olacak... Havayı içime çekerim. Hayat güzel be, güneş ne güzel batıyor, ertesi gün ne güzel doğuyor. Sonra cam silen ufacık omuzlu bir çocuk görürüm. Dünya böyle olduktan sonra hayat bana güzelmiş neye yarar.

Köprünün kenarında duruyorum. O filmdeki gibi bazen diyorum. Sanki kötü şansımdan başka hiçbir şeyim yok. Sonra sal kendini diyorum. İstediklerimizin, umduklarımızın, umutlarımızın yeri değil burası.

21 Temmuz 2016 Perşembe

Düşüş

Öğretmen olmaya ilk karar verdiğim günü hatırlıyorum. Dünyanın bütün çocuklarını eğiteceğimi, hepsinin hayallerinin gerçekleşmesini sağlayacağımı sanıyordum. Amacım buydu. Steve Mccurry objektifinden çıkan çocukları düşünüyordum. Kocaman parlak yeşil gözlerinin berraklığını... 

Hatta bir ara ya çocuğum olmazsa diye endişelendiğimi bile hatırlıyorum. Çocukluk arkadaşım Ahmet ile evlendikten 2 yıl sonra bir erkek çocuğumuz dünyaya geldi. Ahmet benden 5 yaş küçüktü ama olgun bir adamdı. Beni çok iyi tanıyordu en azından. Çocukluktan gelen masumiyeti ikimizde özlüyorduk. En büyük ortak noktamız buydu sanırım. 

Erken menopoza girince bir daha da çocuğum olmadı. Ne yaptıysam oğlum için dersin ya hani. Ben de tüm hayatımı oğlum Sercan'a ayırdım. Eşlik durumumu unutalı çok oldu zamanla. Tek misyonum annelik idi. 

Öğretmen olunca insan dikta kişilik ile anaçlık arasında gidip gelen duygular yaşıyor. Ne iyi bir öğretmen olmayı başarabildim ne de anne olmayı. Ben şey sanmıştım. İyi bir eğitim, üst düzey bir gelir, huzurlu bir hayat... Çocuğunuza başka ne verebilirsiniz ki? Galiba ben onun asla hayal kurmasına izin vermedim. 

Hayal kurmaya başladığı anda dünyayı yıkar gene de istediğini önüne getiren bir anne oldum çıktım. Bazen kendime benzetmeye çalıştım ya da yapamadıklarımı ona yaptırmaya. Şimdi şu mezarın karşısında düşünüyorum da asıl sorunum onu hiç dinlememekti sanırım.

Lafı ağzına tıkayıp önüne para atmak bir annelik görevi değildi. Annelik bir kere görev değildi zaten. Şu halime bak. 6 aydır mezarın üzerindeki hakaretleri silmekten bıktım usandım artık. Dayanamıyorum ama oğlumu da çok özledim. 

Salı günlerini hiç sevmiyorum artık Sercan. O gün geldiğinde evin tüm perdelerini kapatıyorum. Sürekli diğer çocukların anneleri kapıma dayanıyor. Kimseye açıklama yapmak, kendimi ve seni bağışlaması için insanlardan af dileyecek değilim. 

Her gün aynı telefon sesiyle uyanıyorum bana yardım et. Madem ardından gelemiyorum, madem ölmek o kadar kolay değil. Yaşacak ne kadar zamanım kaldıysa bir şansım olması için bana beni affettiğini söylemen lazım oğlum buna çok ihtiyacım var.

08.02.2016 - Saat:14.00

- Sercan iki saattir arıyorum neden açmıyorsun telefonunu!

- Anne kütüphanedeyim, sessize almışım. Ne oldu?

- Akşam babanın doğum günü. Unuttun değil mi hediye almayı.

- Aah. Anne sen alsana benim yerime de ya.

- Tamam tamam. Çok oyalanma ama akşam 20.00 gibi evde ol anca. Baban yaşlandı artık, saat 23.00 dedin mi sızıyor adam.

- Merak etme. Konuşuruz yine.

Saat: 18.00

- Sercan Tuna'nın ailesi siz misiniz?

- Evet annesi ve babasıyız. Ne oldu? Neler oluyor?

- Oğlunuz saat 16.00 civarlarında okulunda silahlı saldırıda bulundu. Çok sayıda yaralı var. 20 öğrenci de yaşamını yitirdi. Bizimle emniyete kadar gelmeniz gerekiyor. Ayrıca savcılıktan arama iznimiz var. Evde hiçbir şeye özellikle odasına dokunmayın. Arama yapacağız!

Baban o gün hayatını kaybetti. Kalbi arada yoklardı zaten. Doğum gününde iki kere öldürdük onu. Öldürdük diyorum oğlum. Benim de tüm olanlarda payım var. O gün arama yaptıklarında gördüm. Senin bir şeyler yazabildiğine, besteler yapabildiğine hiç şahit olmamıştım. 

Oysa sen hukuk okuyordun. Hukukçu olman için elimden gelen baskıyı yaptığımı iyi biliyorum. Şimdi bakıyorum da, şöyle geride duruyorum. Benim izin vermediğim zamanlarda sen ne güzel hayaller kurmuşsun. Kurduğun gibi de uygulamaya da girişmişsin. Bir tanesinde benden bahsetmişsin. 

"Anneme" şarkısını okuyacak o kadar sanatçı aradım ki. Herkes yüzüme kapattı kapılarını. Kimse senin şarkılarını okumak istemedi. Galiba yaşama nedenim bu. Bu şarkıları okutacak birini bulacağım. Son nefesime kadar ben de bu hayal için yaşıyorum. Biliyor musun ben evlendikten sonra hayal kurmayı bıraktım. Daha doğrusu sen doğduktan sonra. Anne oldum sadece. 

İnsan bir şeyin üzerine çok gidince, her şeyin çok güzel olması için didinince öyle olmuyormuş. Bazen çocuğunu da sokağa salmak lazım. Düşmesi lazım, oynaması lazım, mızıkçılık yapması lazım, diğer çocukların onu oyundan atması lazım mesela. 

Küçük yaşta görmesi lazım bunu. "Biri ben senin annen değilim" dediğinde ne demek istediğini bilmen lazım. Biz olmazsak bir gün, hayata nasıl tutunacağını öğrenmek lazım. Kötüyü tanımak, olduğu kadar güzel olmak lazım...

27 Haziran 2016 Pazartesi

Kaybetme Korkusu

Bugün büyük gün, 2 aylık evliliğimi sonlandırıyorum. 6 yıllık birliktelik 2 ayda resmiyete dayanamadı. Neyse kurtulacağım artık bu esaretten. Özgürlüğün tadını çıkartacağım. Bir kere topuklu giyeceğim ya. Onun bodur boyundan yanımda ezik ezik durmasın diye senelerdir şöyle şık bir ayakkabım olamadı.

Çapkınlık yapacağım ben de. Aynı üniversite yıllarında olduğu gibi, ne güzeldi. Heriflerin paralarını yiye yiye ne beleş tatiller yapmıştım. O zaman daha güzeldim. Kızıldım mesela, daha inceydim. Belim yaprak gibiydi. Saçlarım kıvır kıvır daha sağlıklıydı.

O öküz sarışın beğendiğinden yıllardır çingene gibi dolaşıyorum. Artık kendimi yaşamak istiyorum. Bugün ikinci hayatımı kuracağım. Yeniden doğmuş gibi olacağım. Sorumluluk yok, akraba derdi yok, akşam yemek derdi yok. Keyfim ve kahyası belirleyecek bundan sonra yaşantımı.

- Efendim anne ya. Bir bitmedin yani. Yola çıktığımdan beri arıyorsun. Vardığımda arayacağım dedim sana. Geldim evet. Hah birazdan eski olacak damadın da geldi. Kapatıyorum sonra konuşuruz anne.

- Merhaba Nurdan. Hala boşanmakta kararlı mısın? Bak hala bir şansımız var.

- Dalga geçiyorsun herhalde. Serdar bunu konuştuk seninle. Lütfen mahkemede eşimi seviyorum filan yok boşanmak istemiyorum gibi laflar duymak istemiyorum. Lütfen!

- Peki Nurdan.

- Evet sanıklar siz misin? Anlaşmalı boşanmak istiyormuşsunuz. Kararınızdan emin misiniz?

- Evet evet eminiz hakim bey (Nurdan).

- Sen?

- Eminiz (Serdar)

- Buradan pek öyle görünmüyor. Neden boşanmak istiyorsunuz? Sen konuş önce.

- Bizim Serdar ile 6 senelik bir beraberliğimiz vardı. Evlenince bazı huyları değişir dedim. Seviyordum çünkü. Ancak sorumsuzluğundan bıktım usandım artık. Daha fazla çekmek istemiyorum (Nurdan).

- Sen konuş.

- Nurdan hanımın dediği gibi sorumsuzum (Serdar).

- Tek neden bu mu?

- Ben yalnızca kaybetmekten korktum. İki evlilik geçti başımdan. Nurdan genç ve güzel bir kadın. Ben ise 50 yaşlarının ortalarındayım. Öğrenci öğretmen ilişkisiydi bizimkisi. Onun gibi kariyerine çok önem veren küçük bir kızın benim mesleki hayatımdan etkilenmesi normal. Ama zaman yerinde durmuyor tabi.

Nurdan tüm istediklerini yerine getirdi. Benim desteğim olmadan da yapardı eminim. Şöyle bir başını kaldırdı artık. Kariyerinde istediği zirvede. Yaşıtları eğlenirken o hem çalıştı hem de benim yanımda sadece bana baktı, beni tanıdı. Şimdi kanatlanması lazım. Önce kafesinden çıkacak. Benden kurtulması lazım.

Bu süre zarfında da daha doğrusu kanatlanacağını anladığımdan beri evimizi işkence bahçesine çevirdim. Attığı adımdan "neden kırmızı flar?" dediğimi bile hatırlıyorum. Evet karımı seviyorum. Ama bunun bir anlamı yok ki. Anlaşmalı boşanma olursa tek celsede ayrılırmışız. Nurdan benden gitti hakim bey, bundan sonrasının bir önemi yok. Ben de boşanmak istiyorum... (Serdar)

- Serdar sen iyi birisin. Hakim yoksa boşamayacaktı neredeyse. Bu kadar sevmene rağmen bu anlayışın... Biliyor musun yine hayran bıraktın kendine. Hayatım boyunca en büyük hayran olduğum adam kalacaksın (Nurdan).

- Füruğ Ferruhzad idi sanırım, "Ölen bir kuş, uçuşu unutmamayı öğütledi bana." Kendine güzel bak.

5 Haziran 2016 Pazar

Kimse Beni Sevmiyor Doktor

İnsanlara 'hayır' diyemiyorum doktor bey. Bu durum insana kendini karaktersiz gibi hissettiriyor. Kendimi sürekli ait olmadığım yerlerde, içine girmek istemediğim sohbetlerin içerisinde buluyorum. Tam olarak neden bahsettiklerini de anlamıyorum. 

Başım ağrıyor bazen. Boğazımda tam böyle kursağımda bir kusma hissi. Ne bileyim dünya mı bana dar ben mi çok küçüğüm kaybolup duruyorum hiçbir fikrim yok. Bu huy fikirsiz yaptı beni doktor bey. Gün geçtikçe daha da amaçsız oluyorum. Bazen sadece kafamı sallıyorum ki katıldığımı anlasınlar. Bunların hepsini arkadaşlarım olsun diye yapıyorum evet. 

Yalnızlıktan çok korkuyorum. Yalnız ölmek istemiyorum. Üstesinden zor kalkacağım bir derdim olur da çözemezsem diye kuruyorum. Eğer arkadaşlarım varsa etrafımda kesin dinlerler, akıl verirler ne bileyim eğlendirip unuttururlar diye düşünüyorum. Kafamın içi çamur gibi. Ne üzerinde yol alınır ne de toparlanıp heykel yapılır. 

Kırılmış vazo kadar da darmadağın değilim aslında. Ama ama ama bir şeylerin kararı ben de vermek istiyorum. Arada 'hayır' demek, ya da biri de bana danışsın istiyorum. Söylediklerime değer verilsin istiyorum. Bu kıymetim olsun şu hayatta. Ama korkuyorum doktor bey. Hayır dersem insanlar benden uzaklaşacak, sevmeyecekler diye üzülüyorum. 

Evet bir de herkes beni sevsin istiyorum. Ben gelmediğimde kimse buluşmasın, önce bana sorulsun istiyorum. Yönetmek istiyorum çevremi. Denedim de he. Bir keresinde bizim tayfayla görüştük. Bir mevzu açıldı. Dedim, "Oraya gidene kadar Kabataş'tan aktarma yapsak..." cümlemi bitirmeden Sinem lafı ağzıma tıkadı. 

Hem de öyle lafla filan değil. Bir bakışı vardı görecen, kendimi bok gibi hissettim. Omzum düştü, hafif gözlerim dolar gibi oldu ama hemen toparladım. İyicene ezik durmak istemedim karşılarında. Tüm bunların sebebini şişmanlığımda aradım. Yanlarında zaten yemek yemiyorum. Hatta yemek yiyemediğim için eve gelince açlıktan daha çok yiyiyorum. 

Hani güzel olsam, şöyle fıstık gibi belki diyorum o zaman... En azından erkekler değer verirdi bana. Kızları da 'fesatlar' diye görmezden gelebilirdim. Çocukken de böyle idi hayatım. Aralarına almazlardı beni. O zamanlar ağlaktım. Hemen anneme söyler, o da çocukların annelerine beni derdi. 

Rica minnet, 'çocuk üzülüyor, pasif olacak ilerde korkuyorum'deyince çocuklar somurta somurta aralarına alırlardı beni. Hiç sevilmezdim. O kadar da çok belli ederlerdi ki, çocuk aklından mı bilemiyorum o vakitler takmazdım kafama. Şimdi çok takıyorum. Sadece kendi arkadaş grubumda değil iş çevremde de durum böyle. Şirket yemeklerine çağırmıyorlar beni hiç. 

Giyim tarzımdan diye düşündüm bir keresinde. Gittim alışveriş yaptım, tonla para verdim kıyafetlere. Hala borcunu ödediğim elbiselerim var. Kızın teki tuvalette şöyle bir baktı, öyle bir yandan yandan kıs kıs gülüşü vardı ki oracıkta boğacaktım orospuyu. Tuvaletler zor zamanlarda iyi oluyor. Ağladım ağladım rahatladım. Eve gidince de bir kutu Nutella'yı gömünce kendime geldim. 

Sanırım  bu hayatta beni en çok mutlu eden şey yemek yemek. Kedimi bile kendime benzettim. Beni bari o sevsin sırf diye kedi aldım. Şiştikçe şişti. Aynı domuza benziyor. Hareket edemediğinden değil beni sevmek kendini bile sevdirmiyor. Kedisin sen az kaprisli ol, mırın kırın et yok. Sümüklü böcek gibi bir yerden bir yere iki gün sonra varıyor. 

Eskiden İngilizce kursuna gidiyordum. Hocamız "konuşma konusunda utangaçlık yapıyorsanız için. Sarhoş olun kendinizi sokağa atın. İlk gördüğünüz turist ile konuşun. Ondan sonra öyle çok rahatlayacaksınız ki, bu fobinizi hemen atacaksınız" demişti. Ben de bu acizliğimi aynen bu şekilde çözmeye çalıştım. İçimdeki azgın kadınla o gün tanışmıştım. 

Barda tuvalete giden bir çocuğun arkasından gidip kapıyı üzerimize kitledim. Sonra resmen saldırdım herife. Çocuk sevgilisiyle gelmiş. "Ne yapıyorsun manyak, kız arkadaşım yukarıda" deyip kaktırdı beni. Hayatımda bu kadar rezil olduğumu hatırlamıyorum. O an ayılmıştım. Hemen taksi çevirip eve gittim. Son ses müzik açtım. Teoman çalıyordu:

"Öyle büyük ki inan doktor içimdeki boşluğum
Ne koyarsam koyayım hiç dolmuyor
Eğer böyle yaşarsam hep aynı acıyı
Bu sıcaklar bile beni donduruyor
Kör bir dilenci vücudunda sigara yanıklarıyla
İlkbahardan bana bahsediyor sardunyalar açıyor diyor
Ama ben görmeyeceğim ve sizin gibi sevinmeyeceğim
Bekleme salonunda günü geçmiş dergiler
Saçım başım dağılmış sanki bana benzerler
Doktor doktor insanlar hiç bilmiyor
Doktor doktor insanlar hiç duymuyor
Doktor doktor insanlar hissetmiyor
Doktor doktor kimse beni sevmiyor
Gerginsin rahatla dedi çabucak soyunurken kadın
Paramı ver yeter hiç fark etmez adın
Soyunmana gerek yok bana bir kaç tatlı söz lazım
Uyuyana kadar kal yeter bitmiş uyku haplarım
Doktor doktor insanlar hiç bilmiyor
Doktor doktor insanlar hiç duymuyor
Doktor doktor insanlar hissetmiyor
Doktor doktor kimse beni sevmiyor..."

22 Mayıs 2016 Pazar

Düşteydim, Gafil Avlandım

Çocukluğumdan beri vapurları çok seviyorum. Kendimi ne zaman yalnız hissetsem vapura binerim. Özellikle gün batımından sonra. Karanlık çökünce vapurların havası bir başka olur. Sanki onlarda yalnız da arkadaş gibi, eşlik eden yabancı gibi, konuşmadan anlaşabilen iki insan gibi oluruz. 

Fırat evlenmişti. Biraz mutluyum biraz da hüzünlü. Ne hakaretler etmişti aynı diğer erkekler gibi. "Hayatımı paramparça ettin" dediğini dün gibi hatırlıyorum. "Tanıdığım tüm hayatlar zaten paramparça. Abartılacak bir şey yok" dediğimde tam tokat atıyordu ki son anda öfkesini bastırdı. Haklıydı, keşke dudağımın kenarını kanatacak kadar sağlam bir tokat atsaydı diye düşündüm. 

Babam çok dövdü de erkek arkadaşlarımın bir fiske vurduğunu hatırlamam. Ömrü hayatında benim kadar bencil bir insan görmemiş. Öyle demişti Fırat. Karısı nasıl acaba? Ama bana aşık olma nedenin bu bencilliğim idi. Bunu söylemedim ama yüzüne. Yeterince zayıftın karşımda. Tıpkı diğer harcadığım hayatlar gibi seni de tüketmiştim. İyi ki gittin, gidebildin. 

Bazıları senin kadar cesaretli olmadı. Mustafa öldü mesela. Duyduğumda kendime gelmem bir haftamı aldı. Sonra mı? Sonrası koca bir hiçlik. Bencilim ben, nasılsa öleceğiz. Benim yüzümden hayatına son vermen de senin sorunundu aslında. Mustafa'nın ölümüne değil ama ailesinin evlat acısına çok üzülmüştüm. Evet bazen ben de çok üzülebiliyorum. 

Yani nasıl anlatılıyor bilemem ama öyle işte. Ben de böyleyim. Elimden, ayağımdan, yüreğimden ya da kalbimden yani sana hangisi lazımsa hiçbir şey gelmiyor. Özellikle insanları kırmak gibi bir hobim yok. Uzaktan baktığımda bu halim bana gerçekten zevk vermiyor. Sadece çok fazla bencilim. Bencilliğin sınırlarını çizmediğin zaman insanın başı sıkışıyor. 

Koşuyorum koşuyorum çıkmaz sokaktaki düz beton yığınına çarpıyorum. Canım yanmıyor ama. Burnum bile kanamadan kendimi geriye atıp yere düşüyorum yalnızca. Belkide kendimi biraz açabilseydim karşımdakine... Bir kişi bile olsa yeterdi. 

Kocaman kocaman yüklerim var benim. Kalbim ağrıyor bazen, üzerime bir ağırlık çöküyor. Her yer kararıyor sonra. Kör oluyorum. Öyle şehir yaşamının caddelerindeki gibi de olmuyor. Yeşil ışıkta kimse karşıya geçmek için yardım etmiyor bana. Düşüyorum kalkıyorum yine düşüyorum yine kalkıyorum. Yaralarım var yani geçmiyor hemen öyle. 

Hiçbirinize anlatamadım... İnsan bir kişiye geç kalır, sonra kimse için acele etmez. Bunu diyemedim hiçbirinize. Despot baba figürü gibi tüm erkeklerimi uykusunda sevdim. Üşümesinler diye üzerlerini örttüm, saçlarını okşadım, horladıklarında yastıklarını düzelttim. 

"Biliyor musun, bu elem keder hep bir ağızdan ve hiçbir şeye hiçkimseye değmez" diye kulaklarına fısıldadım. Umarım güzeli yaşamak hepinize kalır. Evlenenler oldu aralarında, çocukları olanlar hatta ikinci üçüncü sonra ölenler de oldu. Benimle beraber çoğunuzun büyüdüğünü düşünüyorum biraz da unutulmayan kadın olduğumu. 

İnsanlara neredeyse hem de herkese unutulmak koyar. Oysa ben hepinizin yaşamında silik olmak istedim. "Hımm neydi o kadının adı..." Ama hiç de böyle olmadığına eminim. Adımı duyduğunuz anda tüylerinizi diken diken yapabiliyorum hala. Dönmemi çok beklediniz. Merak etmeyin içiniz rahat olsun ben de bekledim döner diye tek bir kişiyi. Gidenler dönmez ki... 

Gerçekten giden dönmez. Ama insan sevince acısını dindirmek için umut etmek istiyor. Farkında olmadan da acımızı daha çok deşiyoruz. Sonradan biraz geç olsa da öyle olmadığını fark ediyoruz. Yine yine yapıyoruz aynı şeyleri ama. 

Hepimizin yaşamları birbirini tekrar ediyor. Mekanlar ve isimler değişebiliyor. Hatta bazen onlar bile aynı kalabiliyor. Milyonlarca Sinem var örneğin dünyada. Ne güzel bir şarkı o: Dünle beraber gitti cancağım, şimdi yeni şeyler söylemek lazım. Ne kadar söz varsa düne ait. Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

Benim de beklediğim vardı dönmedi demiştim ya. Bazen kulağınıza bu şarkıyı fısıldardım. "Bana yardım edin" diye haykırmak istiyordum ama yapamıyordum. Ölen gelmiyor galiba. Ben dirilir diye çok bekledim. Belki bir gün, ölümden sonra yaşam var ise o zaman. Belki ama...


1 Mayıs 2016 Pazar

Bütünüyle Anlamak Bambaşka Bir Şey

Sıradan biri değilsen sonunda bir şeyler başarmadan insanlar senin deli olduğunu düşüneceklerdir. O başaramayanlardandı. Gülsem teyze bizim mahallenin tabiriyle "Aklı Kıt Gülsüm" idi. Pis, eskimiş yırtık kıyafetleriyle sokaklarda dolaşırdı. Bol küfürlü ağzıyla kimseyle konuşmazdı. 

Kimse konuşmayı da denememişti. Beyaz saçlarının arasındaki siyah telleri sayabilirdiniz. Yaşlanmıştı da artık. Bir meslek değildi ki onunki. Ne zamandır deliydi? Emekli olma yaşı gelmemiş miydi daha? Geçmişini hatırlamıyordu. İnsanların onu görünce yolunu değiştirmeleri Gülsüm teyzeyi daha da yalnız yaptı bu hayatta. 

Yalnız yaptığı yetmezmiş gibi insanlardan nefret eder bir hale de getirdi. Rivayete göre gecenin sonlarına doğru tecavüz eden sarhoşlar, kendisiyle alay eden gençler derken iyice aklını yitirmiş. Kömür karası gözleriyle nasıl güldüğünü merak ederdim. Bir gün evlenme teklifi alacağımı sandığım gecenin hazırlıklarını yapıyordum. 

3 yıllık bir ilişki, şık bir mekan, özel bir buluşma (Ferit öyle bir özenliydi ki o gece ne bileyim kadın aklı ben de öyle sandım). İstanbul'u temelli terk edeceğini söyledi o gece bana Ferit. İlişkimiz mecburen bitiyordu. Bittiğine ilişkin en ufak bir hüzün tanesi göremiyordum gözlerinde. Aksine ışıl ışıl hayallerini gerçekleştireceğinin müjdesini veriyordu. 

Hep bencildi Ferit zaten. Çok şaşırmamak lazımdı. Masadan kalktım, taksiye bindim. Gözlerimden akan rimeller bembeyaz elbisemi kirletmişti. Umurumda da değildi. Taksiden inerken Gülsüm teyzeyi gördüm, kaldırımda oturuyordu. 

Gazeteye sarılmış iki şişe vardı kollarının arasında. Bir sağındakine "Alınma seni de içiyorum işte piçlik yapma", bir solundakine "Allahsız iki saattir dikmiyor muyum seni" diye kavga ediyordu. İstemsiz kahkaha atıvermişim. Bana baktı, tanıyormuş gibi seçmeye çalıştı.

- Mahallemizin avukat hanım kızı da gelmiş. Kim ağlattı seni diyeceğim de. Orospu çocuğunun tekidir kesin.

- Yok ağlamıyorum ben. Ferit de orospu çocuğu değil ayrıca. 

- He he öyledir kesin. İççen mi? Bak bu rakı, adı İsmet. Bu da bira, onun ismi de Osman.

- Teşekkür ederim. Eve geçsem iyi olacak. Size iyi geceler, afiyet olsun.

- Bir şarkı var bildin mi?

"Kadehinde zehir olsa 
Ben içerim bana getir 
Dudakların mühür olsa 
Ben açarım bana getir 

Ağladığın geceleri 
Kalbindeki acıları 
Çekinmeden bana getir 
Sen tükenme beni bitir 

Aşk bağının gülü olda 
Dikenini bana batır 
Bakma canım yandığına 
Sorma benim halim nedir"

- Bu şarkıyı neden bana söylediniz şimdi?

- Şimdi eve gidip yüzüne bakacaksın, acizliğine. Sonra bir duş alırsın, biraz daha ağlar uyursun. Önce kendini iyi hissedersin. Biraz zaman geçecince özlemeye başlarsın. Neden biliyor musun? Sıcağı sıcağına iken acını yaşamaktan kaçtın da ondan. Neden güçlü olmak için bu kadar uğraşıyorsunuz. Sal gitsin be, koyver ağla ne olacak.

Yanına gittim. Kaldırma çömdüm, elindeki birayı bir rakıyı diktim. 

- Oh be rahatladım. O kodumun pezevengi var ya, o ne benci o. Hayatında kendinden başkasını düşünmez. Bekle bile demedi Gülsüm teyze. Peki ben? Salak ben de evlenme teklifi alacağımı sandım biliyor musun? Sabahtan beri hazırlanıyorum. O göt için.

- Aman be ne bozuk ağzın varmış senin de.

- Sinirlendim de azcık.

- Böyle bağırınca da olmaz ama. Saklı gizli tutamıyorsan içindekini gözlerini kapat. Bazı insanları güzel görmek için gözlerini kapalı tutman gerekir. Onu kötü hatırlamanın yararı kime? Beş dakika sonra ölmeyeceğinin sözünü kimse veremez sana. Ama bir sana bir de bana bak. 

Hayatını güzel yaşaman için çok alternatifin var. Bunu bozma, üzülmekten de korkma. Lakin asla nefret etme. Benim geleceğim yok, bu yüzden sürekli günleri hesabını karıştırıyorum. Çoğuna göre de delinin tekiyim.

Gülsüm teyze herhangi bir düşünceye sahip olmayacak denli sarhoştu. Ama bir sonuca varabilecek türde düşünecek kadar da ayıktı ve haklıydı. Ferit bencildi ama çok güzel zamanlarımız oldu. Kendimizce sevdik birbirimizi. Sadece sevgili değil çok yakın arkadaştık da. Birbirimizin üzerinde çok hakkımız vardı düşününce. 

Eksik olan bir şeyler vardı. Geçmişimiz... Biz olmadan önceki yaşantımızı, biz olana kadar geçtiğimiz yollardan haberimiz yoktu. Eğer biri sevmiş ise, geçmişini dosdoğru anlatmalı insan. Doğru olan budur. Birini sevmeden önce öbürlerini kafadan silip atmanın tek yolu bu, aramızdaki herkes çekip gider ve odamızda baş başa kalırız böylece.

Gülsüm teyze geçmişini hatırlamıyordu. Ama ben hatırlıyordum. Herkesin derdi kendine, bedenimdeki şişkinlik için biraz sabır gerek, iyileşmek için bok gerek, gübre yani, yalnızlık gerek. Ertesi gün izin alıp tek başıma tatile çıktım. Yuvamı da unutmadan uzaklara sürekli seyahat etmeliydim. Oradan oraya plansız, zaman kısıtlaması olmadan. 

Dünyanın en temel problemi anlayışsızlıktır. Gerçekte birini anlamak, bütünüyle anlamak bambaşka bir şey. Bu seyahat bana iyi gelecek, Ferit'i de Gülsüm teyzeyi de anlayacağım ve bunun karşılık muhasebesini yapmadan yaşamaya devam edeceğim. Belki de mutluluğun formülü budur. Nasıl olduğunu anlatamam ama bu hiç mutlu olmadım ya da olmayacağım demek değil ki...

26 Nisan 2016 Salı

İnsan Yokuşlu Bir Şeydir

Penceremin önüne değen dut tanesi. Bahar iyiden iyiye kendini göstermeye başladı. Ama bugün Nisan yağmuruyla uyandım. Şıp şıp şıp... Sanki evde bir kedi besliyormuşum da birazdan koynuma girecekmiş gibi nedensiz sakin ve huzurluyum. Yıllardır disiplin vazgeçilmez kurallarımdan biridir. Hatta emekli olunca daha da bir özenli oldum. Güneş doğarken ekmek almaya giderim fırına. 

Gün doğumu ve batımlarını izlemek hayatın ne kadar güzel olduğunu anımsatmıştır hep bana. Arka sokağımızdaki fırına gitmek için dik bir yokuş çıkmam gerekir her gün. Şükür senelerdir ne sigara ne alkol almadığımdan yaşım 55 olmasına rağmen nefes nefese kalmıyorum. O yokuşu her çıktığımda geçmişimden biri gelir aklıma. 

Mazimdekilerden birini her gün anıyorum. İnsanları yokuşa benzetiyorum çünkü, kendim de dahil. Yokuşun tepesine güneş vuruyor, henüz yukarı kadar çıkmasam da görebiliyorum. Biraz yakamoza biraz da Nazlı'nın sarı saçlarına benziyor. 

İpek gibi sarı saçları omuzlarında bitiyordu. Teni de bembeyazdı, güneşe çıkamaz hemen kızarırdı. Gözleri ise... hani göz bebeği diye bir şey olmasa siyah olduğuna yemin edebilirdim. Çok seviyordum onu, üniversite yeni bitmişti. İş yerinden arkadaşımdı. 

Masamın çaprazında cam kenarında oturuyordu. Öğlenleri saçına vuran güneşi izlemek, kışın ıhlamur içmek gibi içimi ısıtıyor, iyi geliyordu. Sonra evlendi gitti. Böyle güzel güneşli günlerde hele ki o günde Pazartesi ise hep Nazlı gelir aklıma. Tuhaf...

Erken kalkmayı seviyorum ama sofra hazırlamak konusunda pek iyi değilim. Bugün Pazartesi, Nermin gelecek. O gelmeden önce sofrayı kursam iyi olur. Onu yemek yerken izlemek çok hoşuma gidiyor. 

Dünyadaki bütün nimetlerin kıymetini iyi biliyor gibi. Domatesin duyu, karpuzun dimi, ekmeğini bandırdığı zeytinyağı, kekiği, sumağı, kızarmış ekmeğin üzerine sürdüğü tereyağı, balı, kaymağı. Evimi haftada bir kere temizler. İşine de pek bir düşkündür. İki tane gurur duyulası evladı var. Hem onları okutmak hem de kendine de meşgale olsun diye senelerdir evlere temizliğe gidermiş.

Nermin'e yemek yerken aşık oldum. Ne kadar aptalca değil mi? Sanki hayatın tadını bilirmiş gibi bir hali var. Hayatımın bir parçası olsun çok isterdim. İlerleyen yaşlarımıza rağmen yere kulağımızı yapıştırabilirdik mesela. Halı yıkardık, kayıp düşerdik sonra da. 

Delirdiğimiz yerlerden birbirimizi sevelim isterdim. Hayallerimle rüyalarımla yaşamayı öğrendim. Eskiden daha gerçekçi, sağlam ama koca koca adımlar atardım. Şimdi küçük bir adımla yürüyüp geçtiğim sokakları izlemeyi seviyorum. Her anıma kıymet verir oldum, içine bilse de bilmese de Nermin'i koydum.

Eskisi gibi sesimi duyuramıyorum insanlara. Garsona, yolda cüzdanını düşüren kadına, kapıcıya... Ama daha çok konuşuyorum. Karşımda biri olmadan kendi kendime... Kime seslendim neyi sustuysam her gün Nermin'i biraz daha yüceltiyordum. Bazen seviştiğimizi hayal ediyorum. 

Önce seni çıplak düşlediğim için kendimden utanıyorum, sonra odada benden başka kimse olmadığını fark edince sakinleşiyorum. Aşk çırılçıplaktır zaten, bundan utanmak biraz kendinden utanmak biraz da hayattan korkmaktır. Genç iken korkardım mesela. Aşkın bana iyi gelmediğini düşünürdüm. 

Aşka benzer acı veren olaylar yaşamıştım. Sonra zihnimin bir köşesine kek kalıbı gibi yapıştırdım. Bak aşk bu delikanlı, güzel bir ruh hali değil. Ne aptalmışım. Ne hayatlar kaçırdığımı düşünüyordum şimdi. Oysa sen öyle değilsin artık ben de öyle değilim. Özün süzülüyor karşımda. Kalbime, içime aksın istiyorum. Ilık ılık böyle... 

Eskisi gibi enerjik de değilim. Her şeyi sakin yaşamayı öğreniyorsun. Ölmeye yaklaşıyorsun ya, başına gelen hep birden gelse de elini kaldırıp şöyle bir baştan aşağı bakmayı öğreniyorsun. Yoksa keder de birden gelir. Gecelerimiz bile kendi yaralarımız kadar derindir.

Sana her baktığımda büyük bir deniz görüyorum. Senin dizlerine kadar gelen karlar eşliğinde kocaman bir kış yatıyor hissediyorum. Vardır ama bir tohum içinde bahar geldiğinde güneş ile birlikte yeşerecek olan. Tabi görmesini bilene... 

Bak ben görüyorum demek istiyorum sana. Seninle bugün yüzleşeceğim Nermin. Varsın olsun 20 yıl yaşayayım varsın saniyelerimizin hesabını yapalım. Bilmiyoruz ki? Böyle yazınca kolay geliyor da inşallah yüzüne karşı da seni sana güzelce anlatabilirim.

Perdeden salonundan zemine yansıyan birkaç insan görüyorum. İyi bir şey değil bu. Bakmasam ne kaybederim? "Kendi halinde bir kadındı, yazık" diyor biri. Adımlarımı küçülttükçe daha da küçültüyorum. Hayır hayır kötü bir durum yok insanlar evhamlı. 

Kapıyı aralıyorum, yüzüme güneş vuruyor, kapı gıcırdıyor, kulağımı tırmalıyor. Bir adım atıyorum kapının dışına doğru. Bir çember görüyorum. El ele tutuşmuyorlar ama. Meraklı bir çember bu, içinde tek bir hüzün yok. Çemberi yarıyorum, hafifçe ama.

Yerdesin Nermin. Bunu demek istememiştim ki ben. Kulağımızı yere yaslayacaktık. Sen böyle boylu boyunca yatmayacaktın. Gözlerin kapalı ama gülümsüyorsun. Burnundan kan geliyor. Ardından dünyanın en berbar sesi geliyor, ambulans bangır bangır. Oysa ben sana bir şarkı dinlettirecektim bugün:

"Sıcak bir şarkı söylersin kanımdan geç soğur
Kesik saçın dağınık yüzün
Geceyi sabaha boyar sevdalanırım
Kuşun eteğini rüzgar havalara uçurur
Bu şarkının nakaratında
Seninle olmak var ya ne güzel
Sevdanın yollarında duman duman
Takılı bir askıda geçmez zaman
Vakit kovalar yaşamları
Yakaladığında… Sırılsıklam
Sevdanın yollarında duman duman
Takılı bir oltada geçmez zaman
Vakit kovalar yaşamları
Yakaladığında… Sırılsıklam

Durgun bir suyun ortasında yemyeşil
Yalnız çaresiz kimsesiz olmak var ya ne zor
Sıcak bir şarkı söylersin tenimden geç soğur
Kesik dalın dağınık gücün
Geceyi sabaha boyar sevdalanırım
Sevdanın yollarında duman duman
Takılı bir askıda geçmez zaman
Vakit kovalar yaşamları
Yakaladığında… Sırılsıklam
Sevdanın yollarında duman duman
Takılı bir oltada geçmez zaman
Vakit kovalar yaşamları
Yakaladığında… Sırılsıklam"

Keder de gerçekten aniden geliyormuş insana. Bu Pazartesi sabahı evimin önüne düşüverdi. Bir hayatı daha kaçırdım, yine geç kaldım sanki ölmeyecekmişim gibi. Bağrıma basamadığım bir toprak hediye etti bugün hayat bana. Oysa Nermin sıra sıra dizilen yapraksız ağaçlarınız arasındaki boşluklar gibi olan yaşamlarımızı doldurabilirdik. 

Eve geçiyorum. Sana dinletmek istediğim şarkıyı açıyorum. Zafer Cınbıl "Sevdanın Yolları" çalıyor, bir kahve koyuyorum, sigara yakıyorum. Ağzımdan çıkan dumanı senin ağzının içine üflediğimi hayal ediyorum. Bak büyük ihtimal bunu yapamazdım. Ama olsun hayal kurmak da güzel. Bir şeyler okumak istiyorum. Cahit Zarifoğlu iyi gelir böyle anlarda. Diyor ki;

"Yaşamak bir perde gibi kalkıyor aramızdan. Zamansız mekansız bir tünel başındayız şimdi."

19 Nisan 2016 Salı

İki Günlük Bir Şey

Çocukluk insanın hayatına etki eden en önemli dönemlerden biri. Yaşadıklarından, kırıldıklarından, kırdıklarından ve verdiği kararlardan. İki günlük bir şeydi ama yine de çocukluğumun izlerini gördüm. Fark etmem de yine iki günümü aldı. 

Aşık mıydım? (İlk görüşte aşık da olabilir insan, belli olmaz) Hayır, Sevdin mi? Hayır. Anlamını biliyor musun hislerinin? Biraz evet biraz hayır. Kokulara karşı uzun süredir takıntılıyım. Denk gelip de kokladıysam karşımdakini tanımak isterim. Bahsettiğim parfüm filan değil. 

Kendi kokusundan bahsediyorum. Bir konserde tanışmıştık. Tatlıydı, güzel gülüyordu, konuşkandı. Gitmeden önce sıkılmaktan çok korkmuştum. Bir yerde sıkılınca boğuluyormuş gibi hissediyorum çünkü. Nezaket güzel bir davranış ama zorlama olunca eh biraz ikiyüzlü gibi geliyor bana. 

O gün çok güzeldi. Yine de birini ilk defa göreceksiniz konsere gitmemenizi tavsiye ederim. Şayet 'konuşacaksanız arkaya geçin' uyarısını almış bir insanım. Sarıldığını hatırlıyorum, beni kokladığını fark ettim bir ara. Bilmiyorum yanlış anlamışımdır belkide ama fark edince 'ay bu da benden' diye içten bir gülümsedim.

Saçlarıma çok güzel dokunmuştu. Bir daha arar mıydı beni? Bilmem belkide... Gecenin sonunda telefon numaramı yanlış verdiğim için bu sorunun cevabını gecikmeli olarak aldım. Bi beş gün filan her gün yazıştık. Sevmek büyük laf ama ısınmaya başlamıştım. Sonra görüştük. Gündüz gözüyle bi farklı geldi gözüme. 

Hayata bakış açılarımız hemen hemen aynıydı. O da benim gibi her konuyu 'mutlu' olmaya bağlıyabiliyordu. Sanırım ben biraz daha enerjiğim :) Bundan sonrasını nasıl sıçıp batırdım ben de anlayamadım. Anlamdıramadım... 

Ona da izah edemedim. İşte çocukluğumu hatırladığım anlatamadığım andı. Annem ne zaman beni suçlasa (tabağı sen mi kırdın? şekerleri sen mi bitirdin?) haklıysam ben susardım. Bazı insanlar vardır haklı da olsa haksız da olsa zeytinyağı mevzusunu iyi becerirler. Bazıları da haksız ise susmazlar. Ben hiç birisiyim. 

Haksızsam 'yedik o boku' der, özrümü dilerim ama haklıysam susarım. Bir panik hali gelir, kasılırım. "Vallahi öyle değil, başka o, yapmadım ben..." açıklayamam işte. Ona da açıklayamadım. "Düşünce hayata hakim olamaz, hayat ondan daha yüksektir. Hayat, onu ne kadar anladığımıza bağlı değildir" diyemedim ona. Konuşamadığımdan şimdi buraya yazıyorum ben de. 

Yazmak bana çok iyi geliyor. Ama ifade edemedim ya bazı şeyleri, kendime biraz acıdım sanırım. Yazıyorum, okuyorum diye geçinen insan kendini savunamamıştı. İşte gerçek hayat böyle bir şey. Her şey kitaplardaki, şarkılardaki ya da filmlerdeki gibi değildi. Evine gitmek istedim. Biraz dokunmak, okşamak, sarılmak istedim. İçine girmek istedim bakire halimle. 

Bu arzunun o odayı morg gibi soğutacağını tahmin edemezdim. Bir sürü şey söyledi. Her 'bak seni sorgulamıyorum' deyişinde biraz daha sorguluyordu. Bazı kızlar vardır. Her boku yerler evleneceği adama kendini çok temiz, masum gösterirler. 

Aynen o durumdaydım. 'Neden ben?' dedi, konuşamadım. 'İlişkimiz bile yok' dedi, haklısın diyemedim. Sebze gibi bir şeyleri anlatmaya çalıştım. "Kokun çok güzel" dedim. Haliyle "Bir tek ben mi kokum güzeldi yani" dedi. Sustum. Aslında değildi. 

Kokusunu sevdiğim başka erkekler de olması lazım. Evet olması lazım diyorum çünkü ilerlemek için geçmişi yakan biriyim. Gerçekten hatırlamıyordum. Kokusunu çok çok beğendiğim bir erkek olmuş muydu? Neden bu zamana kadar kimsenin içine girememiştim? Denk gelmemişti ne bileyim. Hep bir garip taraflarını görmüştüm. Benden ya da onlardan kaynaklı bir şeyler olamamıştı işte. 

Bu durumu hiçbir zaman önemsememiştim. Bir gün denk gelecekti işte. Karşımda bana neredeyse zerre kadar güvenmeyen biri vardı. İkna edemezdim. Şüpheleri vardı ve ben şüphenin kesinlik kadar sürdürebilir bir duygu olduğunu iyi biliyordum. 

Sonra bu iki günlük tanışmadan benim büyük anlamlar çıkardığını düşündüm. Bir de bu ihtimal vardı tabi. "Yoo sadece sana kanım ısındı" da diyemedim yine. Kendi kendimi mutlu eden bir insandım. Depresyondan zevk alan biri değilim. Hayatı seviyorum çünkü şanslı olduğum bir sürü yanım var. Üzülmek dersen... hiç korkmuyorum. Hatta insan bazen üzülmeli bence. 

Ben hep bir kalbim olduğunu hatırlarım. Biraz acı gülümserim ve kaldığı yerden yaşamaya devam ederim. Mucizelerin etkisi kolay silinmez, kırgınlıklar geçer. Geçmesi gerekir çünkü hayat öyle gitmez. Evet bunları da diyemedim. Yine de kimseyi üzmemeye çalışırım. Yaşar Kemal'in de dediği gibi; "İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, bir ince yerleri.İşte oraya değmemeli..."

Küçücük karanlık bir odada, tepemde ışık ve ben kendimi anlatmaya çalışıyordum sanki. Bir yanım anlatmak istediklerimle doluyken diğer yanım her şeyi yok etmek istemekle meşguldü. Şu zamanı nasıl geri alabiliriz artık bulmaları lazımdı. Sonra bir erkeğin benden nasıl gittiğini izledim. Önce bacaklarımdaki yaraları sordu. O jilet izleri neymiş. 

İçten içe bir kahkaha attım. Kendini benden uzaklaştırmak için seçtiği yöntem hoş değildi. Bende jilet izinin zaten ne işi vardı da asıl sorun, onların gerçekten jilet izi olabilmesiydi. Sorunun ifade biçimi çirkindi. Çünkü böyle bir şey yaşamış olsaydım, o anı hatırlar ve kendimi çok kötü hissederdim. Bu durumu açıklayabildim ama. Gidiyordu adam benden çünkü, her şey daha kolaydı artık. 

Doğum izi olduğunu, dikiş atıldığını filan anlattım. "Sonra saat 20.00 olmuş" dedi bana. Evet artık kovulma vakti gelmişti. Neden ben gitmek istemediysem. Hiç bozmadan "Evet geç oldu" dedim, evime bıraktı. 

Kendi hayatlarımıza devam ettik, galiba... Ben ediyorum o da ediyordur. Onunla görüşmeye devam etseydim nasıl olurdu acaba? Bu merak da geçer yakında. Her geçmek için yaratılmış sanki. 

5 Nisan 2016 Salı

Gün Doğmadan

Beş yıl önce verdiğim bir karardan dolayı şimdi bir hikaye yazıyorum. Masamın başında, sandalyenin tepesinde ve elimde bir sigara... İnsanlar kararlar verirler ve bir gün bir yerlerde bir şeylerle uğraşırlar. Bu uğraşları ya da o anki durumları artık her neyse mutlu veya mutsuzdurlar. 

Benim halim ise sadece kelimelere döktüğüm hikayeyi anlatmanın heyecanı. Onu tanımadan önce hayatı sorgulamadan ölümü de düşünmeden sadece kendime bakarak yaşıyordum. Böyle yazınca kulağa hoş geliyor ama durum pek de öyle değildi. 

Hiç kimsem yoktu. Yetimhanelerde büyümüş, oradan öğrendiklerimle hayata atılmıştım. İnsanın sevdiği birileri hele de ailesi olmayınca yapacaklarımın sonunu düşünmeden hareket ediyordum. Size zarar vermemiş birini incittiğinizde en çok da kendinizi incittiğinizde sizin için birileri üzülmüyorsa hayat bir o kadar kolay biraz da zordur. 

Eve geldiğinizde yemek kokusu duymuyorsanız ve bir aileniz yoksa, vicdanınız yaptıklarınızdan dolayı sızlamayabilir. Benim için öyleydi en azından. Doğru yanlışı ayırt edemiyordum. Çok kırdım ve kırıldıklarımın her zaman daha az olmasına dikkat ettim. Yusuf ile tanışana dek... 

Üniversiteye gidiyordum. İlk başta kıt kanaat geçinmeye çalışıyordum. Her gün yeni bir masrafım oluyordu. Bıkmıştım hesap kitap yapmaktan. Geceleri aç yatmaktan, güzel bir gün geçirememekten, yol param olmadığı için derslere girememekten. 

Baktım ben okuyamayacağım dedim çalışayım en azından. Başkalarının emrinde çalışmak zamanlar yordu beni, katlanamadım. Çalıştığım barda bir kızla tanıştım. Orospunun tekiydi ama çok parası vardı. Neden olmasın dedim, ben de ev kiramı çıkartmak için kendimi satmaya başladım. 

Adamları ben seçiyordum. Yakışıklı, temiz giyimli olmasına özen gösteriyordum. Genelde evlerine giderdim. Kocaman evler, villalar, hatta bir keresinde yalıya bile gitmiştim. Ama o adam tipsiz idi. Sırf yalı hayatını bir gece de olsa yaşamak için kabul etmiştim. Biri otel odasını teklif etti. 

Parası azdı ama çok yakışıklıydı. Canımı çok yakmıştı. Yakışıklı olması nazik olacağı anlamına gelmiyordu demek. O gece sersem gibiydim. Sabahın 04.00'ünde odadan çıkıp taksiyle eve geçmeye hazırlanıyordum. 

Önce tuvalete girdim. Kadınlar tuvaletinde bir erkeğin çöp kutusunu temizlediğini gördüm. Onu görür görmez çığlık atmamak için kendimi zor tuttum. Ne kadar çirkindi. Kocaman kafası vardı, bir kolu diğer kolundan daha uzundu. 

Bu yüzden de topallıyordu. Suratında derin yarıklar vardı. Derisi incecikti. Korktuğumu anlayınca kendinden çok utanmış, özür dileyip çıkmıştı. Otelin arkası manzaraya bakıyordu. Tuvaleti dışarıdaydı. Çıktığımda güneş doğmak üzereydi. İzlediğini gördüm. Yanına sokuldum.

- Ben Füsun.

- Yusuf

Hiç konuşmadan güneşin doğmasını bekledik. Sabah ezanını hiç bu kadar net dinlememiştim. Bisikletinin arkasından seccadesini çıkartıp namaz kıldı yanımda. Çok tuhaf bir gün geçiriyordum. Şükrediyordu. "Allah'ım bana verdiğin her şey için sana şükürler olsun." 

Bir şeyler daha mırıldandı. Açlar, hastalar, öksüz yetimler ve diğerleri için de dua etti. O kadar adamla yattım, kendimden hiç bu kadar utanmamıştım. Sağlıksız bir görünümü vardı, tedavisinin olduğunu olsa da parasının yeteceğini sanmıyordum. Ama mutluydu. 

O günden sonra her gün sabaha karşı yanına gitmeye başladım. Hep aynı şeyleri yapıyordu hem de dakikası dakikasına. Hiç konuşmuyorduk. Bir ay sonra, "Öğlen ayran içelim mi?" dedi. Muhallebiyi de duymuştum da ayranı ilk defa duyuyordum. 

Yaz mevsiminde soğuk soğuk iyi gidermiş öğlenleri. Hem tok da tutuyormuş. Pekala dedim. Bol köpüklü teneke bardakta ayranlarımızı içtik. Kendimi yanında o kadar temiz hissediyordum ki... Görüşmelerimiz zamanla arttı. Yusuf bana nasıl yaşanması gerektiğini öğretti. Bisiklete binmeyi, yazarları, resim yapmayı, dua etmeyi, filmleri, yönetmenleri, senaristleri, namaz kılmayı... 

O kadar çok şey öğrenmiştim ki ondan. Onsuz tek bir günüm geçmiyordu. Bir gün mesleğimi sordu. Öğrenciyim dedim, inanmadı. Ben de olan biteni anlattım. Yüzümü okşadı. Eli herkese benziyordu. Anneye, babaya, kardeşe, sevgiliye, kocaya, nineye, dosta... Herkese işte. İçim titredi.

- Çok güzelsin Füsun.

- Sen de öyle.

- Su kaynarken patatesi atarsan yumuşar. Yumurtayı atarsan sertleşir. Önemli olan içinde bulunduğun şartlar değil senin ne olduğundur.

- Ne demek bu?

- Sen o değilsin. Sen yanımdakisin. 

Bir daha kimse ile birlikte olmadım. O öldükten sonra da. Bisikletle dolaşırken arabanın teki çarptı. O anda ölmüştü Yusuf. Ölü haliyle bile yüzü gülüyordu. Mezarının başında ona bir söz verdim. Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, kimse bana olmadığım bir şeye bürünmemi sağlamayacaktı. Üniversitemin son senesiydi. Okuduğum sırada bir kitap yazdım. Sonra bir tane daha bir tane daha. Birinin filmi bile çekildi.

Hayatım ve ben çok değiştim. Tek bir şey dışında... Hala güneşin doğuşunu seyretmek için aynı tepeye gidiyorum. Sen yoksun ama seninle beraber namaz kılıp herkes için dua ediyorum Yusuf. Umarım mekanın cennettir, lakin çok az tanıttın kendini. Ama ben bildiğim gibi hayal ettim seni. 

26 Mart 2016 Cumartesi

Ciğer

Onu ilk gördüğümde tüm zamanların durduğunu hissetmiştim. Konuşamıyordum, dilim tutulmuş gibiydi. Ay tutulması, güneş tutulması... izledim durdum da bu zamana kadar nasıl bir şeymiş işte ben o gün anladım. 

İlk anlatamadık tabii. Nasıl anlatılır bilmezdim böyle duygular. Oysa ne çok roman, şiir okumuştum. Hepsi de ezberimde ha. Yeminlen bak sen de ben sana satır satır dizeyim hepsini. Ama hiç diyemedim ona bu dizeleri. Ben de şiir yazdım ki ona. Üf ne biçim hem de. 

Saçındaki tek beyaz telinden başladım ayak uçlarına kadar onu anlattım, sayfalarca... Evet bunları da diyemedim. Sonra bir gün erkek kardeşim heyecanlı heyecanlı yanıma geldi. Ne tesadüftür ki ben yine sana söylemediklerimi yazıyordum. Aşık olmuş bizim sıpa. Kime olacak sana tabi ki de. Senden güzel kız mı var bizim mahallede. Ses etmedim, edemedim. Kardeşim lan o benim. Ciğerim benim o. 

Ciğer nedir sen bilir misin? Ha sen sevmişsin o ciğerim dediğin insan. Ciğerin ise eğer, onun mutluluğundan başka bir şey isteyemezsin. Kötülük edecek elin çıt diye kırılıverir. Durduk yere kırılır anlayamazsın. Önce kader dersin, sonra biraz düşününce öfken de geçince... Öfken geçince düşünmeye başlar insan çünkü. "Kibirime kapıldım, mutsuz olsun istedim. Kader diyemem ben kendim ettim." 

Önce gözlerim yaşardı hafiften. "Ne mutlu oğlum sana. Desene dünya sana bir başka güzel şimdi." Öyle içten güldü ki, sanırım bu sefer mutluluktan gözlerim yaşarıyordu. Çok zaman geçmeden istedik Nuray'ı. Gelin ettik evimize. Anne baba yoktu zaten. İsteselerdi kredi çeker yine de bir ev alırdım onlara. İkisi de okuyordu, ev alacak paraları yoktu. 

Üniversiteyi bitirmelerine iki yılı daha vardı ikisinin de. O iki yıl aynı evin içinde... Nasıl desem... "Ben böyle ızdırap görmedim" yazsam ağır olur, evin içerisinde iki mutlu insan... Hani mevsimi gelmiş de karpuz yermiş gibiydim. Bazen de aşırısından biraz az mutluydum. Karmakarışık en uygun tanımlaması galiba.

İki yıl sonra mezun oldular. İkisi de bayağı uzun bir süre iş bulamadı. En sonunda işe girdiler ama aldıkları maaş kendilerine zor yetiyordu. Allah'tan ev kendimize aitti. Ben de dergilere, sitelere gönderdiğim yazılarla kendime yetiyordum. Sonra Nuray hamile kaldı. Aşık olduğum kadının kardeşimden çocuğu olacaktı, amca oluyordum. Ne mutlu bana! Çocuk evin neşesidir derler ama bizde durum tam aksi oldu. Para, para, para! Yetmiyor, yetmiyor, yetmiyor!

Her gün kavga ediyorlardı. Aralarına girmemeye çalışıyordum. Anne baba kavgasından etkilenen 6 yaşındaki çocuk kadar mutsuzdum. Bazen kendimi resim yaparken buluyorum (ki hiç beceremem). Nuray ofisindeki patronuyla yatıp kalkıyormuş meğer. 

Adamı önce karısından boşattı sonra da bizim oğlanı boşadı. Erkek kardeşim bir daha hiç eskisi gibi olmadı. En son karpuz yerken güldüğünü gördüm (zar zor). Kendimi paraladım, güleceğini bilsem palyaço kostümünü giyip sessiz sinema bile çekerdim onun için. Ama yok yok yok.

Cuma namazından döndüm, kapı aralıktı. O an anlamıştım. Bir evin kapısı aralıksa ya ne istediğini bilmeyen evin sahibi olmayacak bir iş yapmıştır ya da hırsız girmiştir. Bizde de çalınacak bir şey olmadığına göre geriye diğer ihtimal geliyordu. Koşa koşa odasına gittim, yoktu. Banyonun kapısını açtım bir hışım. 

Eski püskü küvetin içi kıpkırmızıydı. Evden çıkar çıkmaz kıymıştı kendine belli. Dibe çökmüştü vücudu, kahverengi saçları hafiften küvetin başında kalmıştı. Yanına çöktüm, tuttum onu çıkardım. Kafası göğsümde ben ağladım, o sustu. Ben yine ağladım o yine susmaya devam etti.

Demek benden daha çok sevmişti Nuray'ı. Ben biliyordum ama benden çok sevdiğini. "Değer miydi be" diyecek oldum, belli ki değmişti. Onsuz yaşayamayacağını düşündükçe beynini kemiriyor ise insan nasıl mantıklı düşünsün. Dünyanın en kolay şeyidir adı gibi kolayına kaçmak. İntihar hayattan kaçmanın en kolay yoludur ve bunu en düşüncesiz anında yaparsın. O anı yakalarsan biraz da cesaretin varsa yaparsın işte.

Benim aklıma şey takıldı ama... Benden de mi çok sevdin lan Nuray'ı. Oysa ben en çok seni sevmiştim bu dünyada. Dünya bir yana ciğerim bir yanaydı. Senin için durum pek öyle değilmiş anlaşılan. Yaşasaydın bunları duysaydın, "Ağabey ne alakası var şimdi" derdin kesin. Ben alışığım gerçi, herkesi en çok ben sevmeye. Vallahi var ya yaşasan, hani ölmemiş olsan Kuran çarpsın yüzüne vurmazdım. Ses etmezdim yine.

Hiçbir şeye ses etmiyorum zaten. Sen her şeye tepki olarak doğmuştun ben susmak için. Ben daha ilkokulda iken annemler uyanmasın diye sessiz sessiz giyinip kahvaltımı yapar, kapıyı yavaşça kapatırdım. Banyoda giyinirdim duymasınlar fermuarın sesini diye. Sen ise uyansınlar diye dolapları hızlı hızlı kapatırdın. 

Ben üniversitede bile en arkada oturur, aralarda kulaklığımı takar müzik dinlerdim. Senin de üye olmadığın dernek, organizasyon kalmamıştı. Her gün yeni bir şeyle gelirdin eve. Sonra "Avukat olacağım" ben diye çıka geldin bir gün. Ben de yazmayı seçtim, hep sessizlikten yanaydım. İnsanlarla konuşmadan yapılabilecek en güzel işi seçmiştim.

Hep gurur duydum seninle. İntihar ettin ya, ben yine gurur duydum seninle. Cesaretin için... Ben böyle şeylere hiç cesaret edemedim. Aklıma geldi de yapadım ne bileyim. Ama en büyük cesaretin her şeye rağmen 'yaşamak' olduğunu sana hiç diyememişim. Çok üzgünüm. Anlaşılan sana da anlatmamışlar ya da sen öğrenmek istememişsin. Doğrudur...

18 Mart 2016 Cuma

Bir Ayrılık

Eskiden ne kadar çok kitap okurdum. Tüm paramı sadece kitaplara verirdim. Aç kaldığım zamanları bile hatırlıyorum. Kitapları insanlara benzetiyorum. Neme, yangına, zamana dayanamazlar hiç. Bir de içindekiler elbette. Sen ben satırlara dökememiştir belkide hayatlarımızı ama birileri yazmıştır işte. Çünkü en nihayetinde herkesin başına gelen şey aynı değil miydi? 

Uzun bir zamandır birçok insanın başına gelen bir sorunla boğuşuyorum. Ben karımdan boşanmak istiyorum. Boğazımda kocaman bir düğüm, ne yemek yiyebiliyor ne bir şeyler söyleyebiliyorum. Yalnızca düşüyorum. Kitaplardan yardım almaya çalıştım. Tıpkı eskisi gibi... Ne yazık ki onların da bana bir faydası olmadı maalesef. Ama bu akşam konuşacağım. 

Sabahtan beri evde onu bekliyorum. Yeterince de içtim. Alkol böyle anlarda bir kitaptan daha etkili olabiliyor. Konuşurken bir yandan kafamı kuma gömmek istiyorum da o da zor olacak herhalde. Yüzüne bakmak istemiyorum, kelimeleri zihnimde toparlayamıyorum. 

Giriş cümlesinde kalakalıyorum. Allah'ım bana yardım et. Bunca yıl aynı yastığa baş koyduğum birine artık hayatımda görmek istemediğimi nasıl anlatabilirim, yani nasıl ifade edilir ki? İşte geldi, evet geldi. Kapı açılıyor. Tamam sakin olmalıyım.

- Nurdan hoş geldin.

- Hoş bulduk hayatım. Ver bir öpücük bakalım. Evde miydin bütün gün?

- Evet.

- Bugün Kemal bey aradı. Hani şu banka işi vardı ya. İş yerinde birini arıyorlarmış. Ben ona daha önce demiştim. Öyle bir açık olursa mutlaka bize haber ver diye. Yarın sabah 09.00'da görüşmen var yakışıklı.

- Buna gerek yoktu. Ben herhangi bir yayınevinde çalışmak istiyorum. Seninle daha önce de konuşmuştuk. Bankacı olduğun için çevren daha çok orada ama ben bu sektörü sevmiyorum. Neden bana sormadın?

- Şey... ben... bilmiyorum bu kadar net olduğunu bilmiyordum. Hem bir görüşsen ne çıkar ki istemezsen zorla işe sokacak değiliz seni. Hakan aylardır çalışmıyorsun. İş görüşmelerine gitmiyorsun. Tutturmuşsun bir yayınevi sevdası. Ne yapacaksın orada? Kitabını evde de yazabilirsin.

- Hiç anlamıyorsun değil mi? Her şey senin istediğin gibi olmalı bu evde. Ama ben bu evin bir eşyası değilim. Vazon değilim senin anlıyor musun? İstediğin yere koyup durma artık beni. Gerçekten çok bunalıyorum.

- Sanırım sen bunalmak için yer arıyorsun. Bu ne sinir? Ne dedim ki ben şimdi? Senin iyiliğini istiyorum. Evliyiz Hakan anladın mı! Birbirimizden sorumluyuz. Bu kadar abartılacak, sesini yükseltecek bir şey yoktu.

- Neyse bu konunun üzerinde fazla dolanmak istemiyorum. Benim seninle konuşacağım başka bir mesele var.

- Ne oldu?

- Nurdan ben boşanmak istiyorum.

- Anlamadım.

- Anlaşılmayacak bir şey yok boşanmak istiyorum işte.

- Başka biri mi var?

- Hayır öyle bir şey değil. Kelimelere dökülünce kabalaşacağımın farkındayım ama dürüst olmak istiyorum. Tek bir nedeni var o da seni artık sevmiyor oluşum.

- Ne zamandan beri?

- İşten çıkarıldığımdan beri. Yani o zamanlar senden soğumaya başlamıştım. Zamanla da hiçbir şey hissetmediğime karar verdim. Anlıyorsun sanıyordum. Cinsel yaşantımız bile yok artık.

- Hayır anlamamıştım. Ben... yani ne bileyim... Sandım ki işsizlikten kaynaklı. Bizimle alakası yok diye düşünüyordum. Peki, zorla sevdirecek halim yok kendimi. Bitti ise bitmiştir. Boşanma davasını sen aç. Bu akşam dışarıda kalsam daha iyi olacak. İyi geceler.

- Gerçekten üzgünüm.

- Bunun bir önemi yok.

Hakan'ın tarafından bir ayrılık;

- Alo. Alp naber abi, nerdesin? Tamam geliyorum ben de.

- Ooo yüzünüzü gören cennetlik paşam. Hoş geldin. Hayırdır hangi dert attı seni buraya.

- Dur önce bir soluklanayım. Abi bakar mısın, bana da bir ufak açsana sana zahmet.

- Ne oluyor lan.

- Nurdan'la boşanıyoruz. 

- Haydaaaaa. Ne oldu oğlum. En son yılbaşında gayet iyidiniz.

- Bir ay sonra da kovuldum biliyorsun.

- Oğlum işten atılınca insan hemen boşanıyor mu hemen.

- Ben boşanmak için evlendim sanki amına koyayım. İnsan işsiz olunca hele de bir erkek her şey gözüne gözüne batıyor. Nurdan da sağ olsun kendime acımam konusunda baya bi yardımcı oldu. Hiçbir işe yaramadığımı hissediyorum. 

Pencerenin önündeki plastik çiçek gibi, olsan ne olmasan ne ama evi güzel gösteriyor. Nurdan sürekli beni bir kalıba oturtmaya çalışıyor. Hayallerimi küçümser oldu. Kovulduk ya demek ki işe yaramıyordum o zaman hayallerimin de bir manası yok anlayacağın onun için. Her gün kendi kafasındaki iş teklifleri ile gelmeye başladı. Bana fikrimi bile sormuyor. Sanki ben düşünemeyen bir hayvanım. 

Eskiden "Akşam ne yersin?" diyen insan gitti, yerine "Bu akşam ne yemek yapacaksın?" diyen kadın geldi. Yani eyvallah ben de yemek yapmayı severim. Kadın diye hiçbir zaman evdeki işleri ona yüklemedim ama son zamanlarda çok abarttı. Ben de erkeğim daaa yeter artık. 

Boğuluyorum anlıyor musun? Maddi anlamda bir sıkıntım yok aslında. Hatta işten çıkar çıkmaz hemen tatile çıktık. İlk başlarda durumun geyiğini yapıyorduk. "Bak birbirimize vakit ayırabiliyoruz artık, keşke daha önceden kovulsaymışın" filan. Şimdi halimize bak. Hanımefendi bana 3 yaşındaki çocuk gibi davranıyor.

- Bunları ona anlattın mı?

- Gerek duymadım. Tartışma büyüyecek, saygısızlaşacaktık. Ne olursa olsun birbirimizin yüzüne bakacak durumda olalım istiyorum.

- Ne diyeyim abi hayırlısı. Hadi yeni hayatının belkide ikinci baharının şerefine.

Nurdan'ın tarafından bir ayrılık;

- Bilge evde misin? Tamam sana geliyorum. Çok kötüyüm. Şarap var mı? Oh süper.

- Hoş geldin fıstık. Yaaa çok kötü görünüyorsun had gir içeri hemen. Of buz gibisin.

- Evden apar topar çıktım. Havayı düşünecek halde değildim. Ne oldu bir bilsen. Boşanıyoruz!

- Neeee! Nasıl ya, siz! Anlat hemen ne alaka ya.

- Beyefendi boşanmak istiyormuş. İnsan aniden böyle bir şeye nasıl karar verebilir. Nasıl hemen sevmediğini anlayabilir. Tamam evlilik biraz da alışkanlık ama 'sevmeme' durumu bilmiyorum. 

Çok kötüyüm Bilge ya. Kendimi kandırılmış hissediyorum. Paranoyaklaşıyorum, sanki beni hiç sevmemiş gibi geliyor. Israrla başka bir kadın olduğunu filan düşünüyorum.

- Dur ya abartma sen de hemen. Çok düşünme, olacağı varmış demek. Ne yapalım yani, kendini yıpratınca her şey düzelecek mi?

- Bilge öyle değil işte. Bana bir söz verdi o. "Hayatımın sonuna kadar seninle olmak istiyorum" dedi. Bizim kavga etmişliğimiz dahi yok. Birbirimizi hiç kırmadık. Ne kadar da kolay ayrılıyor öyle. Ne demek sevemedim. Ömrümü adadım ona. İşten ayrıldı kendimi paraladım yeni bir işe girsin diye. 

O üzülmesin diye gizliden gizliye iş ilanlarına baktım. Adına hesap bile açtım, yani bu abartı olmuş olabilir. Ama o kadar bitik haldeydi ki, onu öyle görünce içim parçalanıyordu. Çocuk istiyordum, ileriye erteledim. Tek kelime etmedim. Faturaları o görmesin diye hemen alıp vaktinde ödüyordum. 

İşsizdi, çaresizdi biliyordum yine de seviyordum. Ben çok sevdim onu. Nerede hata yaptığımı bir türlü anlayamıyorum. Gelirken beynimi kemirdim hala bulmuş değilim. Düşüncesizce mi davrandım acaba? Dinlemedim mi onu? 

Geceleri uyumazdı, nefesinden anlardım. O uyumayınca ben de uyumazdım. Uyuyana kadar beklerdim, ses etmezdim. Nedense sustum. Konuşmak mı lazımdı bilmiyorum. Aklım bildiğime yetmiyor, yetemiyor.

- Nedense susmana içelim o zaman. Şerefe!