29 Mart 2013 Cuma

Glück- Mutluluk


Hepimiz iki şey isteriz: Acıdan uzak durmak ve mutlu olmak...



Glück (Mutluluk), Berlin'de yaşayan iki farklı insanın kesişen hayatlarını anlatan farklı fakat yüzünüzde tebessüm yaratacak bir film. Filmin adından da anlaşılacağı üzere sonunun güzel biteceği az çok tahmin ediliyor. Irina, savaş yüzünden göç etmek zorunda kalan bir hayat kadını. Ailesi öldürülüyor ve ardından kendisine de tecavüz ediliyor. Kaçak olarak hayatını sürdürmek zorunda olan bu kadın, işsiz ve evsiz bir adam olan Kalle ile karşılaşıyor. Hayatın farklı zorluklarını yaşayan bu iki kişi, "aşk" noktasında birleşiyor. Aşkı, fedakarlığı, beraberliği ve hayatın, aslında güzel yanlarının da olduğunu birlikte keşfediyorlar. 

Filmin iki ana karakteri dışında bir de avukat var. Irina ile küçük bir kaza sonucu tanışan bu avukat, iki sevgilinin kaderini değiştiriyor. "Mutluluk, bu adam sayesinde gerçekleşiyor" diyebiliriz. Filmin tatsız bir tarafı var çünkü. Irina'nın sürekli müşterilerinden olan birinin kalp krizi sonucu ölmesi filme hareket katıyor. Esasında farklı konusu olmakla birlikte ağır ilerleyen filmlerden. Kaza olduğunu ispatlayan avukat, bu olay sayesinde kendi hayatına bakmaya başlıyor. Çünkü filmin en güzel yanı, size fedakarlığı, farklı bir yönden anlatması. Kalle, sevgilisi için kalp krizi geçiren müşteriyi parçalara ayırarak gömüyor. Bu arada Kalle, vejeteryan. Hiçbir şekilde ne et yiyebiliyor ne de kan görmeye dayanıyor. 

Avukat, bu olayı incelediğinde kendisine ve eşine, "ben bunu yapar mıydım?", "sen bunu yapar mıydın? sorgulamasında bulunuyor. Evet cevabı güç. Başına gelmeden yanıtlanamayacak sorulardan. Herkes, sevdiği için ölebiliyor. Peki birini paramparça edebilir miyiz?, cinayet işleyebilir miyiz? Belki de bu kişi, hayatlarında yalnızca birbirlerine tutunabildikleri için bu kadar cesaretlidir. Çünkü cesaret biraz özgür olmayı gerektirir. 

Hayatınızı nasıl yaşıyorsanız ya da ne işle meşgul olursanız olun, eğer kaybedecek birilerine sahipseniz kararlarınız pek cesurca olamıyor. Aynı şekilde eylemleriniz de. Hayatında hiçbir şey çalmamış olan bu avukatın filmin sonunda eşi için çiçek kopartması, size hoş bir izlenim veriyor.

Film, güzel, ilginç, ağır ilerleyen bir yapım olmuş. Ferdinand Von Schirach'ın "Suç" adlı romanından uyarlanan filmin yönetmenliğini Doris Dörrie üstleniyor. 

Oyuncular: Andrea Sawatzki, Alba Rohrwacher, Vinzenz Kiefer, Christina Große, Matthias Brandt, Laura Agorreca, Maren Kroymann, Petra Kleinert, Margarita Broich, Natalia Christina Rudziewicz

24 Mart 2013 Pazar

Delice değil mi?

- Dosyanız geldi, suçunuzu itiraf etmişsiniz zaten. Neden yaptınız?
- Hep 'neden?' diye sorar mısınız?
- Bak seninle sizli bizli güzel güzel konuşuyorum. İşim gücüm var. Daha kaç manyak var senin gibi uğraşmam gereken. Adam gibi anlat şu olayı. Meraklı değilim ben de kocanı neden öldürdüğünü öğrenmeye. İşin içinde başka suçlular varsa onların da cezasını vermek bizim görevimiz. 
- Sigara var mı?
- Yanımda yok. Ne içiyorsun söyle de varsa arkadaşlar getirsin.
- Bilmem. Hiç içmedim, şimdi başlayacağım. Fark etmez, hafif olursa
- Hanıma bak sen. Hafif olursa imiş. Yok sigara filan. Anlat artık şu olayı gerçekten canımı sıkmaya başladın, bilesin!
- Kocamı ben öldürdüm. Daha ne öğrenmek istiyorsunuz. Yeterince kötüyüm zaten. Baştan tekrar anlatıp hatırlamak istemiyorum, lütfen. Başka kimsenin bu olayla ilgisi yok. Cinayeti de tek başıma işledim. Yardım eden kimse olmadı. Öğrenmek istediğiniz bu değil mi?
- Bak! Erkek olsan şimdiye kadar seni çoktan konuşturmuş idim. Ben kibar olmaya çalıştıkça sen beni yormaya devam ediyorsun. Uğraştırma beni yoksa kendi yöntemlerimle konuşturmak zorunda kalacağım. 
- Cinayet gününü mü anlatayım?
- En baştan!

Bir gün bir kadın aradı. İş yerindeydim, benimle çok önemli bir şey konuşmak istediğini ve eşimin haberinin olmaması gerektiğini söyledi. Önemsemedim tabi. Yani her arayanla görüşmeye kalksam. Ama bu tarz telefonlar da her gün almıyorsunuz neticede. Merak işte. Bir de kadın telefonda ağlıyordu. Numara yapıp yapmadığı konusunda emin olmadım gerçi ama dediğim gibi yani merakım kadınla buluşmama neden oldu. 

Uzun süredir beni takip ediyormuş. Nerede çalışıyorum, oturuyorum, öğle yemeklerinde nereye giderim filan. Hemen iş yerinin yakınındaki mekanı söyledi. "Orada buluşabiliriz" dedi. Biraz ürktüm, söyleyeceklerini daha da merak ettim. Anlatacakları önemliydi besbelli ve benim canımı sıkacak şeylerdi. O yüzden öğle yemeğinin bunun için uygun bir zaman olmadığını söyledim. İş çıkışında aynı yerde buluştuk.

Mekana gittim, her zamanki yerimde oturdum, beklemeye başladım. Bir ara "ne yapıyorum ben" dedim. Tam kalkmaya hazırlanıyordum, bunun tatsız bir şaka olduğunu düşünmüştüm. Sonra zayıf, esmer bir kadının bana doğru yaklaştığını gördüm. Soluk bir suratı vardı. Böyle bembeyaz ama sarımsı da. Saçları omuzlarına geliyordu, kömür gibi simsiyahtı. Gözleri de öyle. Kadını gerçekten çok dikkatli incelemiştim. Anlatacaklarını bilmiyordum ama bu kadının yüzünü bir daha unutmak istemiyordum. "Merhaba" dedi, sonra göstermelik sarıldı. Öyle zayıftı ki ona sarılırken ellerime kemiklerinin battığını hissettim. 

"Dinliyorum" dedim. Lafı uzatmak istemiyordum, buraya sohbet etmeye gelmemiştik. Çantasından çıkardığı sigarayı sardı önce. Bir nefes çekti, yüzüme baktı. Beni daha önceden gördüğünü düşünmeme rağmen sanki o da beni süzüyordu. Aynı benim onu incelediğim gibi. Gözleri doldu, içim acımıştı, neden bilmem. Sonra başladı anlatmaya...

- Güzel kadınmışsın. İlk defa bu kadar yakından görüyorum seni. Adım Cemre, kocanın intihar eden sevgilisinin ablasıyım. Bak, ben de senin kadar bu konuşmayı çok fazla uzatmak istemiyorum. Kardeşim, yaptığı hatanın bedelini acımasız bir şekilde ödedi zaten. Artık sıra sizde! Bunu sana "iyilik olsun" diye anlatmıyorum. Sen de acı çekmelisin, o puşt kocan da. Hayat garip değil mi? Sabah evden çıkıyorsun, akşam için planlar yapıyorsun, belki de bu akşam aile dostlarınızla yemek yiyecektiniz. Ya da kocanla kaçamak tatil yapacaktın. Sevişecektiniz veya. Ama kader işte. Ne umdun bak ne buluyorsun.

- Ne diyorsun sen ya? Şaka mı bu! Bu ne hadsizlik, saygısızlık. Kiminle konuştuğunun farkında değilsin galiba küçük hanım.

- Hey heyy. Yavaş yalnız. Geçen yıl depremde ailemi kaybettim. Ne evliyim ne de çocuğum var. Şu siktiri boktan hayata tutunmamın tek sebebi kız kardeşimdi. Onun da hayatını mahvettiniz. Sence kaybedecek bir şeyim var mı artık? Böyle insanlardan korkmalısın. Susacaksın ve beni dinleyeceksin. Rezilliğin alasını gösteririm yoksa tüm ailene. Nerede kalmıştık. He evet. Yıllardır çalışıyorum. Ailem hayattayken de çalışırdım. O zaman tezgahtarlık yapıyordum. Depremde kaybedince barda çalışmaya başladım. Hem parası iyi hem de ot filan masrafımı çıkartıyor. 27 yaşındayım, kardeşim 17 yaşındaydı. 17 ya lann, liseye gidiyordu daha. Konservatuvara girecekti. Şarkı söylemeyi çok severdi. Aşkın tanımı onun içim müzikti. Kocan olacak o adam, önce hayatını sonra hayallerini kararttı.

Nasıl tanıştıklarını hiçbir zaman öğrenemedim. Evden erken çıkıyor, geç saatte eve geliyordu. Aniden yaşam tarzının değiştiğini fark ettim. Önce dershaneye gidiyor diye sesimi çıkartmıyordum. Barda çalıştığım için sabaha karşı eve geliyordum. Fark etmem de zor oluyordu. Dikkat etmeye başladım, giyim tarzı da değişmeye başlamıştı. Değil o kıyafetlerin parasını vermek, onu satan mağazaların önünden bile geçemezdim. Bir gün bir baktım elinde son model bir cep telefonu. Sıçtım ağzına. Odasını dağıttım. İç çamaşırları, takılar. Dedim, "ne halt yiyorsun lan sen?" Bir iki tokat attım, ama göreceksin kalacak elimde. Ben vurdukça o da bana vuruyor. Saygılı kızdı da ailemi kaybedince hırçınlaşmaya başladı. Hani ergen diye ben de pek cevap vermiyordum. Ama bu durum! "Kızını dövmeyen dizini döver" lafıyla iyi bir dayak attım. Dedim, akıllanır artık.

O günden sonra hiçbir şey değişmedi. İşten bir hafta izin aldım. Başladım bunu takip etmeye. İlk gün tanıdığım, bildiğim insanlarla görüştü. Bir an dedim, "anladı mı acaba?" Ertesi gün işin kokusu çıktı. Seninkiyle lüks bir otelde buluştu bunlar. Tüm gece bekledim otelin önünde. Param da yok. Evde olsam yapı vereceğim bir tencere makarna da işte bir hafta izin aldım diye bizim patron para vermedi. O gece dedim, "ya açlıktan ya soğuktan gebereceksin bugün." Sabaha karşı çıktı bunlar. Bizimki bundan biraz para aldı, atladı taksiye eve geldi. Her şeyi anlattım buna. Suçlu ya çemkiremedi bu sefer. Ağladı, zırladı, 'seviyorum' dedi. "Adam 50 yaşında yahu neresini sevdin" dedim. Yok ağlıyor öyle karşımda. İnan dedim, "aklımı yitiriyorum galiba." Söz geçiremiyorsun ki, "yapma" desem, gidecek yine yapacak.

Kocanla konuşmayı düşündüm sonra. Sizin holdinginize gittim. Sekreterinden kim olduğumu duyar duymaz, kendimi kapının önünde buldum. Bu adama ulaşamayacaktım belli. O sırada aklıma senden başkası gelemezdi tabi. Sonra seni araştırmaya koyuldum. Aslında bu konuşmayı daha önceden yapacaktım. Kusura bakma artık. İntiharın verdiği şok, acısı, cenaze işleri derken sana anca zaman ayırabildim. Kız kardeşim, bir çocuğa aşık olmuş. Seninkinden ayrılmak istemiş. Peki sübyancı kocan ne demiş dersin? Bilgisayarındaki tüm video ve fotoğrafları aşık olduğu çocuğa gönderirmiş. Şerefsiz her boklarını kaydetmiş ondan habersiz. Benim yarım akıllı kardeşim de kocanı tehdit etmiş, "ben de karına anlatırım" diye. Nasıl boktan ilişkileriniz var bilmiyorum ama kocanın dediğine göre, parasından dolayı onu bırakamayacağını, "olan yine sana olur" dediğini biliyorum. Bunun üzerine kardeşim dediklerini onaylamış ve önce aşık olduğu çocuktan ayrılmış. Ardından bana mektup yazıp intihar etmiş.

- Mutlu musun?

- Ne? Anlamadım

- Öyle iştahla anlattın ki

- Mutlu filan değilim. Her şeyin bedeli vardır. Şimdi ister o sütü bozuk kocanı boşarsın, ister gebertirsin. Bunların sebebi senin kocandı, madem benim tek ailemi, kardeşimi öldürdü, şimdi sıra onda. Benden bu kadar. Merak etme bir daha beni görmeyeceksin. Sadece "herkesin, her şeyi bilmeye hakkı var" diye düşündüm.

İşte bu kadar. Olayın aslı bu memur bey. Bunları öğrendikten sonra kadın gitti. O sırada telefonum çaldı. Arayan eşimdi, akşam geç kalmamam gerektiğini eve iş arkadaşlarıyla eşlerini davet ettiğini söyledi. "Peki" dedim. O kadar soğukkanlıydım ki sanki bunun yapılması gerekiyormuş gibi. Evet, yapılan kötü bir şeydi ama çözümü cinayet değildi elbette. O sırada öyle düşünemiyorsunuz ama. Sanki seri katil gibi bu da "her zamanki cinayetlerimden" gibi bakıyordum olaya. Önce gidip bir silah satın aldım. Eve gittim, kapıyı çaldım. Hizmetçi kapıyı açtı. İçeri girdim, eşim oğlumla piyano başındaydı. Oğlum çalıyor, kocam sesiyle eşlik ediyordu. Bir an o kızı düşündüm. Belki de sadece şarkı söylemek değil bir alet de çalmak istiyordu. Onun hayalini mi yaşıyorduk şu an? 

İşte "hayatımda bir karıncayı bile incitemem" dediğim karakterim, gözünü bile kırpmadan hem de oğlumun yanında kocasını delik deşik etti. Memur bey ne oluyor sonra biliyor musunuz. Sanki gerçek değilmiş gibi biraz önceki olanlar, gerçeğe dönüyorsunuz. Bir silaha bakıyorsunuz, bir yerde yatan adama. Sonra "ne yaptım ben?" sorusu ve ardından gelen, "ne yapacaksın, hayatını kararttın" cevabı. Sırasıyla herhalde bu işler. Önce onların ailesi dağıldı, sonra bizim. Hak yerini buldu mu şimdi? Giden gitti, günahlar işlendi, ölen öldü. Yaptığım şey, zamanı geri almadı. Yanlış, düzelmedi. Oysa ben öyle olacağını düşünmüştüm. Delice değil mi?




  












20 Mart 2013 Çarşamba

Benim suçum, 'susmak' oldu


'Çocukluğum' deyince aklıma hep okula başladığım gün geliyor. O ilk gün, ne kadar da gergindim. Hiç ailemden uzak bir günüm geçmemişti. Annem bana ben de anneme çok düşkündüm. Anneanneme ne zaman kalmaya gitsem muhakkak akşam yemeğinden sonra annemi arardım. O da zaten hazır beklerdi beni de, diyemezdi, "kalma" diye. Babama gelince ben değil ama o bana çok düşkündü. Bir babaya göre fazla düşkün! Babamı severdim, ama beni sevmesini hiç sevmedim. Bir baba olarak görevlerini yerine getiren biriydi. Görev derken, ne bileyim işte sabah işe gider, akşamına muhakkak evde olur, akşam yemeklerini hep birlikte geçiririz, pazarları ailecek gezmelere gideriz, annemi hiç üzmez hatta kavgalarına bile şahit olmamıştım. Maddi zorlukta hiç çekmedik. Annem ve babam çalışan insanlardı, tek çocukları da olduğu için olarak zorluk çekmiyorlardı. Zaten ailelerinin de durumu iyi olunca zorluk çekilecek bir hayatımız hiç olmadı.

Lüks bir yaşamımız yoktu. Annem ve babam, gelirlerinin bir kısmını bankaya, benim eğitimime yatırırlardı. Kendimize ait ev ya da arabamız yoktu. Daha çok günlük harcamalar yapıp hayattan zevk almaya bakardık. Annem, "evimiz, arabamız olsa ne olur olmasa ne olur. Biz günümüzü güzel yaşayalım, huzurumuz yerin de olsun da" derdi. Onların huzuru yerindeydi, ama benim değil! Tüm bu anlattıklarımdan sonra peki sorunum neydi benim? Neden 29 yaşına gelen bir kadın hala tutunamıyordu şu hayatta? Bu kadar güzel olan şeyin içinde ben ne bulmuştum da tüm hayatımı etkilemişti?

Nasıl kelimelere dökülür böyle bir şey bilemiyorum. 4-5 yaşlarımı hayal meyal hatırlıyorum. Ama 6 yaşımdan sonra artık bazı şeyleri idrak etmeye başlamıştım. Babam beni farklı seviyordu. "Nasıl?" dersen, annemi sever gibi işte. Önceleri anlayamadım, zaten küçücük çocuğum nereden anlayacağım. Televizyonda bir öpüşme sahnesi çıksa kanalı değiştirirdi annem. Babam bize karşı kötü değildi ama bana karşı sevgisi beni çok korkutuyordu. Tahsili iyi olduğundan benim de onun gibi olmamı istiyordu. Ödevlerim konusunda biraz sert biriydi. Annemin yanında bu konuda hep kızardı bana. Hatta annemle beraber olduğumuz zaman, "hiç öptüğünü görmedim" desem yerinde olur. Annem, öğretmen olmasının yanında boş zamanlarını üye olduğu derneklerde geçirirdi. Babamın işi ise, eve çok yakın olduğu için öğle yemeklerini evde yemeyi tercih ederdi. Ya da bana yakın olmak için...

Bir gün midemi üşüttüğüm için okula gidememiştim. Sürekli kusuyor, artık neredeyse konuşamıyordum. Zaten cılız bir çocuktum, en ufak üşütmede "bu sefer ölüyorum galiba" diyordum. Annem çalıştığı için bana göz kulak olsun diye anneannemi çağırmıştı. Ben de zaten öğlene doğru artık kendimi toparlamış hatta yemek yemeye bile başlamıştım. Babam, her zamanki gibi öğle yemeği için yine eve geldi. İş yerinden izin almış, tüm gününü benimle geçireceğinin müjdesini vermişti. (ne müjde ama) Anneannem, "eh madem öyle ben gidem kızanım" diyerek pamuk kollarıyla sarılmıştı bana. Olayı bu şekilde anlatırken, "kim bilir ne kadar korkmuşumdur" gibi düşünülebilir. Ama nedense hiç korkmuyordum. Biraz da emin olmamakla alakası vardı. Bu sefer uzak dururdu belki. Biliyor musun hiç durmadı. Ben sustum, o durmadı...

Anneme açıklamak istedim. "Anne babam beni çok seviyor" dedim bir gün. "Ne güzel işte" dedi, "Baba bu, sevmez mi kızını" O günden sonra dilim kesildi sanki. Annem eline bir bıçak alıp dilimi kesmişti. Aslında tam anlamıyla uymuyordu ama nedense hep o türküyü dinlemeye başlamıştım. Annemin hiç suçu yoktu halbuki. Kendi suskunluğumu ona yükledim. Hatalıydım, biliyordum. Hatamı birine yüklemem gerekirdi. Ve ben en son yüklenecek kişiye anneme yüklemiştim bu suçu.

Sonra başladım o türküyü söylemeye;

Arda boylarında kırmızı erik 
Halime'nin ardında on yedi belik 
Ah annecim ah annecim yaktın ya beni 
Bu genç yaşta denizlere attın ya beni 

Aliverin feracemi annecim diksin 
O gıymatlı İsmail'e kendisi gitsin

Uyan uyan Ereceb'im senin olayım 
Ardalar aldı ya nerede bulayım 

Arda Boylarına ben kendim gittim 
Dalgalar vurdukça can teslim ettim 
Ah annecim ah annecim yaktın ya beni 
Bu genç yasta denizlere attın ya beni 

Önce babama ardından elimde olmadan anneme düşman oldum. Sonra tüm insanlara... Üniversiteyi bilerek dışarıda okudum. Babam hiç istemedi tabi. Ama ne yapıp edip şehir dışına çıktım. Başarılı bir öğrenciydim, üniversite sınavında gayet basit soruları bilerek boş bırakmıştım. Çok az ailemin yanına gidip geldim. Gittiğimde de onlarla çok az vakit geçirmeye çalışıyordum. Bir şekilde bahane uydurup arkadaşlarımla görüşüyordum. Annem çok üzülürdü bu durumuma. Hatta bir şeyler kullandığımdan şüphe bile etmişti. Bir gün odamı karıştırırken buldum onu. Bilerek kavga çıkardım, bunun bahanesiyle eve uzun bir süre uğramadım.

4 yıllık eğitim hayatımdan sonra yurt dışı fikrini attım ortaya. Yüksek lisans, doktora diye uzattım süreyi. Şimdi 29 yaşındayım. Ne garip kendine yararı olmayan biri olarak psikolog oldum. Tecavüze, tacize uğrayan çocukları dinliyorum. Pedagog oldum yani. "Onları en iyi ben anlarım" mantığıyla bu işe giriştim. Evet, hislerine çok iyi tercüman oluyorum aslında. Ama bazen çok yıprandığımı fark ediyorum. Bu durum, geçmişimi unutturmuyor bir türlü. Zaten böyle bir geçmiş kolay kolay hafızandan silinmez. Lakin ben, her Allah'ın gününü bunu hatırlayarak geçiriyorum.

Şaşırtıcı gelecek belki de ama ne evlendim ne de sevgilim oldu. Sevemedim de hiç kimseyi. Ruhum, kalbim nasırlaştı. Bir arkadaşım aseksüel olduğumdan şüpheleniyor, hatta bana sorarsanız bence de öyle. Değil bir erkek, kadınların bile bana dokunmasına tahammül edemiyorum.Yazıhaneme gelen hastalarımla tokalaştıktan sonra hemen bir bahaneyle ellerimi yıkamaya gidiyorum. Bazen sinirlerim bozuluyor, defalarca yıkıyorum. Ağlıyorum, duş alıyorum, insanların kokusunu üstümden atamıyorum. Ne kadar yıkansam da bebek kokusunu vücudumda hissedemiyorum. O masumluğu tenim almıyor artık. Halbuki ben hiç büyüyememiştim ki.

Hayatınızda başınıza birçok olay gelir. Bazıları 'tesadüf', bazıları 'kader', bazıları ise 'şans' der buna. Ben hiçbir kelimeyi uygun bulamadım bu yaşadıklarıma. Ne olduysa, ne yaşadıysam hepsini ben kendim ettim. Kararlarımın sonuçlarını ağır bedellerle ödedim ve ödemeye devam ediyorum. Evet babamın bana yaşattıkları tabi ki de benim suçum değildi. Ama buna son vermek benim elimdeydi, annemi kaybetmemek benim elimdeydi, konuşmak benim elimdeydi. 

Benim suçum, "susmak" oldu. Yeni yeni konuşmayı öğrenmeye başladım. Önceleri pek alışamadım. Sandım ki konuşmak, her şeyi çözüyor. Öyle değilmiş. Yerinde, zamanında, doğru sözcükleri seçerek ve en önemlisi kalp kırmadan konuşmak, anlaşabilmenin anahtarıymış. Ben yeni öğrenmeye başladığım için bu konuda daha titiz davranmaya çalışıyorum. İnsan hatalarının bedelini görünce bir daha üzülmemek için daha dikkatli davranıyor. Şimdilik böyleyim. Daha sakin ama mutlu değil. Mutluğu bekliyorum, aşkı da... Ama insanlara bakıyorum. Aşk, eskiden filmlerde, şarkılardaydı. Şimdi filmler bile inandırıcı değil. Ben aşkı şiirlerde, şarkılarda, biraz kitaplarda yaşıyorum (aşk romanlarını pek sevmem). Acı çekmeden ama sakince...













16 Mart 2013 Cumartesi

Zor gelmiyor mu sana da bu çelişkili yaşam?


"İstisnalar, kaideyi bozmaz" deriz sürekli. Ama hayatın her anlamında bunu nedense kullanmayız. Sebebi elbet ön yargı. Bakıyorsun da görmüyorsun. Böyle bir çelişkili yaşam, seni de yormuyor mu? Bir hayal kurdum bugün. Hani hep geyiğini yaparız da bir türlü uygulayamayız. Anadolu'nun o güzide tarih kokan yerlerini gezmek isteriz. Hasankeyf, Balıklı göl, Mardin ve sayılabilecek daha bir sürü yer. Urfa kebabı, Antep baklavaları nasıl da güzeldir değil mi? "Şurada bir Van kahvaltı yeri var, müthiş" dersin. Ama iş başka konulara gelince nasıl da 360 derece dönersin. O başkadır, bu başka çünkü. O kadar kötülerse yemekleri de pis değil midir bunların? Pis ... diye başlarsın çünkü cümlelerine. 

Belki gidemezdin de, istemez miydin okullarda seçmeli dersler olsun. Kim nereliyse orası dışında bir yer seçse kendine, öğrenciler küçük yaşta bilse başka başka yerlerin kültürlerini, örflerini, adetlerini. Turistler bile senden fazla bilir bu ülkenin yaşam tarzlarını. Ey insan dokunmaz mı bu hiç sana. Senin öğretmen gerekirken öğrenmeden yazık değil de ya nedir? Hayalim buydu aslında. Düşünmesi de güzel geldi. Ne bileyim öyle işte...

"Kadın'a şiddete hayır" da dersin, ama yapılan tüm zulümlere ses çıkartmazsın, korkarsın çünkü. Ya da daha da kötüsü, daha da acınası, "cennet anaların ayakları altındadır" dersin, çocuklarının anasını döversin. Gözünün yaşına da bakmazsın üstelik. Bir kere de değil. İşten mi çıkarıldın, çok mu içtin o gece, hayat mı zor. Yol arkadaşından çıkartırsın hırsını. Hani düzelmez de tüm bu şikayetlerin. Üstüne bir de kalp kırdığın ile kalırsın. Ne var ki o morluklar, birkaç güne geçer ya da her gün dövüyor isen zaten yeni yaralar açarsın diğer yara kapanmadan. Üzdüğün, yaraladığın yüreği düşünmezsin. Ama kız kardeşin, kocası tarafından dövülünce hiç düşünmeden vurursun bacanağını. Ah be adam, karından ne istersin. Seni bir ömür boyu 'eş' olarak seçti diye midir tüm hatası? Bu çelişkili yaşam seni de yormadı mı?

Kim bilir babası mı bu işe başlattı yoksa hayat mı anlamadan sürükledi. Hayat kadınlarına nedir bu öfken? Zorla mı seni o yerlere götürürler. "Hiç mi utanmıyorsun bu saatte bu kaldırımda olmaya?" dersin. Soru yanlış bir kere. "Zor gelmiyor mu, sen de yorulmadın mı?" desen daha insani olurdu sanki. Peki senin ne işin var o saatte orada? Daha sen kendinin ne yaptığını bilmez iken, bu soruyu sormak hadsizlik değil de ya nedir? 

Gündüz hakaret ettiğin kadını gece koynuna alırsın. Hiç de utanmazsın bu durumdan. Meraktan değil mi, ya da öylesine geçiyordun oradan. Hani ne gelirse başa meraktan gelirdi? O söz öyle kullanılmaz yalnız. Merak, güzel kullanırsan iyi bir şeydir. Öğrendiklerin ile vicdan sahibi bile olabilirsin. Bir de bakmışsın anlamaya çalışıyorsun, anlayışlı biri olmuşsun. İyi soru sorabilmeyi de becerirsen, zeki bile olabilirsin. Bu devirde zeki olmak kadar kolay hiçbir şey yok. Herkes beyninin tamamını kullanmıyor çünkü, onlar kullanamazken sana kolay 'zeki' sıfatını yakıştırırlar. Kendine yaptığın iyiliktir bu. 

Hem zaten sen eşcinsellere de katlanamıyorsun ki. Kadınına da erkeğine de dayanamıyorsun. İş de vermiyorsun, bu işi yapmak zorunda olmasına da çıldırıyorsun. Hele kadının eşcinselliğine hiç gelemiyorsun. Onlar da eşcinsel olursa siz ne yapacaksınız değil mi?

Gülmeyi seversin, kim sevmez ki. Gülümsemediğin bir gün, çöptür. O gün hiç yok yere ziyan olmuştur. Çingeneler, ne güzel insanlar değil mi? Sadece TV dizilerinde izlediğin insanlar. Pisler üstüne üstlük. Yediği çekirdeği yere atan, hatta konuşurken üstüne püskürten insanlar. İşin ilginci senin bu durumdan zevk alman, bu durumun senin gülümsemene sebep olması. Espri anlayışlarımızda bir sorun mu var? Ya da nasıl bir 'sanma' halidir ki, onların güllük gülistanlık yaşadığına inanıyorsun. Birkaç diziye nasıl da hemen inanıyorsun. İnanmayan kesim de, "çingene değil mi pis millet" diyor. Eminim onlara birçok imkân sunulmuştur zaten de onlar ısrarla, "hayır biz aynı odada pisliğin içinde yaşamaktan mutluyuz" diyordur. Her şeye rağmen düğünlerinde göbek attıkları için mi bu kibrin. Doğru sen ki, iki duyguyu "aşk acısı" zannedip, kendine dünyayı dar eden insansın, nereden anlayacaksın. Acı çekmeyi seven birinin bunu anlayabilmesi ne mümkün. "Çalıyorlar, çırpıyorlar" diyorsun, bu cümleden koca koca sıfatlar yakıştırıyorsun. Ben senin adına seviyorum halbuki. Demek hiç aç kalmamış zahir.

Bir gün kestirme olsun diye bir arkadaşım ile mahallelerinden geçecektik. Arkadaşım, "Ceyda ay geçmeyelim şu pis çingene mahallesinden" dedi. Biri de duymuş. "Korkma yemez seni çingeneler" dedi. Hakikaten de yemediler, arkadaşım da ben de yaşıyoruz hala. 

"Herkes kendi işini yapsın" diyorsun. Oyuncu, oyununu oynasın, öğrenci dersini çalışsın, karışmasın eylemlere filan, ev hanımı, hanımlığını bilsin, otursun oturduğu yerde, doktoru, avukatı, mühendisi görev tanımlarını yerine getirsin. Sonra meydanda karşılaştığın gösteri yapana adama da sen değil misin, "senini işin yok mu!" diyen. Eee o da işini yapıyor. Kırıcısın biliyor musun? Onun işi bu. "Çingeneler, hırsızlık yapıyor" deyip kızan sen, hırsızlık yapmayıp kendince işini yapana kızan yine sen. Yaratıcılığı mı dokundu sana yoksa çok mu farklı geldi. Senden olmayanı sevmezsin ya sen. Çok çelişkilisin be insan, yorulmadın mı sende..

Tüm bunların yanında en büyük çelişki ise, 'eleştirilmek'. Herkes her türlü eleştiriye açık. Ben pek göremedim nedense. En kötü, numara yapıyorsun ama içten içe nasıl sinirleniyorsun, ama iyi oynuyorsun, güzel bastırıyorsun öfkeni. Gözler yalan söylemez ya. Kim uydurduysa artık bunu da. Olur hiç öyle şey. Gözler kadar yalan söyleyebilen hangi organın var ki. Burnunla yalan söyleyeni hiç tanımadım ben. Belki benim algılarımda bir yanlışlık vardır bilemiyorum. Böyle olunca insan yanlışa da "yanlış" diyemiyor. Ekşiyor o surat hemen. "Aman" diyorsun, "kaldıramadı iki cümlemi." Halbuki doğruya gidebilirdi istese. 

Gerçekten zor gelmiyor mu bu çelişkili yaşam sana da. Bırak artık şu çelişkilerini. Bak farkında değilsin sen de yorgunsun. Artık ne sen yorul ne karşındakini yor.





13 Mart 2013 Çarşamba

LIFE IN A DAY



Kevin Macdonald yönetmenliğinde 2011 yılında çekilen "Life in a Day" adlı belgesel, ABD- Rusya ortak yapımı. Gerçek yaşamdan uyarlama yapılan birçok filmin yanında, bu belgesel gerçeğin ta kendisi. Çünkü dünyanın çeşitli yerlerinde yaşayan insanların hayatlarını videoya çekilmeleri ve bunun yanında birkaç soruya cevap vermeleri istenmiş. Tam 192 ülkeden aynı gün çekilen 4500 saatlik videoya ulaşılmış. Tarih ise; 24 Temmuz 2010

Birçok film türü var. Gerilimden aşka, komediden drama fakat bu belgesel, insanda "kendine bir iyilik yap" denilecek türden. Yer yer gözlerin doluyor, bazen de yüzünde ufak bir tebessüm beliriyor. Farklı kültürleri yaklaşık 95 dakikada tam manasıyla olmasa da tanıma fırsatı buluyorsun. Sadece kültür değil, belgeselde bazı sorular da sorulmuş ve insanlar kendilerini videoya alarak bunları paylaşmışlar. Bazılarının gözlerinin dolduğuna da şahit oluyorsun. En son 'samimiyet' denilen güzel lafla ne zaman birlikteydin bilmem ama bunu burada hissediyorsun. 

Anlatılacak çok şey var aslında. Paylaşılan anlar mevcut. Annesi ölen ve babasıyla birlikte yaşayan küçük bir çocuğun annesinin fotoğrafının yanında tütsü yakışı, hastane yatmak olan bir adamın "hayatıma devam edeceğim ve çılgınca şeyler yapacağım" dediği umudu, hayatından sıkılmış birinin, "isyan etmemek için ne kadar dayanıklı olmak lazım?" sorusuyla başlayan isyanı, bir kadının hamile olduğunu öğrendiği gün, bisikletiyle dünya turu yapan adamın, Türkiye'deki sineklerin daha küçük olduğunu keşfetmesi, hayvanların ve insanların doğum sahneleri (ilk defa bir hayvanın doğum sahnesini izlemiş oldum), bir kadının her gün yaptığı ibadeti, uyuşturucu bağımlısıyken kendisini kurtaran arkadaşıyla yaşamının anlatılması, sürekli iş seyahatinde olan eşini özleyen bir kadın ve web üzerinden konuşmasının ardından nasıl ağladığı, babasına yardım eden ayakkabı boyacısı ufacık bir çocuğun nasıl babasından övgüyle bahsedişi ve lap topunu göstererek "kütüphane gibi" deyişi. Ve daha bir sürü yaşam hikayeleri.

'Yaşanılmayacak' denilen bir ev bile değil. Hayatını anlatıyor bir adam, ufacık bir zamanda. 14 çocuğuyla aynı yerde yaşıyor. Zihinsel engelli çocuğuna bakacak kimse olmadığı için çalışamadığından yakınıyor. Engelli çocuğunu kaçmasın diye, "ellerini bağladım" diyor. Ama yine de hayattan umudunu koparmamış. Diyor ki; "Benim Tanrı'dan umudum var. Bizi unutmamıştır. Tanrı bizi unutsun diye yaratmamıştır. Bu da benim inancımdır."

Bir takım sorulardan bahsetmiştim: İnsanların en çok korktuğu ve sevdiği şeyler. Onu izlerken anlıyorsunuz ki, dünyanın neresinde olursa olsun herkes aynı şeyleri seviyor ya da aynı şeylerden korkuyor. Farklı değiliz yani hiçbirimiz birbirimizden. "En çok ne seviyorsun?" sorusuna, kızarmış tavuk diyen de var, annesini söyleyen de. 

Biri kedisini sevdiğini söylüyor, bir diğeri de kızını. Bana en ilginç gelen ise, bir kızın, 'mamihlapinatapai' yanıtı oldu. Bahsettiğine göre, şu an ölü bir dil olan Yaghan dilinde kullanılan bir kelime. Eskiden Güney Amerika'nın en güneyinde, Tierra del Fuego'da konuşulmuş bu dil. 

Anlamı, iki kişinin bir şeye başlamak istediği, fakat ikisinin de olayı başlatan olmak istemedikleri durumu anlatıyor. Barışı isteyen ama masaya ilk oturmaya yanaşmayan iki kabile lideri de olabilir. Bir partide birbirlerini beğenip ilk adımı atmaya çekinen insanlar için de olabilir.

Bir diğer soru da "En çok neden korkarsın?" sorusuydu. Bu da önceki soru kadar ilginç cevapları olan videolar içeriyor. Küçük bir kız "canavar" yanıtını verirken bir kadın, "boşanmak" diyor. Mesela biri de, "eşcinsellerden korktuğunu" söylüyor. Eşcinsellik bir hastalıkmış ve hasta insanlardan korkarmış. Fakat çoğu ölmekten korkuyor. Bunu herkes değişik şekillerde anlatıyor. Hasta yatağında bunu söyleyen, mezar taşını gösteren, evden çıkıp bir daha geri dönememekten çünkü Afgan'da ki insanların en çok korktuğu şey olduğunu söylüyor bir amca. Biri de "en sevdiği kişinin ölmesinden" korktuğunu anlatıyor ve ağlıyor. "Bundan sonra yaşamanın ne anlamı var ki?" diyor.

Bu yanıtların arasından güzel bir diyalog hoşuma gitti. "En çok neden korkarsın?" diyor annesi oğluna. "Şu anda hiçbir şeyden korkmuyorum. En büyük korkum; senin kansere yakalanman idi ve sen kanser oldun. Sonra tekrar kanser olmandan korktum. Ama sen onu da atlattın. Artık hiçbir şeyden korkmuyorum" diye yanıtlıyor çocuk annesini. Belgesel gerçekten herkesin izlemesi gereken hayatın anlamını sorgulatan ve kendinizi iyi hissedeceğiniz -dünyada daha kötüleri var- güzel hikayeler bütünü. 

Bu hikayeleri izlerken yanılmıyorsam 3 defa (belgesel için yapılmış olsa gerek) aynı şarkı çalıyor.

#Suyun en temizini içmek istiyorum#

#Ve sadece ihtiyacım kadar yemek#

#Yalnızım biliyorum#

#Ama kendimi güçlü hissediyorum#

#En büyük dağa uzanmak istiyorum#

#Hatta tırmanmak eğer istersem#

#Güçlü olduğumu hissetmek istiyorum#

#En azından bulutlar sahiden beyaz olmalı#

#Ve okyanus kumsalda karşılamalı bizi#

#Bütün istediğim sadece bu#

#Bir gram bile fazlası değil#

                                                       







Ben bir kitap ayracıyım


Ben bir kitap ayracıyım. Uzun yıllar oldu kitapların yaşam alanına dalalı. Biraz yaşlandım da haliyle. Birçok yazar ve kitap tanıdım. Bazılarının sayfaları sarı, biraz yıkık dökük, az yorgun. Bazıları ise o kadar yeniydi ki, sanki basıldığı gibi ilk ben tanışmıştım. Sadece yazar ve kitaplar değil aslında. Okuyucular da tanıdım. 

İnsanlar ilginç, ama 'okuyan insan tipi' daha da ilginç. Yeni doğmuş bebeği sever gibi kitapların üstüne tek karalama yapmayan da var, kendinden bulduğu cümlelerin defalarca altını çizen de. Kimisi de şiir seviyor. Kaç yıl oldu bilmem ama tecrübelerime dayanarak söylüyorum, şiir kitaplarında pek karalamalar olmuyor. 

Şiir bir bütün çünkü. Hangi cümlenin altını çizebilirsin ki? Anlatacağını ya iki satırda ya da bir sayfada veriyor zaten. Kitap ayracı olmak çok yorucu aslında. Sanki bir zaman tüneli var ve sürekli seyahat ediyorsun. Geçmişe, geleceğe, şu ana... Bir bakmışsın bir cinayetin içindesin, bir bakmışsın uzayda. Allah'tan bazıları yoğunluktan dolayı ya da okumayı pek sevmediğinden, yavaştı da ben de biraz kendimi dinleyebiliyordum. 

Böyle bir nesne olmanın en kötü tarafı terk edilmek! Evet terk edilmek. Hepimiz bir şekilde terk ediliyoruz. Ya öksüz, yetim kalıyoruz ya da sevdiğimiz adam veya kadın bizi bırakıyor. Bir de dostlarımız, onlar da bir ömür yanınızda kalamayabiliyorlar. Ben bunları bilmem, nasıl oluyor, acısı nasıldır anlamam. Beni kitaplar terk eder. Ama şaşırmazsınız, yani, "hiç beklemiyordum" diyemezsiniz. Bilirsiniz çünkü, sayfanın son 5 yaprağıdır ve senin görevin bitecektir. Sonra başka bir kitabın yaşamına konuk olursun. Ardından başka bir kitap daha derken alışırsın bir yerden sonra bu duruma. Madem ben bir eşyayım ve insanlar beni kullanmak amaçlı alıyorlar, bu durumdan üzülmek yerine 'ne öğrensem kâr' diye bakıyorum.

İlginç bilgiler edinebiliyorsunuz. Herkes şiir, roman okumuyor ki. Elbette onlarda da farklı şeyler yazıyor ama mesela geçen bir ansiklopedinin misafiri oldum. Sanırım sahibi bir akademisyen. Bir sayfada 1 saat kalabiliyor. Herhalde en uzun ömürlü o adamın ansiklopedisinde yaşamışımdır. En uzun dönemliydi evet ama biraz sıkıcıydı. 

Bir sayfada günlerce kalabiliyordum. İlginç de değildi üstelik. Fakat bir romana konuk olduğumda enteresan bir olay yaşamıştım. Daha doğrusu olayda pek de bir şey yok da hep kitapların arasında yaşamaya alıştığım için 'zorlanmadım' diyemem. 

20'li yaşlarında bir kız, aşk romanı almış. Gayet seri okuyordu, ben de kendimce bu kitaba çok bağlanmadım. Belli çünkü, ayrılacağım yakın zamanda. Sonra bir gün ağlamaya başladı ve kitabın tüm sayfalarını yırttı. Bana dokunmadı lakin bir masanın üzerinde haftalarca yaşadım. Kendimi hiç bu kadar yalnız hissetmemiştim. İnsan depresyona da giriyor. Kimseyle konuşmuyorsun, etmiyorsun. Hatta abartı gibi görünecek ama bir ara korkmaya başlamıştım. Artık kızın başına ne geldiyse uzun süre kitap almadı eline. Eee dedim burada çürüyüp gideceğim sonra da 'işe yaramaz' olarak görünüp çöpe atılacağım.

Bir yaz günüydü ve günün bittiğini haber veren güneş batmak üzereydi. Hava kararmaya başlamıştı. Havanın geç kararması, o anda benim için iyi bir şeydi. Zaman geçmek nedir bilmez iken karanlık beni daha da ürkütüyordu. Nitekim geç de olsa hava kararıyordu. Tam ürkmeye başlamıştım ki, küçük hanımın geldiğini duydum. 'Gözlerime inanamamak' tam da böyle bir şeydi galiba. (bu cümleye kitaplarda çok rastlarsınız) Kalınca bir kitapla gelmişti eve. Yok ansiklopedi filan değildi bu. Anlattığım akademisyen sayesinde o kadar iyi tanımıştım ki onu, yok hayır bu o değildi. 

Okumaya başladı, bir yandan da klasik müzik dinliyordu. "Uykusu gelse de ne okuduğunu anlayabilsem" diyordum. Derken esnemeye başladı. Evet, "unutulmuş muyumdur?" diye korkmadım da değil ama masada beni fark edince hemen kitabının içine yarın devam etmek üzere sakladı. Hımmm, psikoloji kitabı bu. Zaten bu kız tedavi mi ne görüyordu. 

Kendisine iyi gelsin diye aldı bu bunu o demek. "Büyük düşünme" diye bir başlık vardı. "Başımıza iyiliklerin geleceğine inanırsak gerçekten de küçük iyilikler yaşarız. Çünkü kendimiz için kabullendiğimizi deneyimleriz. İşleri ters gitti mi içimizde, çevremizde, her yerde mevcut güce inanmak gerekir" diyordu.

Siz insanlar, iyi ki 'insan' değilim. Yaşamadan okuya okuya hayatı anlama lüksüne sahibim. İstesem de yaşayamam zaten. Aslında düşündüm de ben neden kullanıyormuşum? Şükretmeliyim sanırım halime. Bu kadar bilgi, bu kadar yaşam, bu kadar acı... Yok ben almayayım, nesne olmak güzel, sıradan olmak daha da güzel.

Bilgi, yaşam, acı dedim ama yazarları da tanıdım. Çeşit çeşit insanlar, her biri kendi acısını yazmış. Ne çok şey anlatmışlar, ne çok yalnız kalmışlar.

Hepiniz bir şeyler yaşamışsınız. Ama o kadar çok şey okudum ki emin ol yalnız değilsin. Herkes kıyısından köşesinden kırık. Ailen, dostun, sevgilin, eşin, arkadaşın her kimse uzağında olan, bu sana sessizlik getirir. Oysa sen de sarılmayı özlemedin mi?







9 Mart 2013 Cumartesi

Biriniz benim olsaydı ya





Gölge Hırsızı


Marc Levy tarafından kaleme alınan ve babası tarafından terk edilen bir çocuğun peşindeki gölgelerle iletişimini anlatan "Gölge Hırsızı" adlı kitap, Wıllıam Shakespeare'in, "Kimi insan gölgeleri kucaklar durur; sonunda senin gibi mutluluğun gölgesini bulur." dizleriyle başlıyor. İkinci sayfada ise Romaın Gary'nin şu sözleriyle karşılaşıyorsunuz:

"Aşk, en çok hayal gücüne ihtiyaç duyar, biliyor musun? Her birimiz, olanca hayal gücüyle, bütün gücüyle öbürünü yaratmalı ve gerçekliğe ufacık da olsa yer bırakmamalıyız; işte o zaman, o iki hayal gücü karşılaştığında...Dünyanın en güzel şeyi olur."

Babası tarafından başka bir kadına aşık olmasıyla terk edilen, çocukluğu boyunca annesiyle birlikte bunun üstesinden gelmeye çalışan baş karakter, özel bir yeteneğe sahiptir. Babasının eksikliğinden midir bilinmez, gölgelerle konuşmaktadır. Küçük bir kasabada çocukluğunu geçirdikten sonra tıp fakültesini kazanan kahramanımız, annesinden uzaklaşır. Aslında çocukluğundan da... O zamanlar aşık olduğu kızdan, annesinden, gölgesinden, babası da gitmişti ama anılarından uzaklaşınca babasını da bırakmış oldu. Kahramanımız, gölgelerle ilk konuşmasını şöyle anlatıyor:

"Hani kafanızın içinde bir müzik yankılanır durur da ortada çalgıcı falan olmadığı halde duyduğunuz müzik, yanı başınızda hayali bir orkestra çalıyormuşcasına gerçek görünür ya, işte gölge benimle konuştuğunda biraz böyle hissettim. Aynı etkiyi yarattı."

Aynı fakülteden olan kız arkadaşıyla annesini ziyarete giden kahramanımız, geçmişine yaptığı yolculukla çocukluğuna geri döner. Kasabada karşılaştığı çocukluk arkadaşı şimdi babasının yanında fırında çalışmaktadır. Babasının evden kovmasıyla arkadaşının yanına gider ve birlikte tıp öğrenimi görürler. Ama onun aklı hala geçmişindedir, ilk aşkındadır. Clea, duyamadığı için en büyük sırdaşıydı, kim bilir belki de duysaydı da yine de sırdaşı olacaktı. Yaz aşkıydı aynı zamanda ama bir süre sonra artık yazları yanına gitmemeye başlamıştı. Zamanla unutmuştu ya da unuttuğunu sanmıştı. 14 yılın ardından bulduğu sandığın içindeki iskeleti gibi sapasağlam duran bir uçurtma ve yazılı olan bir not, onu hatırlamasına sebep olur. Notta aynen şu yazılıdır:

"Dört yaz bekledim seni, sözünü tutmadın, bir daha hiç gelmedin. Uçurtma öldü, onu buraya gömdüm, kim bilir, belki günün birinde bulursun onu."

Evet bulmuştu fakat Clea neredeydi? Artık annesi de yoktu. Hem babasını bir gün belki de bulacaktı ama annesini sonsuzluğa uğurlamıştı. Geçmişindeki bu kızı bulabilecek miydi? Ya çoktan unuttuysa? ya da evliydi artık, ne çok belki demeye başlamıştı... 

Mucizelere inanmayanlar için güzel bir kitap, Gölge Hırsızı 

Kitaptan bir kesit:

Küçük bir çocuğun babasına mektubu;

  Baba,
  Annemle birlikte birkaç günlüğüne tatile geldiğimiz deniz kenarından deniz kenarından yazıyorum sana. Senin de bizimle olmanı çok isterdim ama yaşananları değiştiremeyiz. Senden haber alabilmeyi, mutlu olduğunu bilmeyi çok isterdim. Mutlu musun dersen, bir öyleyim bir böyle. Burada olsaydın başıma geleni anlatırdım sana ve sanırım, bu bana çok iyi gelirdi. Bana öğütler verirdin. Luc, babasının nasihatlerinden bıktığını söylüyor, bense onlardan yoksunum. 

"Sabırsızlık çocukluğu öldürür," diyor annem, büyümeyi öyle çok istiyorum ki baba, özgürce seyahat edebilmeyi, kendimi iyi hissetmediğim yerlerden kaçabilmeyi öyle ço9k istiyorum ki. Yetişkin olsaydım, nerede olursan ol, gelir bulurdum seni. O zamana dek görüşemezsek, birbirimize anlatacaklarımız öyle birikecek ki, hepsini konuşabilmemiz için yüz öğle yemeği yememiz ya da en az bir haftalığına baş başa tatile çıkmamız gerekecek. Birlikte bu kadar çok zaman geçirebilsek ne müthiş olurdu. Bunun, senin için çok zor olduğunu tahmin edebiliyorum ama neden diye sormadan da duramıyorum kendime.

Bunu her düşündüğümde, bana neden yazmadığını da soruyorum kendime. Sen, benim nerede yaşadığımı biliyorsun. Belki bu karta cevap yazarsın, eve döndüğümde senden gelen bir mektup bulurum belki de, kim bilir, belki beni görmeye gelirsin?

  Belkilerden bıktım sanırım.
  Her şeye rağmen seni seven oğlun.

Künye:

Yayın evi: Can Sanat Yayınları
Basım Tarihi: 2011
Sayfa Sayısı: 211
Çeviren: Ayça Sezen






2 Mart 2013 Cumartesi

Önce kendimi, sonra seni tanıdım


İşte yine yaz geldi. Benim mevsimim, kuşlar, böcekler değil tabi ki de. Kadınlar, mekanlar, müzik, eğlence. Seviyorum bu mevsimi ya. Hele akşamları. Bu yıl tatile gidemeyeceğime göre İstanbul çocuğu olarak akşamlar benimdir. Bazen düşünüyorum da çok mu kötü biriyim? Hayır. Ben asla kötü biri olmadım  sadece kadınlara olan zaafıma bir türlü engel olamıyorum. Ne yapalım, Tanrı, kadınları ve içkileri yaratmasaydı o zaman. Hem yaratıyor hem 'günah' diyor. Sonra vay aman erkekler. Ayrıca bu zamana kadar hiçbir kadına ben gitmedim. Pek huyum değildir. Yakışıklı adamım ve hiç egomla baş etmedim, o hep vardı. Param da var, neden bir kadına ben gideyim ki?

Bazı zamanlar yaşım ilerledikçe, "lan evlense miydim" diyorum, sonra geçiyor. Evlilikten korktuğum kadar ölümden korkmamışımdır. Baba olma heveslisi de değilim pek. Çocukları değil, hayvanları severim ben. Evde beni her zaman bekleyen dünya güzeli bir Sibirya kurdum var. Tabi kadınlar çeşit çeşit. Arada onları  da etkilemek adına "çocukları seviyormuş" gibi yaptığım zamanlar olmadı değil.

Evet ev telefonum çalıyor yine. Doğru ya bugün pazar ve bu saatte ancak annem arar. Her pazar aynı şey. Ben pazar günleri geç kalkan, önceki geceyi muhakkak bir mekanda sabaha kadar eğlenerek geçiren biriyken, annemin "bugün gelecek misin?" diye sormasına sinirleniyorum. Kadın yıllardır bu huyundan vazgeçmedi. Hiç de cep telefonumdan aramaz. Öğretemedim bir türlü bu aletin nasıl kullanılacağını. Sanırım annemi en son 6 ay önce gördüm. Babamın ölümünden 3 ay sonra evlenince haliyle yeni kocasına alışmam biraz zaman aldı. Hoş hala alışmış değilim ya neyse.

- Canım ben annen. Lütfen bu akşam gel artık. Sabah krep yaptım senin için gelirsin diye. Bak akşam sarma da yapacağım, bekliyorum.

Sanırım annem telesekretere bu cümlelerini kaydetmiş, her pazar yolluyor bana. Her hafta krep ve sarma yapamaz herhalde. Bana o kadar bayıldığını düşünmüyorum. İnsanların, bu annem de olsa vicdan azaplarını üzerimden temizlemelerine asla izin vermem. Herkes yaptığı kötülüğün cezasını çekmeli.

Neyse bu konuyu şu anda kafama takamayacağım. Vayy beee, yakışıklıyım ya. Artık çıkabilirim ve gün güzel bitmeli. Günlerimi elimden geldiğince güzel geçirmeye bakarım. Kötü başladıysa o gün mutlaka güzel biter ya da tam tersi. Off bu ne ya. Yaz aylarında bu yağmur da neyin nesi. Hava tahmin ettiğimden de daha kötüymüş. Yağışın bu denli artacağını bilseydim evden çıkmazdım hiç değilse. 

Heyy heyyy. Allah kahretsin, lanet olsun. Tanrım çocuk, çocuğa çarptım. Hey, uyan, aç gözlerini. Allah'ım yardım et bana. Ambulans mı çağırsam, yok hayır o gelene kadar çocuk ölür. Ben evet kendim, bir dakika sakin. Hastane nerede en yakın. Of çocuk, nereden çıktın sen karşıma.

- Merhaba hastanın yakını siz misiniz?
- Hayır. Yani ben görmedim, birden öyle çıkınca karşıma. Hava çok kötüydü, ki alkol bile almamıştım. Onu fark ettiğimde çok geçti.
- Beyefendi biraz sakin olun öncelikle. Bu çocuğa arabayla çarptığınızı mı söylüyorsunuz?
- Evet ama bilerek değil
- Neden bilerek küçücük bir çocuğa çarpmış olasınız ki zaten. Polise haber vermem gerekiyor. Çocuk iyi birazdan kendine gelir. İfadesi alınır, sizin de tabi. Lütfen bekleyin

Güzel bitirdiğim günlerden farklı biraz bugün. Annemi arasam? Off sabah telefonuna cevap vermedim, 6 aydır yanıt vermiyorum zaten. İnsan, "duymadım da" diyemez ki.

- Ali bey siz misiniz?
- Ever memur bey benim
- Çocuğun ifadesini alamıyoruz. Sanırım sokakta araba camlarını silen çocuklardan. Elindeki beze ve cebindeki paralara bakınca başka bir şey aklımıza gelmedi. Hep mi böyleydi ya da kazanın etkisiyle mi oldu bilmiyorum fakat çocuk konuşamıyor. 
- Anlamadım. Çocuk dilsiz mi yani?
- Sanırım evet. 
- Eee ne olacak şimdi?
- Ailesini tespit edene kadar ilgili yetkililere teslim edeceğiz
- Aslında ben bakabilirim. Yani ailesi bulanana kadar bende kalabilir. En azından sıcak bir evde yaşar. Adresimi, telefonumu tüm bilgilerimi size verebilirim. Vakti geldiğinde çocuğu ailesine götürürsünüz.

Ne dedim ben? Ben ve çocuk bakmak! Ağzımdan çıkmasıyla pişman olmam bir oldu. Anneme benzediğimi düşünüyorum şu anda. Vicdanımı çocuğa bakarak temizlemeye çalışıyorum. Ağabeyimin çocuklarına bile tahammülüm yokken...Ağabeyimin çocukları dememden belli zaten. Hiçbir zaman 'yeğenlerim' diyemedim. Yıl dönümlerinde bile yana yakıla bende kalmasını istemişti de bir süre sonra ısrarına dayanamayıp suratına telefonu kapamıştım. 3 ay konuşmamıştı benimle.

Evet gidiyoruz. Şimdi arabadayım ve arkada bir çocuk, 7 yaşlarında. Konuşabilse öğreneceğim adını, yaşını ama... Bir an arabayı süremeyeceğimi düşünmüştüm. Allah'tan saçma sapan yaşadığım olayın böyle bir etkisi olmadı. Evet çocuk, geldik. Konuşamıyorsun ama beni duyabiliyorsun. Öyle söylediler. Arada dediklerime kafanı salla ya da ne bileyim işaret filan çak. Ailen ne zaman bulunur bilemiyorum ama senin için iş yerinden izin aldım. Biraz beraber takılacağız. 

Tam 3 ay birlikte yaşadık bu veletle. İnsan hiç kendini bu yaşına kadar tanıyamaz mı? Ben tanımamışım. 35 yaşındayım ve kendimi hiç tanıyamamışım. "Hayatım bir yalanmış" gibi saçma klasik laflar etmek istemiyorum. Eğer bir gün değişirsem ve 'aşk' diye bir şey varsa, bir kadın beni değiştirir diye düşünüyordum. Öyle olmadı, bir çocuk değiştirdi beni. Önce pek kabullenmiş olmasam da zamanla ben de onunla beraber çocuk oldum. Birlikte çizgi film izledik, evde futbol oynayıp, koleksiyonum olan minik Marilyn Monroe heykellerini kırdık. Ki benim için çok önemli olmasına rağmen kahkaha attığımızı hatırlıyorum. 

Annemle barıştım. Bu olaydan haliyle haberi oldu ve ilk başlarda zorlandığım için biraz çıkarcılık olacak ama yardım almıştım. Sürekli bize gelip yemek yapıyordu. İlk başlarda pek konuşmadım sonra "bana da öğretir misin?" dediğimde, yüzüme bakıp gülümsedi. -eskisi gibi- Her kadın değişir ama insanın annesi hiç değişmez. 6 yaşında ilk okula başladığım gün de aynen böyle gülümsemişti. "Kocaman bir çocuk oldun sen, akşama yine görüşeceğiz. Ama büyümen için kendi başına yaşamayı öğrenmelisin" demişti, yine aynı tebessümle yüzümü okşayarak. Bu sefer yüzümü okşamamıştı ama aynı gözlerle, "elbette" dedi. Öyle sarıldım ki o an, sanırım canını yakmış olabilirim. Ağlayabildiğimi öğrendim, büyüyünce insanın ağlamayı unuttuğunu düşünüyordum. Belki annemin 'tek başına yaşama' nasihatını biraz abarttım hatta vefasızlık yapıp, hiç aramamış olabilirim. Oysa o hep beklemiş aramamı, affetmeyi ancak bir anne beklerdi herhalde.

Bir gün bu küçük yakışıklı delikanlıyla (bazen babası olduğunu düşünüp, "bana çekmiş hayta" dediğim de oldu) sahilde gezintiye çıktık. Nasıl oldu bilmiyorum ama yiyecek bir şeyler alacağım sırada yanımda olmadığını fark ettim. Aklımı kaybettiğimi düşündüm o an. Bir çocuğa sahip çıkamayan zavallı diye hakaretler yağdırıp koştururken, baktım bizim minik delikanlı bir kadının yanında derdini anlatmaya çalışıyor garibim.

İnanılacak gibi değildi. Başkasına anlatsam delirdiğimi düşünürdü sanırım. Onu görür görmez aynen şöyle dedim: Marilyn Monroe ölmemiş. Evet tam karşımdaydı. Başka zaman olsa hemen tanışırdım, hiç kaçarı olmazdı. Ama nedense bu çocuk bende "babalık" sorumluğunu üstlenmeme neden oluyordu. Sanki önce tanışıp, ardından da zamanla tanıyıp öyle hayatıma sokmalıydım bu kadını. Bir de kendimi, "güzel olduğuna göre kesin aptaldır" lafına inandırmıştım. Birlikte olduğum kadınların pek zeki olduğu söylenemezdi. Ya da zeki idiler belki de. Ben pek sohbet etmediğim için tanıma fırsatım olmadı hiçbirini. 

Tanrım ne kadar güzel. Zaten kısa saçlı kadınlar benim için bir adım öndedir her zaman. Hele de sarışınsa aklımı yitirme sebebim.
- Merhaba
- Selam. Oğlunuz mu? 
- Ah sayılır, uzun hikaye
- Hımm. Çekingen sanırım, konuşmayı sevmeyen biri galiba.
- Yok hayır. Konuşmamıyor ama geçici
- Anladım. Ben Berrin bu arada
- Ah evet. Ben de Ali. Adın güzelmiş
- Teşekkürler, ben gideyim o zaman size iyi günler
- Aslında birlikte yürüyebiliriz. Yani eşlik edebiliriz sana
- Ben aslında spor yapıyorum, koşuyorum malum kıyafetlerimden anlamışsınızdır
- Evet gayet net. Birlikte koşalım o zaman. Biz de spor yapmış oluruz

Bütün gün birlikteydik. Gerçekten de koştuk desem? Ve o gün Efe konuştu, evet adı Efe imiş. Berrin, benden çok hoşlanmış ama evli olduğumu düşündüğünden ilk başlarda çekinmiş. Daha sonra olayı anlatınca rahatladığını hissettim. O günden sonra Berrin ve ben hiç ayrılmadık. 5 yıl oldu sanırım evliyiz. "Sanırım" dediğimi duysa kesin kavga ederiz. Ne yapayım bir öğrenemedim şu seneleri. Ama iyi ki hayatımda, iyi ki tanıdım. Efe, bu sürecin en güzel ama aynı zamanda da en hüzün verici tarafı. Ailesi nihayet bulundu. Konuşmaya başlayınca anlattı, zaten arıyorlardı. Hala geliyor bize, benim gibi değil, o vefalı çıktı (babasına çekmedi yani) Bir de küçük kızımız oldu. Efe'yi ona verebilirim. Böyle planlarım var ileriye dönük. 

35'imde bir çocuk tanıdım, bir kaza sonrası. Sonra kendimi tanıdım, ardından annemi hatırladım. Sonra da kadınımı tanıdım. Bilmem ki kader midir, tesadüf müdür  yoksa şans mıdır? O kazanın ardından, başıma ne gelirse gelsin önce sakin olup sonra gülümsemeyi öğrendim. Hayatımı artık daha kolay yaşıyorum. Yaşamak aslında o kadar da zor değilmiş, ben bunu fark ettim. Her şeyi fırsata dönüştürme konusundaki çıkarcı tavırlarımızı keşke bu tarz olaylar içinde kullansak. Kim bilir, kimler ne insanlar aslında. Ya biz acıyı seviyoruz, mutlu olmak istemiyoruz ya da iyi olmanın vereceği sorumluluğu kaldıramıyoruz. Veyahut fırsatları göremeyecek kadar körleştik de farkında değiliz.