22 Şubat 2013 Cuma

Dansöz


"Umut, güzel şey" derdi bir arkadaşım. Ağızdan hiç düşürmezdi bu lafı. "Başka türlü yaşayamam ki ben" derdi. Haklıydı... Nasıl yaşayabilirdik ki başka türlü. Benim hayatımda "başka" hiç olmadı. Ne olacağım belliydi, o da oldum zaten. Eskiden hem hayallerim hem umutlarım vardı. Şimdi sadece umudum kaldı. Hayal kurmak da güzel tabii ancak benim hayallerim bana üzüntüden başka bir şey getirmedi. Ve bir sabah uyandığımda, "artık hayal kurmak yok" dedim. O gün bugündür "hayal nedir" bilmem. 

17 yaşındaydım sanırım, o kadar uzun zaman oldu ki. 35 yaşındayım artık, kadın olmanın en güzel ama son dönemi derler bu yaşlar için. Bu yaşlarda asıl kadın, kadın olurmuş. Ama 35'ten sonra artık az çok kendini sinsi sinsi belli eden çizgiler daha bir açığa çıkarmış. Nitekim öyle de olmaya başladı. Göbeğim bile biraz ayvalıktan çıktı sanki. 

"Hayal" dedim, doğru tek hayalim dans etmekti. Bir dans okulum olsun istiyordum. Yaşıtlarım ya çizgi film seyreder, ya ders çalışır ya da sokakta oyun oynarken ben hep müziği sonuna kadar açıp, dans ederdim. Bereket annem çalışıyordu da bütün gün tepinebiliyordum. Küçük olduğumdan herhalde o zamanlar çok inandırmışım kendimi dans okulu açacağıma. İnsanın aklı bir karış havada olunca saçmalar, benim de öyleydi. Büyüdükçe anlıyor insan saçmalamanın nelere sebep olacağını. Kimse de demedi ki bana, "eh be kızım senin hayal neyine." Kimse bir şey demeyince ben de yaptığımı doğru sanmışım. Şimdi ki gibi dediğim dedik değilim elbet, daha söz dinlerdim. Çocuksun ya korunmasızsın ya insan başkalarını dinliyor.

Dans mı? Dansa ne mi oldu? Oldu aslında. Şu anda hayallerimdeki gibi bir görüntü olmasa da dans ediyorum.  Bunu ben seçtim esasında. Ya hayat kadını olacaktım ya da dansöz. Ben de dansöz oldum. He hayat kadınlarından çok farklı mıyım? Pek sayılmaz. Kısmen aynı şeyleri ben de yapıyorum. Dansözlük televizyonlardaki gibi çok para getiren bir meslek değil. Hele de benim gibi uyduruk bir pavyonda sadece sarhoş eğlendirmek için yapılıyorsa. Öyle para saçmalar filan yok. Anca işte işini göreceksin ki para kazanasın. 

Bu hayata dans etmeden katlanamazdım, o yüzden dansöz olmayı ben seçtim. Dans edince zihnimdeki tüm kötülükleri boşaltıyordum. Sanki başka yerde başka zamandayım. Dönüyorum, dönüyorum. Döndükçe unutuyorum. Gariptir, "hayal kurmuyorum" dedim ama o zaman beynimde hayaller canlanıyor. Hayalden çok geçmiş... Ama geçmiş olduğu gibi değil, biraz kendimce oynuyorum üstünde.

Aslında herkesin hikayesi gibi başlamıştı benim de ilk kalp kırıklığım. Her şey, "çok iyi birine benziyor" cümlesiyle başladı. Çok iyi birine benziyordu, üzülmezdim, "kalbim kırılmazdı hiç" diye düşünüyordum. Bilmem ki nedendir, şarkılar mı dersiniz, şiirler mi, kitaplar mı yoksa filmler mi? Hiç üzülmeyeceğimi düşünmedim. Bir üst sokağımızda oturuyordu Rüştü. Rüştü ağabeyimdi eskiden sonra askere gitti geldi, Rüştü oldu birden bire. Allah'ı var, jilet gibi çocuktu. Hani bir baksan gözün arkada kalır, bir daha bakmak isterdin. Aşık olmayan neredeyse yok gibiydi Rüştü'ye. Bir kere baktı bana, dedim, "ölüyorum herhalde." Ne bileyim hiç kimse öyle bakmamıştı ki bana. Ya da baktı da ben fark edemedim. 

Bir gün halimi hatırımı sordu, başka bir gün "görüşelim mi?" dedi. Sonra baktım sevgili olmuşuz. Zaman işte, ilerledikçe seni de değiştiriyor. Zamanla değişiyor insanlar. Ben de değiştim tabii ama Rüştü kadar insafsız olmamışımdır herhalde. Kavgalarımız öyle gürültülü olmaya başlamıştı ki bir süre sonra kendi çığlıklarımızı duyamaz olmuştuk. Alkolü de çok abartmaya başlamıştı. Eskiden de içerdi hatta ben de içerdim. Birlikte kurduk mu rakı soframızı. Sofra derken de hani çok bir şey olmazdı. Ben peynirsiz içemezdim meredi, o da kavunsuz. Müzeyyen Senar da açtık mı, değmeyin keyfimize. Ama işte dedim ya, hayat zorluğu mu kim bilir benden mi sıkılmıştı ama tanıyamaz olmuştum zamanla onu. 

Bir akşam yine zil zurna eve geldi. Bu arada evli filan değildik. "Kaçalım" dedi bir gün, "evleniriz sonradan"
Kaçma kısmı hemen gerçekleşti de hiç nikah masasına oturtamadım onu. Çok bir şey değil aslında gelinlik, giymesem de olurdu da. Allah biliyor ya hala ne zaman gelinlik satan bir mağazanın önünden geçsem öyle bakarım. Gençliğime yanarım, hayallerime yanarım. Neyse geldi işte bu eve, nasıl vuruyor kapıya. Alacaklılar da hiç gelmedi değil evimize, onlar bile böyle kırarcasına vurmadılar kapıya. Gece saatin 3'ü, açtım kapıyı. "Yürü" dedi, "gidiyoruz." Dedim, "nereye?" Bir tane tokadını yedim en can yakıcısından. Can değil de kalp yandı. Herhalde her zaman buraya geliyordu. Bir pavyona götürdü beni. Ortalık sigara dumanından görülmüyordu. 

"Para yok" dedi, "eee?" dedim. "Geçinmemiz için şart." Hala anlayamamıştım ki. Sonra anlattılar, daha doğrusu ben yaşayarak anladım. Bilmem kaç kere tecavüz ettiler, kaç kere durun, yapmayın dedim. İnsanlar görmek istediklerini görürlermiş ya işte o anda da duymak istediklerini de duyarlarmış diyebilirim. Sanki ben bağırmıyordum, yalvarmıyordum. Belliydi artık hayat kadını da olmuştum. 

Pavyon, bir aralar iflasın eşiğine geldi, benim işime gelirdi de. Sanki nedeni benmişim gibi ne zaman o günkü hasılatı az getirsem, Rüştü'den dayak yiyordum. İlk başta öldür de kurtulayım diyorsun, cesaretli de oluyorsun. "Dayak filan vız gelir, hayatta bu işi yaptıramazsın bana" diyorsun da. Can bu ya, artık hareket edemez olmuştum. Nereme dokunsam oram sızlıyordu. Yani pavyonun kapanması benim için pek de iyi sayılmayacaktı. Ben de, "fırsat verin, dansözlük yapayım" dedim. Başta bayağı eğlendirdim, güldüler dediklerime. Allah'tan bazı duygularım bazı anlarda kendini gösteriyordu. İnadım tuttu, dedim, "izin veriyor musunuz, yoksa batacak mısınız?" Bir etkilendiler o 'emin' tavrımdan. 

Bir zaman sonra saymayı bıraktığımdan kaç yıl oldu bilmiyorum bu mesleği yapalı. Bazılarına göre orospuluk bazılarına göre ahlaksızlık belki de ama ben 'mesleğim' diyorum. Seviyordum aslında işimi. Sevmeden olmaz ki. Zulüm olur yoksa hayat sana. Derler ya; "ya bu deveyi güdersin ya bu diyardan gidersin"

Bu mesleğe alıştıktan sonra Rüştü'ye de zamanla alıştım, beni sevmediğini artık anladım. Belki de seviyordu kendince. Ölümü ne gariptir ki beni kıskandığından oldu. Bir gece işim bittikten sonra birlikte çıkmaya hazırlanıyorduk. O gün yıldönümümüzdü, işte haspam kutlayacakmış, tutturdu "seni çok güzel bir yere götüreceğim" diye. "İyi" dedik, gittik. O gece çok başka başkaydı Rüştü, ne yalan söyleyeyim sanki bir kez daha aşık oluyordum o gece ona. Güzel bir elbise de almış bana, böyle fiyakalı da bir yerdi gittiğimiz mekan. Kimse demez bu kadın 'dansöz' diye. Ama hatırlattılar, bilenler varmış.

Yan masada oturan bir grup laf attı bize. Benim ne işim varmış orada. İlk başta çıkartamadım ama bildim sonra. Sürekli müşterilerimizdi masadakiler. Derken kavga kıyamet, bıçakladılar Rüştüyü. Orada öldü zaten ben de 1- 2 ay devam ettim işime. Sonra beni de kovdular. Uzun süre bunalıma girdim, evde oturmak pek yaramadı bana. Uzun yıllar pavyondu, alkoldü, gece hayatıydı derken, bünyem zayıf düşmüş. Doktorları oldu olası sevmem ama artık bazı belirtiler kendini göstermeye başlayınca el mahkum gittik. Kanser miymiş neymiş bir şeyler söyledi ama aklımda 'öleceğim' kaldı.

Pek kitap okumayı beceremem ama aşk romanlarına bir başka hayranlığım vardır. Yaşayamamışık ya böyle okurdum kendimce. Bazı süslü kelimeleri anlamazdım, bizim mahallede -bir o çıktı zaten- gazetecilik okuyan bir kızımız vardı, gider ona sorardım. O da pek bir hevesli yazmaya, çizmeye. Bir gün dedi bana, "senin hayatını yazalım." Bir kahkaha atmışım ki bak hala gülüyorum. Dedim, "ayol kim ne yapsın benim hayatımı." Baktım pek istekli, hevesli dedim, 'kırmayayım.' Bana "bir yazı yaz" dedi. Dedim, "nasıl yazı? ne yazacağım ki?", "bak kitabı bana yazdırmayacaksın değil mi?" Bu sefer o güldü halime. "Yok" dedi, "yazdırmayacağım ama anlat kısaca." 

Şimdi her gün gelecekmiş yanıma, neler yaşadığımı tek tek anlatacağım -ölmeden-. Nasıl bir kitap olacak bilemiyorum ama ölümü beklemek hiç bu kadar güzel olmamıştı. 

19 Şubat 2013 Salı

"Ne mutlu size yoksullar, çünkü göklerin krallığı sizindir. Ne mutlu size, şimdi aç olanlar, çünkü tok olacaksınız. Ne mutlu size, şimdi ağlayanlar, çünkü güleceksiniz. Fakat vay size en zenginler, çünkü tesellinizi almışsınız. Ey şimdi tok olanlar, vay size. Çünkü yas tutacak, ağlayacaksınız." Hz. İsa

18 Şubat 2013 Pazartesi

...

"Yazar olmak istiyorum" dedi.
- Bana bir akıl ver
Dedim, "en son ne zaman hayal kurdun?"
Dedi, "ben hayal kurmam, hayal kurmak, işi gücü olmayanların işidir."
Dedim, "hayat kadınları hakkında ne düşünüyorsun?"
Dedi, "hepsi o.."
Dedim, "illa yazar olacaksın diye bir şey yok, boş ver."
- Nedenmiş o?
- Eee baksana ön yargı iliklerine kadar işlemiş, hayal kurmak desen bir habersin. Oturup da ne yazacaksın?

16 Şubat 2013 Cumartesi

Kaybolmayı buldum


Yine bir gün daha, çalar saatimin o muazzam sesiyle başladı. Kaç senedir bu sesle uyanıyordum acaba? Off sarhoş gibiyim, sırf bu yüzden işi eve getirmekten nefret ediyorum. Gece 03:00'te yatarsam böyle olur. Bir dakika evet çantam, dosyalar, hımm bir şey daha alacaktım, ha lap topum. Şimdi tam bir "işe giden kadın" modeli oldum. Bildiğin bas bas bağırıyorum: İşeee gidiyoooruuum. Güzel tarafı da var tabi. Bakkaldan gazete almaya gittiğimde sevgili Ahmet ağabey, "hayırdır Ayşe hanım nereye böyle?" demiyor. 

Meraklı mahalle sakinlerimiz bazen canımı sıksa da yaşadığım muhiti seviyorum. En azından samimiler. Hoş bu samimiyet arada patavatsızlığı da beraberinde getirmiyor değil. Geçen hafta iş arkadaşlarımla yemeğe gittiğimde örneğin. Giydiğim siyah saten elbisemle kendimi güzel ve şık bulmam, evden çıkıp bir iki basamak ilerlemenin ardından son buldu. Fatma teyzenin, -nedense ne zaman o kapının önünden geçsem muhakkak bir çöpü vardır atmalık- "Ayşe hanım bu ne güzellik, nereye böyleeee?" lafı ve beni süzüşü, gerçekten sinir bozucuydu. Hoş bir elbise, akşamın 20:00'de evden çıkmam hem de tek başıma ayrıca kocam da yanımda değil. Büyük ayıp!

Hava yine buz gibi. Artık bahar gelsin, yazların o bıktırıcı sıcaklarını da sevmem ama bahar başkadır. Sabahları ve akşamları birdir. Hafif serin olur ama o ilk baharın gelişini müjdeleyen kuş, böcek sesleri ve çiçek kokuları yok mu, insanın resmen psikolojisini düzeltiyor. Hele de benim gibi bir iş kolik için terapi cinsinden. Bugün zor bir gün olacak aslında. Yoğunluk filan değil ama mesleğimin zor yanlarından en ucunu yaşayacağım bugün. 

Hayatım boyunca ailemi dinledim. Onlara bağlılığımdan mı yoksa kendime olan güvensizliğim mi bilmiyorum ama mesleğimi bile onlar seçti. Aslında ailemden kastım sadece annem. Babam, annem beni doğurduğu gün hayatını kaybetmiş. Anneme bir buket çiçek yaptırmaya giderken trafik kazasında ölmüş. Sanırım bu yüzden hayatta anneme sormadan hiçbir şey yapamadım. Bir yanıyla güzel de aslında. Bencil olmadım hiç. Çünkü hayatımda hep annemi kendimden çok düşünmem, bir süre sonra karakterime oturdu. Başkalarına karşı da böyle davranmaya başladım.

Anneme göre, ya öğretmen olmalıydım ya da insan kaynakları uzmanı. Evet bu mesleği pek ebeveynlerden duyamazsınız. Annem üniversiteye hazırlandığım dönemde benden çok araştırma yapmış, tüm meslek dalları arasından kadına en uygun mesleği çıkarmıştı. Yetim bir çocuk olarak öğretmen olmak hiç istemedim. Zaten içten içe zor bir çocukluk dönemi geçirmiştim, bir de başka çocukların derdi beni bunalıma sokardı. Ben de insan kaynakları uzmanı oldum. Ama bu mesleğin de bana uygun olmadığını öğrenmem hayli geç oldu. İnsanlarla ilgilenmek zaten başlı başına zor bir iş. Elimden gelse sadece bilgisayar ortamında yapabileceğim bir meslek edinirdim. 

Evden iş yapan bir sürü insan var. Ama yine anneme göre, o tarz işlerin geleceği yokmuş, hem sigortası varmıymış? En çok zorlandığım yanı da çalışanları işten çıkarma kısmı. Gerçi işe alımlar da kolay sayılmaz. En azından birini "işe almak" demek, başkasını "seçmemek" demek. İnsanların sizin karşınızda kendisini ispatlama kıvranışları ya da tam tersi her şeyi bildiğini iddia etmeleri, sonra senden bir umut haber beklemeleri... Ama işten çıkarma başlı başına ayrı bir meslek gibi. Ertesi gün her şeyi o sınava bağlı öğrenci psikolojisi yaşıyordum resmen. Stresli, gergin. Belki de annem hayatta olmasa kesin bu mesleği bırakırdım. Paraya çok değer veren bir insan değilim. Ne iş olsa elimden gelen ne varsa utanmadan yapardım. Ama şimdi madem bu mesleği yapıyorum, katlanmak zorundaydım. 

Bugün de işten yine birini çıkaracaktım. Fakat bu sefer farklı. Seçim yapmam gereken bir durum var. Eleman fazlalığı varmış, maaşlardan kısmak gerekiyormuş. Sanki bir kişiyi işten çıkarınca şirket kâra geçecek. Bazen patronun sırf zevkine insanları işten çıkardığını düşünüyordum. Bana verilen iki isim ise, biri ustabaşı çünkü işçilerden en fazla maaşı alan o. Diğeri de muhasebe müdürü ve benim en yakın arkadaşım. Nasıl bir iş hayatı ki, beni bu böyle bir hayat sınavıyla sınıyordu. 

Dün geceden beri düşünmekten çıldıracak düzeye geldim. Fatih'e de sordum, böyle zamanlarda insanın hayat arkadaşı en iyi yol gösterici oluyordu. Aklımın yetmediği yerde her zaman kocama danışırdım. Bana göre daha mantıklıydı. Erkeklerin yapısı itibarıyla biraz da biz kadınlar, doğuştan duygusal yaratıklardık zaten. Evet aklın yolu birdi. Ne kadar en yakın arkadaşım da olsa zaten kocası çalışıyordu ve güzel bir maaşı vardı. Onu işten çıkarmam belki belli bir dönem onları zorlayabilirdi. Evine yeni mobilya takımı aldıklarını ve daha bitmeyen arabalarının kredisini ödediklerini biliyordum. Ama müneccim de değilim ki ben. Nereden tahmin edebilirdim ki böyle bir şey olacağını. Ustabaşı Muzaffer ağabey, 6 çocuğa bakan bir babaydı. 3 evladı da üniversite okuyor, 50 yaşında olmasına rağmen her gece mesaiye kalıyordu. Karısı da evlere temizliğe gidiyordu ama aldıkları anca boğazına yetiyordu. Allah'tan çocukları çok çalışkandı da burs alıyorlardı, bu onların işini az da olsa kolaylaştırıyordu. Ben doğru olanı yapıyordum, hem en yakın arkadaşım değil mi? Beni tanıyordu, hak vereceğine eminim. O da olsa aynı şeyi yapardı çünkü. Evet artık iş yerine geldim ve masamdayım, bu işi bitirmem lazım.

- Hazal hanım merhaba. Bana Özlem'i gönderebilir misiniz?
- Tabi Ayşe hanım
- Ayşe, beni çağırmışsın.
- Merhaba canım, otursana. Bir şey içer misin?
- Bir Türk kahveni içerim aslında. Ayılmam lazım, dün evlilik yıldönümümüzdü Selçuk'la. Çok güzel bir sürpriz yapmış. Müzikler, çiçekler görmen lazımdı. Seviyorum bu adamı yaa. Şu taksitlerimiz de bir bitsin yeni ev alacağız.
- Yaaaa. Aslında acele etmeseydiniz. Borcunuz bittikten sonra başka borca girmek... Yani tabi siz bilirsiniz, bana düşmez de ben rahatlamanız açısından söyledim.
- Sağ ol. Ama maddi durumumuz çok şükür şu an için elverişli.
- Anlıyorum. Özlem benim seninle bir şey konuşmam gerekiyor. Bunu sana nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Uygun kelimeler kullanmaya özen göstermem lazım fakat nasıl desem... Bu ay mali durumlarımız biraz karışık. İşten çıkarmam gereken insanlar var. Özlem bak, ya seni çıkaracağım ya da ustabaşı Muzaffer ağabeyi. Biliyorsun senle kıyaslandığında maddi durumu gerçekten kötü. Sen de benim yerimde olsaydın aynısını yapmaz mıydın? Lütfen beni anla. Bak yeni bir iş bulmana ben de yardımcı olurum. Az çok çevremiz var, elbet güzel bir şeyler çıkar.
- Sen ne dediğinin farkında mısın? Ne bu? Şaka mı! Sana inanamıyorum, herkesten bana kazık atmasını beklerdim ama senden asla. Nasıl da ikiyüzlü bir insanmışsın sen. 

Allah kahretsin ya, sana güvenip ben bu işe girdim. Farklı yerlerde bulabilirdim, sırf birlikte çalışalım, birbirimize destek olalım diye buraya geldim. Sana arkadaş oldum, birlikte bazı şeylerin üstesinden geldik. Şu an hiç yapmadığın bir şey yapıyorsun; resmen patronluk taslıyorsun bana.

- Özlem lütfen, ağır konuşuyorsun. Anlayışlı ol biraz. Birbirimizi kırmayalım, unutulmayacak laflar söyleme bana, gerçekten hak etmiyorum.
- Senin gözünü kariyer, para hevesi bürümüş. Beni rakip gördün kendine tabi. Hırslandın, dayanamadın. Şimdi de yol yakınken gönderiyorsun.
- Saçmalama Özlem. Uzman olduğumuz alan bile farklı. Tanrı aşkına aynı bile olsa beni hiç mi tanımadın. Bu cümlelerini sinirine veriyorum.
- Bundan sonra benim senin gibi bir arkadaşım yok. Allah'a yakın bana uzak ol
- Özlem...

Kapıyı öyle bir çarptıki içtiği daha doğrusu bir yudum alabildiği Türk kahvesi neredeyse yere düşecekti. Pişman değildim ama yerin dibine girebilme imkanım olsa hiç düşünmezdim herhalde. Tek yapmak istediğim şey, "yürümek". Eskiden ne zaman bir şeye canım sıkılsa deli gibi koşardım. Annem, "koşmaya gitti yine bizim deli" derdi. Artık eskisi gibi değilim, daha çabuk yoruluyor daha çok üzülüyorum. İnsan büyüdükçe önemsememeye başlarmış. Öyle okumuştum bir kitapta. Ben hiç öyle olamadım. Geç olgunlaştığımdan mıdır nedir bilmiyorum ama yıllar gözlerimdeki nemi artırdı.

- Hazal ben dışarı çıkıyorum. Biraz işim var, dönmeyebilirim. Bir sorun olursa ararsın. Eee kimseye sorulmadıkça çıktığımı söyleme.
- Elbette Ayşe hanım

Ohh temiz hava, işte bu. Hissedebilmek, koklayabilmek, duyabilmek ne güzel. Bunları fark edebilecek zamanım olduğuna göre mutlu bir insan sayılırım aslında. İş yerinden hasta anneme ilaç almak için çıkabilirdim. Ya da "bu akşam da çocukları istediği filme götüremeyeceğim" diyebilirdim. Hayatımda elle tutulur bir sorunum yoktu halbuki, neredeyse dua edeceğim sadece böyle bir derdim olduğu için. Dans kursu mu o? 

Ahhh hep tango öğrenmek istemişimdir. Hatta düğünümüzde tango yapmak istemiştim de Fatih komik bulmuştu. Şimdi bakıyorum da herkes düğününde tango yapıyor. Artık hak veriyordum Fatih'e, zaten profesyonel dans edemezdik. O kabarık gelinlikle de absürt duracağına eminim. Ama şimdi bu kurs, ne bileyim aslında hayatımda kafamı dağıtacağım bir uğraş olurdu sanki. Hatta bu sefer Fatih'i de ikna edebilirdim belki de.

- Merhaba
- Merhaba, hoş geldiniz. Nasıl yardımcı olabilirim.
- Açıkçası pek böyle bir düşüncem yoktu fakat kapıda ilanınızı görünce dikkatimi çekti. Kampanyanız var sanırım, biraz bahsederseniz kursa ben de katılmak istiyorum.
- Elbette. Hangi dansın eğitmini almak istiyorsunuz.
- Tango
- Çok hoş. Zor ama öğrenme aşaması çok eğlencelidir. Biliyor musunuz her kadın bence tango öğrenmeli. Belki de uygulama anlamında zaman ve mekan kısıtlaması olabilir hayatınızda. Fakat insana güven veren ve inanır mısınız duruşunu değişiyor insanın desem.
- Güldürdünüz beni. Tangonun bu kadar işlevsel bir dans olduğunu bilmiyordum.
- Bakın bunu alın, detaylı açıklamalar var.
- Çalışıyor musunuz?
- Evet
- Pekala, sorun değil. Zaten birçok öğrencimiz meslek sahibi. Sizi büyük ihtimal akşam kuruna alırız. Hafta sonu düşünüyorsanız, o vakit gündüz kuruna katılabilirsiniz.
- Ben hafta içini tercih ederim. İş stresinin yükünü anında sırtımdan atmak istiyorum.
- Tamam o zaman. Siz inceleyin veya kararınız kesinse hemen kaydınızı yapalım.
- Biraz baktım, evet kesin 
- Yarın başlıyor kursumuz, şanslısınız bugün kampanyanın son günüydü.
- Pek şanslı değilimdir aslında ama demek bugün bunun için sevinmeliyim. Yarın akşam görüşmek üzere. Burada akşam kuru 21:00'de diyor ama, öyle değil mi? Bir yanlışlık olmasın da
- Evet evet, 21:00'de.

Tam 1 ay oldu. Dört haftadır gittiğim tango kursunda büyük ilerleme kaydettim. İlk deneyimimde hocamın birkaç defa ayağına bastığımı hatırlayınca hayli geliştirdim kendimi. Kendimi uzun süredir hiç bu kadar iyi hissetmemiştim. Müzik ruhun gıdasıysa dans da bu gıdanın sosuydu kesinlikle. Zayıflamıştım da bayağı, güzelleştim sanki. 

Ya da ruhumun güzelliği yüzüme vurdu belki de. Artık daha az düşünüyorum, sadece kursta değil evde bile yemek yaparken bırakıyorum ocağı kendi haline, kendimi Fatih'in kollarında kendimi ritme veriyorum. Salsaya merak sardım şimdi de, hem daha hareketli. Deli hallerime dönmek istiyorum artık. Tepinmek istiyorum, küçükken evde koşarken nasıl altımızda oturan komşumuz oklavayla duvara vuruyorsa, yine aynı şeyler olsun istiyorum. Sanırım sorumluluk, iş, evlilik ve en önemlisi kadın olmaktan yoruldum. Ya kaybolmam lazımdı, ölmek hiç istemedim ama kaybolmayı yaşamımın belli dönemlerinde arzulardım. İşte kendime bir yol bulmuştum, artık istediğim zaman kaybolabiliyordum. 

İçimdeki küçük kız uyandı ve tepiniyor, deliriyor, oynuyor, zıplıyor. Ben özgür olamadım hayatımda hiç ama onu özgür bıraktım artık. Sonsuza dek...









12 Şubat 2013 Salı

YE DUA ET EVLEN

                            Bir Aşk... İki Boşanma...Bir Evlilik


Elızabeth Gılbert tarafından tamamen gerçek hikayeden kaleme alınan "Ye Dua et Evlen" adlı eser, 2010 yılında yayınlandı. Sekiz bölümden oluşan kitabın her bölüm başlığında evliliğe dair ünlü düşünürlerin sözleri yer alıyor. Bilindiği gibi Gılbert'in önceki eseri "Ye Sev Dua et", çok sayıda satış rakamına ulaşmış olup, filmi de çekilmişti. Aynı kitabın devamı olan eserde, iki boşanma mağduru olan Gılbert ve Felipe bir karar vermek zorunda kalıyor. Evliliği hiç düşünmeyen çiftin, Amerika'ya giriş yaptıkları anda Felipe'nin sınır dışı edilmesi, planlarını altüst ediyor. Gilbert, ya evlenip Felipe'yi Amerika'ya getirecek ya da onu sonsuza kadar kaybedecektir.

"Evlilik büyük bir risk olsa da, yaşanacak mutluluğa değer." cümlesiyle başlayan kitap zaman zaman sizi evlilikten soğutabilir. Çünkü kitapta evliliğin her yanı anlatılmış. Neler olur, ya böyle olursa, bunu yapamazsam... Aslında gayet gerçekçi. Kitabın ilgimi çeken başka bir yönü de Gilbert'ın, eskiden evliliğe dair bakış açılarına vermiş olması. Mesela Aziz Paul'un, "bir erkeğin bir kadına dokunması iyi değildir. Eşlerini kaybedenler başka eş aramasın. Ama bunu bastıramayacaklarsa evlenmelerine izin verilmeli çünkü evlenmeleri cehennem ateşinde yanmalarından daha iyidir" sözleri, İngiliz bir rahibin, "kokuşmuş aile görevlerinden sıyrıl", "çünkü bunların hepsinin altında hırıltı, ısırma, koparma, korkunç ikiyüzlülük ve şeytani kötülük yatmaktadır" şeklindeki kadını son derece aşağılayıcı demeçleri gerçekten bu dönemde yaşadığımız için şükredilecek cinsten.




'Bir kadının yeri mutfaktır'



Gilbert'ın Felipe ile evlenme düşüncesi "evlilik" kavramı üzerine düşünmenizi, sorgulamanızı sağlıyor. Çünkü Gilbert, annesinin, büyük annesinin ve yakınındaki insanların evlilik süreci ve sonrasını değerlendiriyor ve kendine "yapabilir miyim?" diye soruyor. Bu ihtimali hiç düşünmemiş çünkü. Felipe ve kendisinin ne kadar farklı olduklarını bilmesine rağmen artık daha fazla düşünmeye başlıyor. -İyi tarafından da kötü tarafından da- Kendisi ne kadar gezmeye, araştırmaya, okumaya meraklıysa da Felipe de tam tersi daha çok evde yaşamanın huzurunu hayatında barındıran bir insan. Yine de her erkeğin kolay kolay söyleyemeyeceği bir cümlesi var; "Bir kadının yeri mutfaktır, orada bacak bacak üstüne atıp eline aldığı bir kadeh şarabı yudumlarken kocasının yemek pişirmesini izlemelidir. İşte bu manzaradan başka zevk aldığım bir şey yoktur."

Gilbert mantıklı bir kadın. Belkide evlilikten bu denli korkması ve sorgulaması bu yüzden. İlk evliliğin hayal kırıklığı da bunun tuzu biberi olmuş. Kara sevda ya da 'aşk' denilen şeyi aynen şu şekilde açıklıyor:


'Kara sevda ve sevmek farkı'



"Kara sevda, sevmekle aynı şey değildir. O aslında aşkın her zaman borç alan ve bir işte tutunmayı beceremeyen kötü şöhretli ikinci kuzeni gibidir. Birine delicesine aşık olduğunuzda o kişiye bakmıyorsunuzdur, tamamlanmış olma hayalinizle zehirlenmiş olarak tamamen yabancı bir kişiye aktardığınız kendi yansımanıza hapsolmuşsunuzdur." Ve ekliyor bu korkusuna Goethe'nin genç bir kıza aşık olduğunda aldığı ret cevabı için söylediği unutulmaz cümleyi: Tüm dünyayı kaybettim, kendimi kaybettim...


'Ben sadece basit bir kahve cezvesi istiyorum'




Her çift ne kadar iyi anlaşsalar da anlaşılmadıkları durumlar vardır. Anlaşılamadığınız anda biraz "zeytinyağı" durumları baş göstermeye başlar -üste çıkma halleri-. Gılbert ve Felipe de tam bu noktada yaşadıkları sorunları tartışırken "senin için yapabileceğimin en iyisini sunmak için uğraşıyorum. Eğer bir planının veya önerin varsa bunu açıkça söyle. Çünkü artık bu gizemine dayanamıyorum" diyen Gilbert'a güzel bir (birlikte yaşamak adına) yanıt veriyor: Ben sadece basit bir kahve cezvesi istiyorum


"Evde olmak, seninle yerleşik ve güvenli bir hayat sürmek istiyorum. Kendimize ait bir kahve fincanımız olsun istiyorum. Her sabah aynı saatte kalkabiliyor olmak, kendi evimizde kendi kahve cezvemizle kahvaltımızı hazırlamak istiyorum."


Gilbert'tan Felipe'ye (kocasına) teşekkür...



Hayatımda tanıdığım ve şu anda kocam olan erkeğe onu ne kadar sevdiğimi söylemek ve zor zamanlarda bana göstermiş olduğu sabır ve anlayış için sonsuz teşekkür etmek istiyorum.


Benim kaldığı süre boyunca kitaplarımda yer alacağına kesin gözüyle bakıyorum. Onu zaman zaman uyarıyor olmama rağmen o sadık bir kedi gibi peşimden ayrılmadan yanımda kalmayı tercih ediyor; ben de birlikteliğimizin sonsuza kadar sürmesini diliyorum.


Kitap Görüşü:


San Francisco Chronicle:

Zekice ve mütevazı, eğlenceli, sıcak ve cömert. İşte Ye, Dua Et, Evlen'in arasındaki ses. Gilbert'in kitaplarının sonunda onu dostunuz gibi kabul ediyorsunuz. Yeniden Gilbert'la olmak bir zevk.

Künye:


Yayınevi: Pegasus Yayınları

Basım Tarihi: 2010

Sayfa Sayısı: 359

Çeviren: Çiğdem Samsunlu





9 Şubat 2013 Cumartesi

Ben sadece aşık olmuştum


Tam 20 yıl oldu bugün. Denizin kokusunu duymayalı, annemin tarhanasını içmeyeli, çimlere sere serpe uzanmayalı tam 20 yıl oldu. Şehir hayatını hiç sevmedim. Ama mapusta onu bile özlüyor insan. Ses istiyor, ister trafik olsun, ister bebek ağlasın. Ne diyorlar şimdi, metropol yaşam mıdır nedir her ne zıkkımsa. Sorsan, her gün iş güç , her günün aynı geçmesinden şikayetçidir. Ah o aynılığı özler mi insan...İlk 1 hafta öleceğini sanıyorsun önce. Bazısına göre de en fazla 1 ay. Sanıyorsun ki, ölürüm ben burada. Her güneşin doğuşunda bir çizik attım duvara da bana mısın demedi. Nasıl oldu 20 küsur sene geçti, hiç anlayamadım.

Vay anam vay koğuşa yeni biri gelmiş.

- Kızım senin ne işin var burada? Ne suç işledi acaba?

Yeni birisi gelmişti. Bu aralar ne çok da suç işleniyor ya da işletiliyor. Önce dinlemek lazımdı tabi.. Genelde ilk başlarda kimse anlatmak istemez, ne kendini ne suçunu. Biraz nasılsa "çıkarım" umudu da yok değil elbet. Kendimden biliyorum, insan ya "suçsuz" olduğum ispatlanırsa diye öyle bir ümitleniyor bir zaman. Umut, güzel şey. Önce içinden fısıldıyorsun kendine, "zaten çıkarım nasılsa"... Sonra artık sesli konuşmaya başlıyorsun. Böyle adaletin, böyle düzenin... Ben küfür nedir bilmezdim. Ailemle de alakalı tabi. Anlamını bilmediğim o kadar çok şey öğrendim ki burada.

Gelen kızın yüzüne baktım, ne kadar güzeldi. Tanrım bu kız suç mu işlemiş? 20 yıl önceki ilk bu kapıdan girişim geldi aklıma. Aynı şaşkınlık, aynı korku!

- Gel bakalım, güzel kız. Yatağın burası
- Teşekkür ederim.
- Senin gibi küçük bir kızın buralarda ne işi var?
- Şeyyy bennn
- Zorlama. Vakit bol, anlatırsın
- Bol derken? Kaç yıl ceza alırım ki?
- Bilmem. Ben en fazla 4-5 ay yatarım derken, valla 20 yıl oldu.

Gözleri dolmuştu. Ama mecburdum, burada umut, nasıl bizi ayakta tutan tek şeyse bir o kadar da bizi yıkan bir şeydi. Umut ettikçe her şeyin aynı kalmaması ne acınası idi. Her gün umutlarını yeşertiyorsun, ama hayat sana inat bildiği gibi akıyor. Ha umutsuz da yaşayamıyorduk ya o ayrı. Bir an tebessüm yaratsa, az hayal kursak.. Ah hemen de abartırız hayallerimizi. Üstüne para vermiyoruz ya, bokunu çıkartıyorduk. Gönül zenginliği, işte tam da böyle bir şeydi. Hiç bir şeyimiz yoktu ama çıkarsız hayallerimizi verirdik birbirimize. Öyle dalardık uykuya. Sabahladığımız zamanlar da oluyordu. Uyursak, bozulurdu çünkü biliyorduk. Bizim rüyalarımız, geçmişimizdi. Biz unutsak, rüyalarda hatırlatırdılar kendilerini.

- Sizin suçunuz neydi?
Hafif gülümsedim. Aslında "aşk"tı özünde. Ama bakarsan, "cinayet" desek kıza, anlar mıydı dediklerimden? Ya da onca zaman sonra benim gücüm var mıydı anlatmaya?

- Cinayet
- Kimi öldürdün?
- Babamı!

Hep romanlarda, öykülerde okuruz ya; gözleri fal taşı gibi açılmak. Gerçekten zavallı kızcağız da aynen öyle olmuştu. Korktuğunu da sezdim aslında.

- Şey, şaşırdım. Anlat desem?
- İstanbul Üniversitesi, Hukuk fakültesi son sınıf öğrencisiydim. Ya işte okumuşlarda mapus yatar. O dönem biraz karışıktı. Eylemler, protestolar.  Biz de katılırdık tabi. Bir sevgilim vardı, bir o oldu zaten. Okul bitince evlenmeyi düşünüyorduk. Ne var ki, babama bir türlü konuyu açamamıştım. Eylemlere, gösterilere katıldığımı bilse, adam kalpten giderdi herhalde. Babam polisti de benim. Babasına aşık bir kızdım ben. Siyasi fikirlerimiz, hiç bir zaman uyuşmazdı. Bazen sabahlara kadar süren sert tartışmalarımız olurdu. Annemin "yeter artık" diye bağırmasıyla ancak susabildiğimizi anımsıyorum. Yine de herhangi bir gösteride babama hiç rastlamamıştım. Sevdiğim çocuk dışında da kimse babamın polis olduğunu bilmiyordu zaten.

Her gün, ne kadar aynı görünse de birbirinden farklıdır aslında. Bir gün sağından kalksan öbür gün solundan kalkıyorsun. Ama bazı zamanlar vardır ki, hayatının o günden sonra hiç bir zaman eskisi gibi olmayacağını tahmin dahi edemezsin. İşte öyle bir gündü, o gün. Hiç bir şey bir daha eskisi gibi olmadı. Final zamanıydı, son sınavlarımdan birine girecektim. Yeterince uykusuz olmama rağmen, sınav korkusuna dinç sayılırdım. Okula girdiğim andaki kalabalığı, koşuşturmayı sana anlatamam. Yani İstanbul Üniversite'sinde eylemler, evet çok olurdu. Fakat bu seferki beni ciddi anlamda tedirgin etmişti. Ne yapılıyordu, neyin protestosuydu bilmiyorum. Aklıma hemen Aykut geldi. Aykut, işte sevdiğim adam. Tabi şimdiki gibi cep telefonu filan yoktu. O kargaşanın içinde ite kaka aramaya çalışıyordum. Polislerin "insan evladı" olduğunu unutup, hunharca copladığını gördüm, Aykut'u. Uzaktan görüyorum, ama öyle bir kalabalık vardı ki sanırsın mahşer günü. Bir türlü yaramıyordum o kargaşayı. "Aykut" diye bağırıyorum, bağırıyorum da hani karabasan geldi mi hiç sana. Öyle bir şey sanki sesim bir bana duyuluyordu.

Sonunda yetişmiştim, ya da yetişememiştim. Kafasının biraz yakınına gelince kanadığını gördüm. Dünya hep küçük derlerdi de bu kadar ufak olduğunu ben de o gün öğrenmiştim. Babamdı, evleneceğim adama acımasızca vuran babamdı! Bir tokatını dahi bu zamana kadar yememiştim babamın. Stresli meslektir polislik. Hangi alanda yapıyorsan yap. Babamın çoğu arkadaşı sinir küpüydü. İlaç kullananlar mı dersin, tedavi olanlar mı. Ama babamı öyle bir nefretle ittirmiştim ki yere düştüğünü hatırlıyorum. Sonra işte bağırış çığrış avuçlarımın içinde sevgilimin öldüğünü izledim. Hastaneye gittik apar topar. Öldüğünü anlamıştım aslında, ama gittik olur ya umut işte, bir umut. Eve gitmedim o akşam. Arkadaşlar geldi 1-2 ay yemedim,içmedim. Ağzımdan tek bir kelime çıkmadı.

Bir gün sıçradım yataktan. “İntikam” diye bir şey var, öyle bir körleşiyorsun ki, bir aşk bir de intikam. Elinden gelirse bulaşma. Ben, ikisine de aynı anda bulaştım. Babamın bir amiri vardı, tüm emirleri o verirdi. Tabi ona da emir veren var da işte ulaşmak açısından o daha kolaydı. Bir de intikam ya adı insan fütursuzlaşıyor. Nereye gideceğini bilmeyen 4 yaşındaki çocuk gibi öyle gidiyorsun. Planı yapmıştım, her şey hazırdı. Aldım elime silahı, bak bak aptala bak. Babam polisti ama silahına bir kere bile dokundurmazdı. Sen git adam öldür. Olacak şey mi! Ama oldu...Emniyet şube müdürlüğünün oraya gittim. Bir güzel de saklandım. Adamı o kadar iyi tanıyordum ki, nefret ederdik ben de annem de. 2-3 saat beklemişimdir, derken çıktığını gördüm Hemen silahımı çıkardım. “Alnının ortasından vursam ne güzel olur” diye düşünüyordum. Ama nerede bende o yetenek, çektim tetiği. Babam da tetiği çektiğim sırada şubeden çıkmıştı. İşte çaylaklık, salaklık babama denk geldi.

Hemen yakalandım zaten. Bir yandan ağlıyorum bir yandan babamı görmek istiyorum. Katil, hiç öldürdüğü insanı görmek ister mi? Diyemiyorum da utancımdan, "o benim babam" diye. İşte gözaltı, mahkeme bilmem ne derken 20 yıl yedik.

- Pınar Turhan, ziyaretçin var
- Benim mi?
- Evet. Gözün aydın, annen gelmiş

Özlem miydi bu? Fazla geç kalınmış bir hasretti bu. Tanıyabilecek miydi bunca zaman sonra. Kim bilir belki de ben bile tanımakta zorlanacaktım.

- Anne

Hani o anda parmaklıkları söküp atabilirdim. Denesem olabileceğini düşünüyorum. Olmaz, böyle değil. Sarılmam lazımdı, sımsıkı. İçime çekmem lazımdı kokusunu. Varsın müebbet yiyeyim bundan sonrası.

- 20 yıl sonra... Tanıyabildin mi beni anne?
- Seni ben doğurdum. İnsan hiç evladını tanımaz mı.
- Neden geldin anne? 20 yıl sonra ne getirdi seni buraya?
- Çıkacağını duydum. "Hani evim var" dersen, yok kızım. "Kapımı çalma" diye seni uyarmaya geldim.
- Ben de sanmıştım ki.. Özledin, dayanamadın
- Baban öldü, sen de o gün öldün. Lakin ne seni unutabildim ne de babanı
- Anne ben babamı, biliyorsun istemeden...Ben sadece aşık olmuştum.
- Aşk? Sana her şeyi elimden geldiğince öğrettim ben kızım. Baban da ben de. Tek evladımızdın bizim. Bir bakışına yapmayacağımız şey yoktu. Sana her şeyi öğrettiğimizi sanıyordum. Hatta bir yemek yapmayı öğretememiştim sana. Bir bu sanırdım. Hayatta bilmezsin, salça mı önce konur yemeğe yoksa soğan mı. Ama bir de aşkı anlatmamışım sana. Bunu fark ettim. Kızım, aşk bu değil, böyle bir şey değil
- Anne
- Dur sözümü kesme. Aşk, ne zaman başkalarının acısı olmuş? Ne zaman anneden, babadan geçmiş. Buysa aşk, sen yaşadın o zaman kızım. Ama bizi de öldürdün, bitirdin. O kadar mı kör idin. Babamın, benim canıma kıydın. Ne annen var artık ne baban. Bunları bil diye söylüyorum. Aşk, böyle bir şey değil.

O gün en büyük cezayı almıştım işlediğim suçun. Ölmeden cehennemi gördüm, yandım, kül oldum. Tekrar dirildim, tekrar yandım, tekrar kül oldum. İnsan "keşke" deyince kaybolan yıllarını ister. İster ki aynı hatayı yapmasın. Şimdi tekrar verselerdi gençliğimi, ne acıdır ki; yine de yapardım. İşte bu düşünce öldürdü beni









8 Şubat 2013 Cuma

Umut Işığım

"Umut Işığım" adlı filmi izlemeden önce ne yalan söyleyeyim tipik romantik komedi filmlerinden biri sanmıştım. Her türlü filmi severim fakat romantik komedi türlerini hani canım sıkılırsa diye izleyeceklerimden. İçlerinden beğendiklerim de yok değil elbet. Örneğin, "50 İlk Öpücük" gerçekten çok güzel bir filmdi. Gelelim Umut Işığım filmine. Gerçekten son zamanlarda en iyi komedi aynı zaman da içinde hüznü de barındıran güzel filmlerden biri olmuş.

İki deli karakter Pat ve Tiffany, bir aşkı ancak bu kadar eğlenceli anlatabilir. Esasında aşk da demeyelim. Çünkü Pat, kendisini aldatan eşi yüzünden tedavi gören ve mahkeme yasaklanmış ayrıca karısını hala seven yada 'sevdiğini sanan' takıntılı biri.  Tiffany'nin de ondan kalır yanı yok. Ama Pat'e göre daha ele avuca sığan bir sorunu var. Polis olan kocasını kaybetmenin ardından bunalıma girmiş ve birçok erkekle birlikte olarak kendince "acısını unutma metodu" geliştirmiş. Yine de Pat ile kıyaslandığında hayata daha sıkı tutunan ve daha mantıklı bir karakter.

Bir akşam yemeğinde tanışan Pat ile Tiffany'nin kendileri gibi biraz delice başlayan dostlukları ne kadar belli etmemeye çalışsalar da zamanla arkadaşlık sınırını aşmaya başlıyor. Tiffany'nin dans yarışması iddiasıyla başlayan ilişkileri farkında olmadan birbirlerini tedavi eden bir sürece dönüşüyor. Kim demişti hatırlamıyorum ama, "sevgililer birbirlerini yara izlerinden tanırmış." Bu iki deli bozuk çift de aynen böyle. Adeta birbirlerinin merhemi oluyorlar. Filmde gerçekten gülüyorsunuz fakat gözleriniz de (kişiye göre) doluyor. Unutmadan bir de filmde Robert De Niro farkı var. Pat'in babasını canlandıran De Niro, oğlu kadar uçuk bir karakter. Oğluyla hiçbir zaman ilgilenmediğini düşünerek vicdan azabı çeken, eşinin kendisini aldatmasını kaldıramadığı için onu yanında olamadığından kendini suçlayan bir baba. Neyse ki  Tiffany'nin hayatlarına girmesiyle bu kopukluğun üstesinden gelebiliyorlar. 

Baş rollerini, Bradley Cooper (The Hangover'ın yakışıklı oyuncusu), Jennifer Lawrence ( Hunger Games/ Açlık Oyunları'nın seksi yıldızı) ve usta oyucu Robert De Niro paylaşıyor. Yönetmenliğini David O. Russell'in üstlendiği film, bir tatlı tebessüm tadında. Bazen bir gününüz bomboş geçer, bugün benim için o günlerden biriydi. Gülümsemeden bir günümün bitmesini istemedim. Bu isteğimi, "Umut Işığım" fazlasıyla yerine getirdi. Ellerin ceplerinde güzel bir şey olmasını beklememek lazım. Bazen bir film bazen bir kitap hiç kimsenin veremeyeceğini verir. 




Kıskanmak

Kıskanmak, "hırs, yalan, bencillik" kadar antipati duyduğum bir kavram. Ölümcül bir hastalığın ilk teşhisi gibi. Zamanla kontrol edilemediği taktirde fesatlık, kibir derken aşama aşama seni yaşarken öldüren bir azap. Pek çok filmde de kıyısından köşesinden yer verilmiştir bu duyguya. Cinsiyet ayrımcılığı yapmak hiç istemem özellikle de bir kadın olarak lakin kadınlar arasında daha üst düzeyde yaşandığını söyleyebilirim. Neticede karakter meselesi elbet. Bu anlamda Zeki Demirkubuz, "Kıskanmak" filmiyle gayet güzel yansıtmıştır. Özellikle de kıskanmanın sinsice yapıldığına iyi bir örnektir. İlk başlarda sinsicedir fakat belli zaman sonra kendini tanıyamayacak düzeye gelindiğinde artık fark edilmeye başlar. Fakat Demirkubuz, bunu biraz daha "güzel kadın", "çirkin kadın" olarak lanse etmiştir. Kıskançlık, bir tek kendini güzellikte gösteren bir şey değildir.

Bir arkadaşımla sohbet ederken iş yaşamı konusunda birkaç soru sormuştum. Benden daha tecrübeli olduğu için, "Kurumsal yerler mi yoksa küçük iş yerlerinde mi daha iyi tecrübe ediniriz?" şeklindeki soruma ilginç bir yanıt vermişti. Tecrübeli ve kendini de mesleki anlamda geliştirmesine rağmen küçük bir yerde tek başına çalışıyordu. Malum aldığı ücrette pek yüksek sayılmazdı. Bana "kurumsal yerler kalabalıktır, öyle dedikodular, kıskançlıklar döner ki gerçekten midem bulanmıştı, dayanamadım çıktım" dedi. Şaşırmıştım, sadece özel yaşamda değil artık her yerdeydi bu duygu. Karı koca arasında, arkadaşlıklarda, dostluklarda hatta annenin kızını kıskanmasına dahi şahit olduğumu hatırlıyorum. Düşünebiliyor musunuz, kızının genç ve güzel olmasının bir annede "kıskançlık" hissine neden olabileceğini? Bu kadarını ben de algılayamıyorum açıkçası. 

Bu öyle bir duygu ki öğrenme isteğinin önünde bile engel yaratabilir. Evet, doğru! Şöyle düşünün; yeni bir işe girdiniz, çok istekli ve öğrenmeye çok meraklısınız. Amanın! Rakip mi geliyor! Başarı ve güzellik her zaman kıskançlığın en büyük düşmanıdır. İkisine de sahipseniz size kolay gelsin. Hayat yeterince zorken daha da zor hale gelecektir. Bak ne demiş: "Yer yüzündesin, bunun bir tedavisi yok" (Samuel Beckett). Ve bu yer- yüzünde insanlarla yaşamak zorundasın. Hiç bir insan birbirine benzemez. Hele sana hiç benzemez. İster iyi ol ister kötü, senden daha iyileriyle karşılaşabileceğin gibi şaşırtıcı zenginliğe sahip kötüleri de göreceksin. "Yok ben katlanamam, üstesinden gelemem" diyorsan, kendini herkesten soyutlayıp git bir adada yaşa. Ben beceremem şahsen. Bunu becerebilmenin de marifet olduğunu düşünemem. Bu cesaretsizliktir, korkaklıktır. Sen kendinden korkma yeter, başkaları sana zarar veremez. En kötü, ufak cinnet anları yaşarsın ama geçicidir. Kıskanmak ve benzeri tehlikeli duyguları, hayattaki güzel şeylerle kıyaslarsak sanırım yenik düşerler. Hem kıskanılmanın, başarı göstergesi olduğu kabul edilir. Bu hayatta gereksiz değilsin, fena mı? 

Neydi Cengiz Aytmatov'un lafı?: Sen kendini biliyorsan kendini bilmezlerin söyledikleri anlamsızdır. Unutma gereksiz eleştiri, sadece gizli hayranlıktır... İnsan seçimlerine dikkat et, doğru insanları hayatına sokmaya çalış.  

İnsanın aklı bazen kendine yetmez, ister ki birine danışsın. Her zaman kendin hakkında doğru karar veremezsin. Bazen sen senin en büyük düşmanı olursun, hiç yoktan. İşte o anlarda seni kurtaracak birileri olmalı. Yalnızlık da güzel hatta çok güzel. Ama ilelebet değil...




3 Şubat 2013 Pazar

Anna Karenina




Aşkı yaşamadan insan kendini tanıdığını iddia etmemeli. Anna Karenina, insana, özellikle de bir kadına bunu hatırlatıyor. Eşinden, asla vazgeçemeyeceği çocuğundan ve gururundan geçiyor. 18 yaşında evlenen Karenina, bir yolculuğu esnasında tanıştığı genç subay Vronsky'e aşık olur. Bundan sonra hayatı artık kontrolden çıkmıştır. Aşk, beraberinde "körleşme"yi de beraberinde getirir. 

Karenina, öylesine aşıktır ki, kocasının "oğlun var" uyarısına karşın, "aşık olunca beni anlayacaktır" yanıtı verebilmektedir. Aşk, tutku, gurur ve kıskançlık gibi duyguların işlendiği film, Tolstoy'un ölümsüz romanından uyarlanmıştır. İlk başta başını döndüren tutkulu aşk, Karenina'nın ruhuna iyi gelir. Uzun zamandır unuttuğu hisler, ona kadın olduğunu, gençliğini hatırlatır.

Vronsky da aşıktır aslında güzel Karenina'ya. Evli bir kadına aşık olmanın zorluklarını ailesine rağmen kabul eder. Öyle ki, "Ben sana huzur veremem, benim için huzur yok artık. Ya hüsran ya da sevinçlerin en büyüğü" sözleriyle anlatır, Karenina'ya duyduğu tutkuyu. Vronsky'ın abisi, "Evlilik, yükünü sırtına koyar. Merdiveni tırmanırken ellerinin boş durmasını sağlar. Evli bir kadınla ilişkiye girmek ise yükünü kollarında taşımaktır" uyarısına karşın, omuzlamayı kabul eder bu aşkın yükünü. Fakat Vronsky, Karenina kadar tutkulu değildir, ya yaşından ya korkundan, aşkın yükü ağır gelmeye başlar. Bu Karenina'da çift kişilik yaşanan aşkın tek başına sahiplenmesine neden olur. Öyle aşıktır ki Karenina, yorulmaz ama kırılır, incinir, acizleşir.

Gitmek istiyor, Karenina. "Neden izin vermiyorsun?" diyor, Vronsky'e. "Aşkta neden olmaz" diyor, Vronsky. Nedeni bilinmeyen bir yola giriyorlar beraber. Karenina'nin cesareti, bir süre sonra aldırmazlığa dönüşüyor. Artık hakkında konuşulanların canının yakmasına rağmen "metresiyim" diyebiliyor kocasına. Aşkların sonu hep kötü biter. O yüzden sadece 'sevin' denir, bundan kimseye zarar gelmez. Anna Karenina filmi, sonu kötü biten, bedelinin tek başına ödendiği tutkulu ve güçlü bir aşkı anlatıyor.




























Zemberekkuşu'nun Güncesi'den altını çizdiklerim (Haruki Murakami)


- Ben benim o odur Sonbahar gün batımı/Ben oyum o bendir İlkbahar akşamı
- İnsan yükselen akıntıdaysa, en iyisi en yüksek kuleyi bulup tepesine tırmanmak ve aşağıya iniliyorken de en iyisi en derin kuyunun dibine inmektir. Eğer akıntı yoksa hiçbir şey yapmamak en iyisidir. Ama eğer akıntıya karşı gidilirse, her şey kurur ve bu dünya karanlıklara gömülür. İnsan, beni terk ederek kendini bulur.
- Ölmek, su üstünde kalmanın tek çaresi
- İnsan, başkalarını aldatmadan önce kendini aldatmayı bilmeli
- Merakımızı kurcalayan şeylere karşı cesur oluruz ve insan merak ettiği zaman gerekli cesareti de bulur.
- Merak, birlikte iyi olunan ama güvenilmeyen arkadaşa benzer. Senir bir şeyler yapmaya kışkırtabilir de gerektiği zaman savuşup gider. İşte o zaman sen de devam etmek için cesaretini toplamak zorunda kalırsın.
- Çıkacaksan, en yüksek kuleyi bul ve tepesine tırman. İneceksen, en derin kuyuyu bul ve dibine in.
- Artık tek bir şey için yaşıyordum: Gerçekten hiç acı duymadığımı doğrulamak için
- Zaman zaman gerçeğin nerede olduğunu bilemiyordum artık, bana öyle geliyordu ki yaşamım bir rüyaydı ve tek gerçek ola bu anılardı.
- Bir insanın bu dünyadaki varlığı ne denli uzun sürerse sürsün, sadece içi boş bir deniz kabuğundan ibaretse eğer, buna yaşam denemez. 
- Denizlerin gelgitle yükselip alçalması gibi. Kimse bunu değiştiremez. Beklemek gerektiğinde beklemeli.
- her şeyi unut...Uyuyorsun, rüya görüyorsun, sıcak çamura uzanmışsın. Hepimiz sıcak çamurdan geliyoruz ve hepimiz ona döneceğiz.
- Bayağılık, çürümüşlük, karanlık, kendi gücüyle kendi çevrimini üretir. Bir noktayı geçince, artık kimse bu süreci durduramaz. İnsan kendisini durdurmak istese bile
- İnsanlar çoğunlukla, acılarını ancak kendilerinin anlayabildiğini söylerler. Ama bu doğru mudur? Hiç sanmam. Örneğin gerçekten acı çeken birinin önünde bazen insan onun acısını kendi de duyuyormuş gibi olur. Bu karşısındakiyle eş duyumu gelme yanı, yani empati yeteneğidir.
- İnsanların başkalarına şarkı söylemelerinin nedeni, onlarda eş duyum uyandırabilme yeteneğine  sahip olmak isteğidir. 
- İnsanlar, yaşamın anlamı üzerine ciddi ciddi düşünmek zorundalar, bir gün öleceklerini bildikleri için hem de. İnsan sonsuza dek yaşayacak olsa, yaşamda kalmak konusunda kim ciddi ciddi düşünür? Hatta ciddi ciddi düşünme imkanı olsa bile, sonunda insan kendine, "İyi ya önümde çok zaman var. Bunu da sonra düşünürüm" demez mi?
- Ölümün varlığı ne denli diri olursa olsun, biz de o denli yoğunlukla kafa patlatıyoruz.
- Her şey başka yerden geliyor ve yine başka yere gidiyor.
- En azından tutunabileceğim bir şey vardı:kendim
- Acı geldiği zaman, bedenimden ayrıldım. İstenmeyen bir misafir geldiğinde, yan odaya geçip rahat rahat uyuymak gibi bir şeydir bu.
- Nefret, uzun  kara bir gölgedir. Çok zaman nefret eden kişi bile nereden geldiğini bilemez. İki yanı keskin bir kılıca benzer.Karşınızdakine şiddetle indirirseniz, kendinizi kesersiniz.
- Eminim ki pek çok şeyin yükünü yükleneceksin. Ne seçme olanağın olacak, ne de bu şeylerin nereden geldiklerini bileceksin. Bir tarlada her yere yağan yağmur gibi.
- İyi haber alçak sesle verilir
- Kış soğuk geçiyordu, ama bazen sobayı yakmayı unuttuğum oluyordu, çünkü içimdeki soğuğu gerçek soğuktan ayırt edemiyordum.
- Gerçeğimin gelip beni yeniden bulması iyi olur
- Hava artık ses tellerini titreştirmiyordu. "Anne" sözcüğü hepten bu dünyadan silinip gitmişti sanki. Ama çocuk çok geçmeden anlayacaktı, silinip gidenin sadece sözcük olmadığını
- Bağışlayın, kendimi tanıtmakta geciktim: adım Uşikava. Önce öküz gibi uşi, sonra ırmak gibi, kava yazılıyor. Akılda tutması kolay bir ad, değil mi? Çevremdekiler bana genellikle "Uşi" derler. "Hey, Uşi!" Başka bir deyişle: "Hey öküz!" İşte bana genellikle böyle seslenirler ve ben de ister istemez, gerçekten bir öküze dönüştüğüm duygusuna kapılırım. Hatta bu hayvanlara karşı bir yakınlık bile duymaya başladım bu yüzden.
- Toplumda ya da bireysel alanda, bir olay çıkar çıkmaz her zaman şöyle diyen biri bulunur: "Böyle böyle bir şey oldu ve arkasından da, böyle bir şey geldi" ve ötekiler de "Evet, elbette, mantığa uygun" diyerek onaylarlar.
- İnsan beyni yetersizse kullanması çok yoruyor.
- İstediklerimi hayalimde ne kadar canlandırabilirsem, gerçekten o denli kaçabiliyordum.
- Hayal kurmanın bedeli yoktur. İnanılmaz güzellikte bir şeydir bu. Yaşamam için soluk almak kadar vazgeçilmez bir etkinlikti bu.
- Ne denli kaçmaya çalışsanız da, dünya, zamanı geldiğinde bulur sizi.
- Çok garip bir etki yaratıyor, biliyor musun, insanın bir parçasının, tanımadığı kişilerle birlikte "tüymesi".
- Hayaller, adet görme gibidir: gelince gelir. Kapıda karşılayıp, "Üzgünüm, şimdi işim var, sonra gelin" diyemezsin. 
- İnsan, çekip gidince, çabuk davranmak en iyisi, anlıyor musunuz?
- Sahtekârların politikada şansı olmadığını söylemeyeceğim. Nice adi yükselme hırsının, görkemli başarılara ulaştığını görmüşümdür. Tersini de: yüksek bir ahlak sağlamlığı da bakarsın kimi zaman sadece olumsuz sonuçlar getirir.
- Bu ülkede bir insanın anlayışı ne denli kıtsa, ulaşabileceği iktidar derecei o denli yüksek oluyor. Beni iyi dinle, Teğmen Mamiya, sana bir şey söyleyeceğim: burada hayatta kalmanın tek çaresi vardır, o da hayal gücünün hiç çalışmaması. Hayal gücümü hiç kullanmam. Benim işim, başkalarının hayal gücünü çalıştırmaktır. Geçimimi böyle sağlarım. Şunu unutma, Mamiya: bu kampta olduğum sürece, ne zaman hayal gücünü kullanman istense, beni düşün ve kendine de ki: hayır, kesinlikle olmaz, hayal gücü bela açabilir. İşte sana verdiğim altın değerinde öğüt. Hayal gücünü başkalarına bırak.