28 Aralık 2014 Pazar

Ancak onu ben sanırsan yıpranırsın

Sana söylemediklerimi tekrar tekrar bıkmadan, usanmadan yazmaya devam ediyorum. Bugün 500'üncü mektubumdayım. Mezarının üzeri çiçeklerle değil sana yazdığım mektuplarla dolu. Hala mezarının başına gelenler bu mektupların kime ait olduğunu bulmaya çalışıyor. Bazıları açılıp okunmuş bazıları da hala zarfın içinde yerli yerinde duruyor.

Herkes aşkı belli bir kavrama oturtmaya çalışırken seni nasıl tarif edebilirdim ki? Aşka dair o kadar çok şey anlatıyorlardı ki. Bazıları ilk aşka, bazıları sona, bazıları binlerce kez aşık olunabileceğine, bazıları ise insanın bir kez başına geleceğine. Birileri "Aynı anda 3 kişiye bile aşık olunabilir" derken başka birileri bunu "Acımasızlık" olarak nitelendiriyor. 

Benimki vurulmaktı yalnızca. Sana hiç dokunmamıştım. "Dokunmadan, hissetmeden kim kime aşık olabilmiş ki" dedin bir defasında bana. O günden sonra anlatamadım sana olan duygularımı. "Bakmak" diye bir şey vardır bilir misin? Görmekten de öte. Bilmiyorum belki de itiraf edebilseydim biz olabilirdik. Fakat öyle güzeldin ki kirletmek istemedim. Senin dişlerinde gülüyor, senin gözlerinle bakıyordum dünyaya. Bu bana o kadar güzel geliyordu ki anlatamam. 

Anlatamadığımdan yazmak istedim ya sana. Ben tutuk bir adamım. Ne yalan söyleyeyim az davarlıkta var. Konuşmayı beceremiyorum bir türlü. Yıllardır bir gün dahi eksilmeyen hislerimin bir parçasını bile bilmene izin vermedim. Hiçbir zaman uzun uzun konuşamadık ki seninle. Sohbetlerimiz uzamaya başladığı anda kekeliyordum. Hatta adım kekemeye çıkmıştı bu yüzden. Ne alakası var yahu! 

Senin güzelliğinden çakır keyif oluyordum sadece. Dil de sürşüyordu nitekim. Bir yerlerim kanıyordu. Köklerinden kesilen bir yerler...Kökten kesilince durduramıyorsun akan kanı ve geçmiyor kapanmayasıca yaraların. Günün birinde geleceğin ümidiyle yaşadım bu zamana değin. Meğer ümit denilen şey Tanrı'ya duyulan istekten başka bir şey değilmiş. Vakitlice anlamış değilim, bir hayli geç oldu idrak etmem. Senelerim boşa mı geçti dersem, yoo aslında. Hiç de boşa değil. Yüreğimde hep güzel kaldın. Yüreğime misafir olsaydın kirlenirdin. 

Öyle güzeldin ki aşk kirletirdi seni. Böyle kalman ikimiz için de daha iyi oldu. Eğer her iki taraf da birbirine aşıksa ve bir ilişki sürdürmeye karar verirlerse  birbirlerinin bedenini yiyip kanını içerler. Tek taraflı olursa aynı benim gibi sen bende yaşarsın. Gönül isterdi ki ben de sende yaşayım. Lakin dedim ya seni kirletmek istemedim. Yüreğinde birileri kan revan içinde kalmasın istedim. Yüzün bembeyazdı, böyle süt beyaz ama. 

Kırmızı renk güzeldir ama gelişigüzel üstüne sıçramamalıydı. Kendimi arıyorum şu sıralar. Bana yardım edebilmen keşke mümkün olsaydı. O kadar yalnız, o kadar tek başınayım ki... Bu tek başına olmanın tarifini kim anlatabilir? Hayatımda çok "Keşke" dediğim anlar oldu. Hala da oluyor. Ne ders çıkartmak için kendimi kastım şu hayatta, ne de "Hiçbir şeyden pişman olmadım" diye kendimi kandırdım. Ancak mevzu sana gelince biraz karışık. Gerçekten pişman olmadım. 

Geçen gece uyku tutmadı. Pencerenin yanına iliştim. Bir hırsız gördüm, içeri girmeye çalışıyordu. O hırsızın ben olabileceğim düşüncesi girdi zihnime.  Öyle çok korktum ki. Kafayı yediğimi düşünüp seni aramak istedim. Vazgeçtim sonra. İlk değil bu başıma gelen. Ne gecelerim oldu seni aramak isteyip de vazgeçişlerimle sabahları zor ettiğim. 

Böyle nasıl desem, gönlüme öyle bir taht kurmuşsun ki...kimse cesaret edemiyor oraya oturmaya. Kim otursa senin yerini dolduramaz çünkü. Mıhlanıp kalmışsın koparasım da gelmiyor hani. Hatırlıyor musun sana doğum gününde bir kolye hediye etmiştim. Üzerine not yazmadım diye çok alınıp geri vermiştin. "Not yaz öyle getir" diye hayıflanmıştın. 

Ben de:

"Gerdanına yakışacak senin gözlerine benzer taşlarla bezeli bir kolye buldum. Sana vermek istiyorum. Ancak o bir eşya. Yalnızca beni hatırlatır sana. Ancak onu ben sanırsan yıpranırsın."

Günlerce ısrar ettin. "Bu ne demek ne demek" diye. Ah siz kadınlar ne kadar çok işitmeye meyillisiniz. Cümleler uzarsa kayıp gider bir süre sonra. Aklında tutamazsın hiçbirini. Sözler güzeldir, hepsi birer sihirdir. Nasıl anlatabilirdim ki her şeyi. İki koca eskitmiştin gözümün önünde. Farz-ı misal değil yazdıklarım. Bariz gözümün önünde. Her iki nikahında da bizzat şahidin olmuştum. Aran bozuldu bana ağladın, dövdüler gittim öldürene kadar ben dövdüm onları. Ben ki otobüste giderken biri saçına yaslandığında kopacak endişesiyle yolu bir türlü bitiremeyen. 

Gerçekten gelmeli miydim sana? Gelmiş olsaydım bunların hiçbirini yaşamayacaktın kim bilir. Bir gün sorunun ne diyecek oldum. İki koca boşadın. Bir şeyler yanlıştı. Onlarda senin gördüğün yanlış neydi merak etmiştim. Senin de zamanla içine sinmeyen bir şeyler olmuştu belli ki.

"Yumurta" dedin bana. Hiçbir şey anlamamıştım. "Nasıl yani?" dedim. Her ikisiyle de yumurta konusunda bir türlü anlaşamamışsın. Bu konuda ikisinde de hayal kırıklığına uğramışsın. "Ben de yumurtayı böyle sevmiyorum" diye kavgayı ilk sen başlatırmışsın. Ardından "Kendin yap o zaman yumurtanı" diye sabahın ilk saatlerinde başlarmış tartışmalarınız. Sana göre adamların biri silik diğeri soluktu. Garip gelmişti ama senden bahsediyorsak hiçbir şey garip değildi bu hayatta. 

Böyle bir kadındın işte sen. Aşık olmak için de terk etmek için de dövüşmek için de kendine büyük sebepler bulmazdın. Hatta çok da kızardın bu tip insanlara. Herkes bir şeylerin derinine inmeye çalışırken sen yüz üstekilerle ilgilenirdin. Ahşap parkenin ne kadar sağlam olduğu değil silinince nasıl parladığı mühimdi senin için. "Bunda ne buldun be" dedim bir gün kendi kendime. Bu 'kendi kendime'ler çoğalıyorlar bazen. Baktım baktım, öyle bulunmalık şeyler vardı ki. Detayına inmeden de güzeldin indiğimde de. Sanırım bu yüzden deliler gibi mektuplar yazıyorum sana. 

Hayatta olmamana, okuyamayacak olmana rağmen, yorulmadan sıkılmadan. Bildiklerim bayağı bir çoklar. Ben bilmediklerim içinde bildiklerimi yazıyorum sana. Okuduğunu düşünerek sansür çekmeden. Aynı senin gibi "Kendi gibi" az sayıda örneklerle dolu insanlardan biriydin yaşamımda. Buna değer olduğun için yazıyorum, yazmaya devam edeceğim. Nasıl seni sevmekten yorulmadıysam yazmaktan da usanmayacağım. Taa ki bu can bedenden vazgeçene kadar.























20 Aralık 2014 Cumartesi

Ablamın Hikayesi

Bugün öldüğünü kabullenişimin ikinci günü abla. Önce duruma alışmaya çalıştım. Öyle olmuyormuş, kabullenince her şeyin üstesinden kalkmak daha kolay. Şimdi biraz daha iyiyim. İki yıl oldu en nihayetinde, az buz bir zaman aralığı değil. 

Sana yazmak istedim. Anlatamadıklarımı karalamak, okuyabildiğini düşünerek mutlu olmak. Cennette olduğunu filan düşündüğüm yok. Cennet ve cehennem kavramlarına hiçbir zaman inanmadım. Annem daha 8 yaşındayken Kuran kursuna gönderdiğinde inanacak oldum. Sonra çok saçma bir şey olduğunu kavramam fazla zamanımı almadı. Çürümüş bedenin de yok olmuştur artık. Ruhun yaşarken ölmüştü çoktan zaten. 

Bunu neden yaptın? O kadar çok düşündüm ki gittiğin günden beri. Hayatın hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Görünen taraflarından seni anlamaya çalışıyordum. Bir gün, dünyanın en saçma şeyi oldu ve sen çok değiştin. 

Değişmek demeyelim de yok oldun. "Sen gittin başka biri geldi sanki" mevzusu değil. Tamamen yok olmandan bahsediyorum. Yerine herhangi bir karakterin geldiği yoktu. Konuşamıyorduk da zaten. Dünyadan koparmıştın kendini. Kimseyle ilgilenmiyordun. Kendi kendine konuştuğunu fark ettim bir gün. Mırıldanmak gibi değil olayı yaşıyordun adeta. Önce yanıldığımı düşündüm. 

- Abla iyi misin?

- Neden ne oldu?

- Kendi kendine konuşuyorsun da.

- Kendimle konuşup da ne yapayım? Kalbimin odalarındaki insanlarla irtibat halindeyim.

- Off abla ne diyorsun sen ya. Ne kalbi ne odası.

- Yüreğimi kanatanları oraya yerleştirdim. Kapıyı da üzerlerine kitledim. Her bir odanın kendine has harfi var. A'dan başlıyor, Z'ye kadar gidiyor. Cezaevi gibi yani ama şartlar ağır değil. Kitap filan veriyorum okusunlar diye. 

Yemekleri de gayet güzel. Haftada bir kere deniz görme hakları var. Ziyaretçi kabul edilmiyor. Kimse yakınlarını göremez. Herkes özleyerek cezalandırılıyor. Müebbet hapis değil yalnız. Hepsini bir süre sonra yakacağım. O zaman onlar da ben de kurtulmuş olacağız.

Bu konuşmaların ardından bir hayli endişelenmiştim. Önce anneme anlattım. Hemen panik tabii, keşke söylemeseydim. Ne yapacağını şaşırmış halde anında babama yetiştirdi. Dövecek diye ödüm kopmuştu. Ki daha beterini yapacağı hiç aklıma gelmezdi. Hamile olduğunu düşündüler senin. Zorla değildi doktora götürüşleri. Hiç ses etmedin. Hamile olmadığın anlaşılınca kendilerinden utandılar ama iş işten geçmişti. 

Hastaneden dönerken kapımızın önüne kurulan pazara gittin. Tam 5 kilo bezelye alıp gelmişin. Önce hayata tutunmaya karar verdiğini, biraz fazla da olsa buna bezelye yemeğinden başlayacağını sanmıştım. Meğer kendine meşgal bulabilmek içinmiş. Saatlerce uğraştın o yeşil tanelerle.

- Abla kim yiyecek bu kadar bezelyeyi?

- Yeni odalar yaptım. Mahkumların sayısı her geçen gün arttıyor. Oda sayısı kalmazsa dışarıda kalacaklar. Başkalarına zarar verecekler. Yemekler de yetişmez oldu artık. Beş kiloyla ne yapabilirsem artık. Bizde kazan filan var mıydı? Bol sulu yapayım ki anca yetsin. Yanına fazladan ekmek de verdi mi doyarlar zaten. O kadar da düşünemeyeceğim.

- Ablaaam. Canımıniçi. Kurban olduğum. Yalvarırım anlat, ne oldu sana? Belli ki birileri üzmüş seni. Kimseye söylemem merak etme. İçini dökmeni istiyorum yalnızca.

- İçini dökmek... Uzun süredir işitmemiştim bu cümleyi. İçimi dökecek bir şeyim yok. Sadece yeni bir proje üzerine çalışıyorum. İnsanlara güvenmediğim için tek başıma yapmaya çalışıyorum. Bu da beni yoruyor.

- Ne projesi bu?

- İşte bahsedip duruyorum ya. Şu yüreğimin odalarına kitlediğim suçlular. Yeni şubeler açmam gerekiyor. Ekstra odalar yapmakla olacak iş değil. Her geçen gün artıyorlar, yetişemiyorum artık. Gözüme uyku girmedi iki gündür.

Bu cümlelerin üzerine bir tane tokat atmıştım sana. Aramızda şiddeti bırak saygısızlığın konusu bile olmazdı. Tokat atmama hiç şaşırmadın. Tepkisizliğin beni daha da çok korkutuyordu. Her şeye tepkisiz idin, komik gelecek ama o sıralarda deprem olmasını çok arzu ediyordum. Ne bileyim, ev filan sallansa mesela. Hani o zamanda mı böyle olacaktın. Artık korku duymanı istiyordum. Bir şeyler hisset de korku olsun panik olsun umurumda değildi. 

Bir gün ders arasında mideme dayanılmaz bir ağrı girmişti. Okuldan çıkıp evin yolunu tuttum. Kapıyı açtığımda evde kimsenin olmadığını düşündüm. Geniş beyaz kağıda birinin portresini çiziyordun. Göz ucuyla bakmaya çalıştım, çıkartamadım tabii. Gerçekten de tanımıyordum. Sakallı yakışıklı denilecek bir adamdı. Gözleri kısık bakıyordu, 30'lu yaşların başında olmalıydı. Karakalem olduğu içi gözlerinin rengini ve tenini çıkartamıyordum.

- Kim bu?

- En eski mahkum. Sanırım yüeğimdekiler eylem yapmaya hazırlanıyorlar. Ne yapacağımı bilemiyorum, en çok inciten kişi bu beni. İdam etmediğime şükretsinler. Bir anda tüm tutsaklara kendini sevdirmiş piç. Çıkmasını istiyorlar. Yazardı bu, sanırım kandırmış diğer mahkumları. Onların hayatını kaleme alacağını sanıyorlar. Ne yapacağımı bilemiyorum. Çok korkuyorum Damla. Hani nasıl desem, "Ait olmadığım yerde evimdeymiş gibi davranma korkusu." Bir acayip, bana yardım eder misin?

- Nasıl?

- Bak bu adam çıkarsa başkalarının da kalbini kıracak. O yüzden yüreğimde kalması en iyisi. Çünkü kimse onu benim kadar sevemez anlıyor musun! Nasılsa unutamıyorum bari yüreğimde dursun. Başkalarını üzmez.

- Abla kim bu adam?

- Neden isimlere ve kişilere takılıyorsun? Bir sürü bir sürü bunlar. Uzun zamandır evden dışarı adımımı atmıyorum farkında değil misin? İnsanları sevmeme gibi bir durumum yok. Aksine bir tane film vardı ya hani. Geçen yıl halamların  yazlığında izlemiştik. He "Exils", orada dediği gibi "Yüzüne güneş vuran herkesi seviyoruz." Ama korkuyorum. Evden çıkmadığım için arzu ettiğim tek şey, yeni bir havadisin özlemi. Yani birileri koştur koştur çalsa şu kapıyı. İki saat dilinin ucundakini gevelese. Vereceği müjdeli haberin keyfini beni meraklandırarak çıkarsa. 

O gece seninle son konuşmamızdı. "Bazen kendini bırakman gerekir, yeniden bulmak için" yazılı bir notla evi terk etmiştin. Zannediyorum ki bahsettiğin adam firar etmişti. Yoksa kimse seni bu evin sınırları dışına çıkartamazdı. Karakollar, jandarmalar, hastaneler...

Aramadığımız yer, sormadığımız insan evladı kalmadı. Yok yok yok! Bulamıyorduk bir türlü seni. Sonra boğulma haberi geldi bir gün akşam ezanına yakın. Apar topar morga gittik. Cesedi teşhis etmemizi istiyorlardı. Beklenilmeyen bir havadisti senin demen gibi. Fakat bizi sevindirmedi abla. Sendin o, bembeyazdın nasıl da zayıflamıştın. Yüzünde bir tebessüm, gözlerin kapalı öyle boylu boyunca serilmiş karşımda duruyordun. 

Kimdi o abla kimdi?






















14 Aralık 2014 Pazar

Bir taze yaprak

Tam 13 yaşındaydım. Saat sabaha karşı 4'ü vurdu mu kulaklarımı sağır edinceye kadar tıkardım. O saatler çok rutindi. Önce taksinin kapanış sesi, ardından apartmanın demir kapısı, sonra doğru anahtarı bir türlü bulamayan babamın kapı önündeki uğraşları ve tabii o saate kadar gözüne uyku girmeyen annemin kapıyı açışı. 

İlk söylenen cümle bile aynıydı. "Metin yeterince içmedin mi bu şişeler ne!", "Sana ne lan orospuuu, sana ne." Annem "Orospu" lafına hiç alınmazdı. Zamanla öğrendi, babamın böyle laflarına itibar etmemeyi. Öyle gecelerde Yusuf'u düşünürdüm. Kocaman iri siyah gözlerini, kapkara kirpikleri, küçük ağzını ve onları süsleyen yine küçük bembeyaz dişlerini. Biz de küçüktük zaten. Sınıftaki herkes aşıktı ona benim gibi. 

Çok çalışkan bir öğrenciydim. Siyah çerçeveli gözlüğüm hiç olmadı belki de ama en ön sıradan her soruyu yanıtlardım. Yanıtlayamadığım hiçbir soru olmamakla beraber öğretmen daha soruyu tahtaya yazarken ben çok çözmüş olurdum. Haliyle sevilmezdim elbet. Sevildiğim zamanlar vardı ama. Sınav dönemleri herkes bir anda en yakın arkadaşım oluverirdi. Buna Yusuf da dahil. 

Nasıl mutlu olurdum anlatamam. Günler öncesinden çalışırdım Yusuf yanıma gelsin diye. Ona ve sevdiği kıza kopya verirdim. Ne ezikçe! Olsun mutlu olurdum yine de. Onun gülüşüydü benim mutluluğum. Hayatımın tek rengiydi Yusuf. İnsanların işi düştükçe seni dost bildikleri, emeği sömürürken bunu nasıl da güler yüzleriyle yapabildiklerini daha o yaşta öğrenmiştim sayesinde. 

Yine öyle bir sınav haftasıydı. Geç saatlere kadar çalışınca uyuyakalmışım. Birden bir çığlık sesi, hemen sıçradım yatağımdan. Nasıl desem...o gürültüyü nasıl tarif etsem... Bir yandan 3 yaşındaki kardeşim çığlık çığlığa ağlıyor diğer yandan babam tüm gücüyle olabildiğince vuruyor anneme. Hayır vurmuyor tekmeliyor. Zalimliğin, acımasızlığın, vicdansızlığın tarifini tüm merhametsizliğiyle gözler önüne seriyor. 

- Babaaaa, duuurr!

- Çık laaan, anasının orospu kızı. Seni de döverim.

Annem iki elini başına sarmış, iki bacağını göğsüne büküp kendini korumaya çalışıyordu. Babam bir bankada güvenlik görevlisiydi. Para çalarken yakalanınca kovdular. Zaten onu da işe emekli polis amcam sokmuştu. Daha da iş bulamadı. Annem de konfeksiyonda ütücülük yapıyordu. Kışın çok iyidi de yaz geldi mi çekilmez oluyordu. Birkaç kere su faturasını ödeyememiştik. Eve gelince duş alamayacağını öğrendiği vakit kaç kere ağladığına şahit oldum. 

Garipti annem. Olmadık şeylere ağlardı. Babam o kadar hakaret eder, döver, söver onlara gıkı çıkmaz. Sen git sular kesildi diye ağla. Sonradan anladım aslında babama ağladığını ama belli etmemek için gündelik sıkıntıları sunduğunu. Annem hayatımda tanıdığım en saygılı insandı. Babam için bir gün tek bir kötü kelime söylediğini işitmedim. Neticede babamızdı, başımızdaydı Allah'a şükür. Öyle derdi hep, evin direğiydi babamız. 

Ya olmasaydı? Bakmayın çok iyidir ama işte içince...Pişman oluyor sonra ama, vallahi bak. Böyle böyle kendini avutur, bizi teselli ederdi. O gece tüm gecelerden daha kötüydü. Babam daha hırçın, annem daha savunmasızdı. Yine Yusuf'u getirmeye çalıştım aklıma ama olmadı. Güzel şeyler düşünmeye çalıştım. Dünyada bir sürü bir sürü güzel güzel şeyler vardı. Babamı da güzel hayal etmeye çabaladım. Maaşını aldığında en pahalı çikolatalardan aldığını günleri anımsamaya çalışıyordum. 

Annemi dövmesi kesilecekti en nihayetinde. Babamı kötü hatırlamak istemiyordum. Büyüyecektik, çocuklarımız olacaktı, bir bayram sabahı annemlerin evine gelecektik. Seneler geçmiş olacaktı ve babam torunlarını tüm sevecenliğiyle kucaklayacaktı. Evet olacaktı bunlar, zaman her şeyi unutturacaktı.Bir koşu radyoyu açtım. Sonuna kadar açtım müziğin sesini. Annemle babamın en sevdiği şarkı olan "İstanbul Sokakları" çalıyordu. Annem ne ağlardı bu şarkıyı dinlerken. Hem merhem olurdu acılarına hem de kendini tuttuğu için bir türlü akıtamadığı gözyaşları damla damla sızardı göğüs kafesine. 

Yok ama olmuyordu. Babam hala dövüyordu annemi. Kardeşimin yüzü ağlamaktan mosmor kesilmişti. Dayanamıyordum, tüm komşular kapıya üşüştü. Zil sesleri, "Yeter artık hayvan herif" bağrışmaları. Kıyamet kopuyordu evin içerisinde. 

Gözüm odanın köşesindeki büyük vazoya takıldı. Teyzem Almanya'dan getirmişti. Bir insan Almanya'dan neden vazo getirir ki? Annem çok sevinmişti ama. Evde hiç süs eşyası yoktu çünkü. Günlerce kaç köşe değiştirdi onu bir yere yerleştirmek için. En sonunda "Tamam burası olsun" dedi. Uzun süredir öyle mutlu görmemiştim onu. Şimdi aynı vazo onun hiçbir zaman unutamayacağı bir anı yaşatacaktı.

Hayır bir anlık cinnet anı değildi. Yapmam gerekiyordu, bunun sonu gelmeyecekti. Herkesi kurtarmak için hepiniz kurtulamazsınız. Birinin kendini feda etmesi ya da herkesin topluca her şeyden vazgeçmesi gerekirdi. Kendimden vazgeçtim ben de. Vazoyu aldığım gibi babamın kafasına yapıştırdım. Oldukça sert bir vazoydu. 4-5 kere kafasına vurdum. Annem ağzı burnu kanlar içinde öyle kalmıştı. Kardeşimin ağlaması dinmiş, ne yapmaya çalıştığıma bakıyordu. 3 yaşındaydı henüz, hayatında bu kadar kanı ilk defa görüyordu. 

Babam kadar zalimdim vazoyla beynini parçalarken. Artık öldüğüne emindim. Tam o sırada kapı kırıldı. Polisler her zamanki gibi her şey bittikten sonra olay yerine gelmeyi büyük bir beceriyle gerçekleştirmişti. Saatler süren sorgulamalar, cezaevi, mahkemeler derken 8 yıl hapis cezasına çarptırıldım. Annem her hafta gelmeye çalışıyordu. Kardeşimi büyürken görememiştim. Oysa tüm bildiklerimi öğretmek istiyordum ona. 

En sevdiği ders matematik olacaktı herkesin aksine. Kendi bilirdi, istediği mesleği seçmekte özgür olacaktı. İster dans ederdi, ister resim yapardı, isterse şarkı söylerdi. Ama matematiği iyi olacaktı. Pratik zeka hayatının her anında işe yarayacaktı. Bazı şeylerin üstesinden daha kolay gelebilirdi. Olmadı, evin camı kırılmış bir türlü yaptıramamışlar. Dışarıdan gelen soğuk ciğerlerini üşütmüş kardeşimin. Zatüre olunca çok dayanamamış minik vücudu. Öldüğünde 9 daha yaşındaydı. 

Babam, kardeşim derken ben de cezaevinden bir türlü çıkamayınca annem de pek dayanamadı yalnızlığa. Sadece vakitsiz ölümler değil yalnız başına dul yaşamanın zorluklarına da katlanamadı. "Bacım" lafları babamın ölümünden sonra "ihtiyacın" laflarına dönüşmeye başlamış. Annem kendini her ne kadar korumaya çabalasa da artık bıkmış böyle yaşamaktan. Sıcak bir yaz gününde iş dönüşü terden bayılacak gibi olduğunda duşa atmış kendini. 

Önce tüm vücudunu bir güzel yıkamış. Sonra bakkaldan aldığı jiletlerle her yerini paramparça etmiş. Ortalık kan gölüne dönmüş desem yeridir. Kimsesizler mezarlığına gömmüşler kimsesiz annemi. Evi de kiraya vermişler ama olayı duyan vazgeçmiş almaktan. En alt kat olduğu için dükkana çevirmişler sonradan. 

Cezaevinden çıktıktan sonra şöyle bir baktım da. İki damla aktı gözlerimden. Yine de ne oldu biliyor musun. Yaşamaya devam ettim, hala da yaşıyorum. Bir kitapçıda çalışmaya başladım. Aynı zamanda evim oldu orası. Temizliğinden de ben sorumluyum satış işlerinden de. Gece de orada kalıyorum zaten. Sağ olsun sahibi Ahmet amca çok güveniyor bana. Bilgisayar bile kullanmıyoruz dükkanda. 

Herkes hangi kitabı isterse hangi raf, hangi numara hepsini ezbere diyorum. Sevdirdim de kendimi gelenlere. Geçen bir senarist geldi. Az çok öğrenmiş yaşadıklarımı. Dedi "Gel senin hayatını film yapalım." Dedim "Yok ağabey benim hayatımdan ne film olacak." Israr etti bayağı, bakalım arada geliyor ayrıntılı bilgi edinmek için. Ben de anlatıyorum eksiksiz. Para bile alacakmışım. Bu dünya bir acayip. Bir sevindiriyor bir üzüyor, bir kazandırıyor bir nefesini kokutuyor, bir dünyaya salıyor bir dünyadan alıyor. En sonunda öğreniyorsun ama, acıyan yerine dokunmaktansa bir taze yaprak koy daha iyi 































































6 Aralık 2014 Cumartesi

Ne de olsa kolay değil...gümbürdemesi yüreğinin

Adını bile duymam ereksiyon olmama sebep olan tek kadındı Aysel. Gerçekten de öyküsünü böyle yazmaya başladım. İzlemek zorunda kaldığım kanal sayısıyla TV'ye bakarken, en sonunda birinde karar kıldım. 

Televizyona baktığımdan değil de maksat gürültü olsun. Pazar günü yapacak bir şeyiniz yoksa televizyon kurtarıcınız olur. Yemek yaparken birden "Seni seviyorum Aysel" dedi. Birileri dedi, kim olduğu önemli değildi. Aysel! 15 yıl olmuş mudur seni görmeyeli? 

Yetimhaneden kaçıp kaçıp gelirdik yanına. Yetimhanenin en eskisi 18 yaşını doldurunca çıkmadan anlatmıştı gizli cenneti. Annesi hayat kadınıydı Ahmet'in. Genelevde doğmuştu. Doğar doğmaz çizilmişti kaderi. Bir gece müşterilerinden biri iş üstündeyken kadının üzerine yığılıvermiş. Yapmadım, etmedim dediyse de kimseye dinletememiş. 

Önce sorguya çekmişler kadını. Sorgu da denirse tabi. Komiserinden amirine sırayla düzmüşler garibi. Ardından "10 yıl hapis" dediler. Ama 1 yıl dayanamadı Ahmet'in yokluğuna da vefat etti masum. Ölürken diğer fahişelere emanet etti oğlunu. Yetimhanede olsa da her zaman iyi bakılırdı, en çok onun ziyaretine gelinirdi. Her hafta başka kadın geliyordu. Çarşamba dedin mi hepimiz cama çıkardık. Hiç o kadar güzel kadınlar görmemiştik.

Ahmet genelevin adresini verdi çıkmadan. "Onlar size anlatır ne yapacağınızı. Muhakkak gidin" dedi. Çarşamba bekleyişlerimizden neredeyse hepsini anımsıyordum. Bir Aysel'i hatırlayamadım içlerinden. 

Evet, o gelmemişti sanırım. Gittikten sonra ne yapacağımı anlamam çok sürmedi. Önce odasına girdim. Çok bekletmeden on dakika sonra da o geldi. Biraz tedirgindim esasında. Yani nasıl desem hem beceremeyeceğim diye korkuyordum hem de zarar verir mi diye endişe duyuyordum. Suratında ufak bir tebessüm vardı. Memnuniyetinden değil bariz toyluğumla bakışlarıyla dalga geçiyordu.

- Adın ne çocuk?

- Azad

- Ne güzel isimmiş. Anlamını sormayacağım merak etme. Ahmet'in arkadaşısın değil mi sen?

- Hı hı

- Korkuyor musun?

Bu sefer şefkatle söylemişti. Üzülmüş gibiydi halime. Oysa bu bile sinirlendirmişti beni. Ne çeşit bir deneyim yaşacağımın farkındaydım. Çok saçma ama o da memnun olsun istiyordum. İçten içe hala çocuk buluyordu beni. Oysa çocuktum zaten. Annem babam yok diye yaşıtlarıma göre çocukluğumdan terfi edip ara bir dönem yaşıyordum. 

Yine de küçüktüm işte. Hastalandığımda annem yanıma gelsin, sabaha kadar başımdan ayrılmasın istiyordum. Ölmüş olmasına rağmen hala istiyordum. Ne yani istemek de mi ayıptı. Fakat çok ağlayınca istediklerimin olmayacağını öğrenmiştim. En büyük merakım bu oldu hayatımda. Ne acayip, istediğin olmayınca ağlaman gerekir. Çocukların hayat hakkında öğrendikleri en piç davranış şeklidir bu. 

- Hayır. Neden korkacakmışım ki!

- Tamam canım, parlama hemen. Bu yeni nesil de pek bir sinirli.

- Sinirli filan değilim ben.

- Aaayyy, yeeteer! Şimdi patlayacağım. Çocuk sakin ol. Bir şey dediğimiz yok. Ne içersin?

- İstemiyorum bir şey.

- Süt vereyim mi? Ay tamam bakma öyle şaka yaptım. Şu tipine baksan bir, nasıl kasılmışsın.

Yanıma yanaştı, sokulur gibi. Hiçbir şey demeden soymaya başladı beni. Çok yavaş hareket ediyordu. İncitmemeye çalıştığı çok belliydi. Tüylerim diken diken olmuştu. Fark etmesine rağmen bu sefer hiç sesini çıkartmadı. Sadece kurumsal firmalarda işine değer vermek diye bir şey yok. Fahişe olsa da önemsiyordu yaptığı işi. Oldukça ciddiydi.

- Korkma!

- Tamam

- En sevdiğin şarkı ne? Onu açalım mı?

- Olur. Annemle babam trafik kazasında öldü. Ben de aynı arabadaydım. Sezen Aksu - Düş Bahçeleri. Annem çok severdi.

- Tamam, bildim. Şansılısın Sezen Aksu'nun tüm kasetleri bende var.

"Yürüyorum düş bahçelerinde 
Gördüm düşümden büyük bahçe yok 
Yüreğimin kuşları konmuş 
Telgrafın tellerine 
Neşesi gurbet selamlarından çok 
A benim dilsiz dillerim 
A benim sessiz ellerim

Yakala saçından tut hayatı 
Çevir yüzüne öp öp 
Duruyorum vaktin seherinde 
Değiştirdim takvimleri gece yok 
Yüreğimin kuşları konmuş 
Telgrafın tellerine 
Neşesi gurbet selamlarından çok "

- Şimdi daha rahatsın. İstersen gözlerini kapat.Tut elimden, tırnaklayabilirsin acımaz. İlk deneyimin, yavaş olacağız, sonra hızlanırız. Hisset beni, kadın olduğumu hissettir. Bunu yapabilirsin. Bakır işler gibi işle. Ver elini, göğsümü tut. Hiç kadın göğsüne dokunmuş muydun?

- Hayır, ahh. Ne oldu?

- Boşaldın. Tamam, problem değil. İlkti bu, yine gelirsin. Öğrenmen gereken çok şey var.

- Kötü mü oldu.

- Hayır aksine. Hatta çok yorgundum, iyi bile oldu.

Defalarca gittim Aysel'in yanına. Her çarşamba yanında bitiyordum. Her gidişimde bildiklerime bir yenisini ekliyordum. Karşılıklı zevk almaya başlamıştık. Ben 16, o 35 yaşındaydı. Nasıl yapıyordu bilmiyorum ama hem cilveli hem şefratliydi. Hiçbir şeyin ortası yoktu onun için. Ağlaması hıçkıra hıçkıra, gülmesi duvarları delecek derecede gürültülüydü. 

Balık etli bir kadındı Aysel. Bakılmalık değil hissetmelikti gerçekten. Tanrı şahidimdir ki şu dünyada ondan memnun kalmayacak bir insan evladı yoktur. Biraz göbekliydi ancak o kadar diri göğüsleri vardı ki, saatlerimi alırdı onları emmek. Bacaklarının arasındaki nazik çukurla göğüslerinin arasındaki Arnavut kaldırımlı sokaklarında kaybolurdum. 

Seviştikten sonra yakardı sigarasını, başlardı konuşmaya. Bir gün dayanamadım anne babasını sordum. Kendinden hiç bahsetmiyordu, varsa yoksa seviştiği adamlar. Ben gelmeden üç gün önce herifin teki şarap şişesini götüne sokmaya çalışmış da kızlar zor almış elinden. "Bıktım artık bu hayattan" deyip duruyordu. Konu nereden açılmıştı da ailesine gelmişti bilmiyorum. 

- Tahmin ettiğin gibi değil aslında. Genellikle yetim, öksüz, çok fakir bilmem ne...Ben öyle bir çocukluk geçirmedim. Çok zengindik biz, babam iflas ettikten sonra kendini astı. Annemin de sevgilisi varmış o dönemde. Onunla beraber kaçtı. 

Alacaklılarla senin yaşında uğraşmaya başladım. İlk deneyimimi aile avukatımızla yaşadım. Birkaç eşyamı kurtarsın diye altına girdim. Etrafımda kimse kalmamıştı. Meğer dost sandıklarımız en başından beri "Kimse" imiş. Sonrası da çorap söküğü gibi geldi işte.

- Aşık oldun mu hiç?

- Ona çok zamanım olmadı. Zenginken bakkalın çırağı vardı bizim. Kocaman mavi gözleri, bembeyaz dişleri vardı. Suratındaki her şey çok iriydi. Geniş gamzeleri, suratını kaplayan gülüşüyle dikkat çekmemesi imkansızdı. Her geldiğinde "Ekmek geldi" deyip fırlardım evden. Sonra görüşmeye başladık. Annem görmüş bir gün, babama söylemiş. Babam hemen adamlarına dövdürmüş çocuğu. Değil ekmek getirmek sokağımıza uğrayamadı bir daha.

- Sence ben de aşık olacak mıyım?

- Elbette çocuk, boşuna mı eğitiyoruz seni. Hem de defalarca aşık olacaksın. 20'lerinde kendinden büyüklere, kırkına geldiğinde 20'lik çıtırlara bakacaksın. Kıracaksın, kırılacaksın. Kırgınlıkların daha fazla olsun. Bu seni olgunlaştırır, yürek yakmamaya çalış. Kaybetmeyi öğreneceksin. Hayat sana ölümle kaybetmenin nasıl bir acı olduğunu zaten öğretmiş, ama daha az üzüleceğini göstermiyor. Hepsi kendi içinde yakar insanı. Bunu yaşayarak anlayacaksın. 

Dostlukların olacak, sonra tamamen yalan olduğunu fark edeceksin. Eğlenmelik, sohbet etmelik, dinlemelik...diye diye ayırdığın çevren olacak. İş hayatına gireceksin. Asıl orospuları orada tanıyacaksın. "İşin orospusu" denir onlara. İyi bir gözlemci ol, insanları çöz, aynı onlar gibi çok yüzlü ol. Senin içinde binlerce "Sen" yarat. Ofiste, evde, sokakta, arkadaşlarının yanında. Zarar vermek isteyenler de olacak, iyi bir köpek olduğunda önüne ara sıra kemik atılan insan tipleri de göreceksin. 

Nefes almakta güçlük çektiğin anlar olacak, bazı zamanlar ellerinin nikotinden nasıl da sararmış olduğunu görüp haline ağlayacaksın. "Tam da insanları tanıdım" derken ruhu orospuları göreceksin. Bunlar en tehlikeli olanlarından aynı zamanda en acıman gerekenlerdendir. Özellikle içine bastıranlarından uzak duracaksın. Bunlar toplum baskısından belki de senelerce içinde tutmuşlardır orospuluklarını. 

Ortaya çıktığı vakit, babanmış, ananmış, kocanmış tanımazlar. Aynı tinerciler gibi. Farkında bile değillerdir ne yaptıklarından. Beyinleri uyumuş gezerler insan arasında. Yine tinerciyi anlarsın, sokakta yaşar, kılık kıyafeti yırtık pırtıktır, bir kere elinde koca bir torbayla gezer sokak sokak. Asıl korkman gereken bu beyni ölmüşlerdir. Müdürün de olabilir, komşun da bilemezsin. Hep dikkatli olacaksın. Arada yalnızlık kapını çalacak. Öylece oturacak karşında. Herkesten vazgeçtiğin, hayatın ne kadar boş olduğunu fark ettiğin anlar. 

Pink Floyd'un dediği gibi;

- Ne gülüyorsun. Fahişeyiz diye Pink Floyd dinleyemiyor muyuz! Şimdi "Siz yeni nesil yok mu..." diye bir başlardım da neyse

"Yapayalnız... ya da ikişer ikişer! Seni gerçekten sevenler. Volta atıp durdu...duvarın dışındakiler. Kimi elele kimi gruplar halinde. Kanayan kalpler ve artisler. Boy gösterdiler. Her şeylerini verdiklerinde kimileri sendeler ve düşer! Ne de olsa kolay değil...gümbürdemesi yüreğinin...delirmiş bazı alçakların duvarının dibinde!"
































































































































































29 Kasım 2014 Cumartesi

Tam olayım diye

Tam tamına bir yıl 5 ay sonra saat 06.00’da tekrar çalar saatim çalıyor. İş görüşmesi için kalkıp hazırlanıyorum. Gündüz ama güneş doğmamakta ısrarlı. Hava desen henüz yılın ilk karı yağmadığından sokağın ortasına ölüyü atsan çürümeyecek cinsten. 

Evden dışarı çıkmak asıl derdim. Tekrar insan içine karışmaya çok korkuyorum. Metro durağında bir kahkaha patlatıyorum. Millet bana bakıyor, bir kadın geliyor “İyi misiniz?” diye soruyor. “Çok erken değil mi ya!” deyip iyice delirdiğimi düşünmesini sağlıyorum. Akşam eve gidince anlatacak konusu olur fena mı? Metrodan indikten sonra dolmuşa biniyorum bir de. Saat 07.00 ve Ferdi Tayfur çalıyor radyoda. “Hay sabah sabah damar çalan beynini sikeyim dj” diyorum.

“Onu bana sormayın, unutmak istiyorum artık hatırlatmayın, unutmak istiyorum. Kalbimi kanatmayın, dünyamı karartmayın, onu hatırlatmayın unutmak istiyorum. Aşk beni yaksa da, umutlarım solsa da, unutmak zor olsa da unutmak istiyorum. Bu aşk bitti, sonunda gitti kendi yolunda, onu ömür boyunca unutmak istiyorum.”

Ardı sıra çalıyor Ferdi. “Hatıran Yeter”, Sanma ki Yaşıyorum” yol bitmiyor, duraklarda durdukça duruyor dolmuş. Nefes alamıyorum kendimi dışarı atıyorum. Yürüsem de olur az kaldı zaten. Şirkete vardıktan sonra İK yöneticisini beklemeye koyuluyorum. Adı yönetici ya ağırlığını koymak için geç kalması şart pezevengin. Gerçi kaltak da olabilir. Kadın mı erkek mi bilmiyorum. Odanın dış kısmı camdan yapılmış. Etrafı izliyorum. İki kişi geliyor karşıdan karşıya. Hani sevgili değiller de, birbirini beğeniyorlar bu çok belli.

Erkek uzaktan gülümsüyor önce sonra süzüyor. Kenardan ayırmış saçlarını kadın. Sağ tarafındaki saç miktarı daha fazla. Türkan Şoray edasıyla salına salına yürüyor. Sol yandaki az kalan saçını kulak arkası yapıyor. Ben’i ve gamzesi sol kısmında kalıyor çünkü. Madem bu kadar bayılıyorlar da neden sevgili değiller acaba diye aklımdan geçirirken adamın alyansı dikkatimi çekiyor. Nefret ediyorum bu huyumdan. İnce detaylara takılı hallerim, hislerim, zekam çıldırıtıyor beni. Bana ne başkalarının hayatından. Gerçekten de ilgilenmiyorum.

Kapı açılıyor erkek İK yöneticimiz. Sabah aldığı simidi bitirince yanıma teşrif edebilme nezaketini nihayet gösteriyor. Dudağında susam izini elimle işaret ediyorum. Utanıyor önce sonra temizliyor. Biraz önceki gerilen göğsü havada patlayan balon gibi yavaş yavaş süzülerek yere iniyor. Bir şeyler anlatıyor “Şirket Vizyonu, Misyonu, Gelecekteki Hedefleri”, o kadar umurumda değil ki ofisten çıkınca kendime Mehmed Uzun’un “Aşk Gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık” kitabını alırım diye hatırlatıyorum.

- 5 yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?

İşte en sevdiğim etiket sorusu. Sanki kendi akşam ne yemek yapacağını biliyor da gelmiş bana 5 yıl sonraki hedefimi soruyor.

- Vallahi alırsanız burada

Yanıtım etkiliyor yerden bitmeyi alıyor beni işe. Komik ama sürekli gülümsüyorum. Hatta bununla ilgili iltifatlar bile alıyorum. İnsan her gece sabaha kadar ağlayınca gündüzleri gülmek istiyor. Aynı şeyleri yapmak insanı bunaltır. Ağlamaktan yorulduğumda gülüyorum, gülmekten yorulduğumda ağlıyorum.

Güzel de giyiniyorum. Bazen dekolteyi abarttığım da oluyor. O zamanlar kafam eğik yürüyorum. Burada çok yazılımcı var. Bir nevi ‘kent yaşamının askerleri’ diyorum bunlara. Genelde birçoğu makine mühendisliğinden gelme. Etrafında sürekli erkek olmasından sıkılan hani iki meme görse buruşuk sarkık fark etmeksizin terden titremeden ölecek tayfadan.

Hatta bir keresinde soru sormaya gittim de göğüslerime bakarken yakaladım birini. Göğsümün arasındaki tüyler dikkatini çekmişti. Ani bir hareketle dik duruverdim. Utandı garip, ben de bilerek yapmıştım. Utanması gerekiyordu çünkü. Madem doygunluğa erişecek bir cinsel hayatı yoktu o zaman utanmalıydı. Bu huyu bir an önce edinmezse ‘sapık’ olarak nitelendirilecekti. Onun için yaptım aslında. Umarım beni bir gün anlar.

Anlayacağın bu yeni iş bana bayağı iyi geldi. Kafam dağılıyor sürekli bir şeylerle meşgul oluyorum. Sana çok alışmıştım ben. Alışkanlıklar çok acayip. İnsana kene gibi yapışıyor. Ama istedikten sonra alışkanlıklarından bile vazgeçiliyorsun. Önce kendimi ikna ettim. İnsan kabullenince gerisi bir anda çorap söküğü gibi geliyormuş. Sadece istemen gerekiyor. Bu da yeterince yorulmayı gerektiriyor. Sonra gerçekleri görmeye başlıyorsun.

Sevmediğin bir sürü huyun geldi aklıma. Hiçbiri seni silmeme yardımcı olamadı. Ardından senin için yaptıklarım, katlandıklarım, gözyaşlarım, fedakarlıklarım derken senin benim için hiçbir şey yapmadığını hatırladım. Birden geldi ama aklıma. Çok garip bunu hiç düşünmemiştim halbuki. Benim için neyden vazgeçmiştin? Çok düşündüm inan ki beynimi yedim kustum tekrar yedim. Düşündüm düşündüm… Sonra anımsadım beni neden hayatına soktuğunu.  Kalan boşlukların vardı ve onları güzel an’larla doldurman gerekiyordu. Kendini gül ilan ettin, benimle ruhunu suladın. Güze alışan da şimdi ben oldum.

Unutma işlemini kısım kısım işledim. Önce yazmaya başladım. Sayfalarca hem de. Yazıp yazıp çekmeceme koydum. Yazıyor sonra okumaya başlayınca seninle ilgili gerçekleri daha net kavrıyordum. Dostmuş arkadaşmış yalan. İnsan algısı 20 dakika. Ondan sonrasını kendi kendine konuşuyorsun. Ben de seni başkalarına anlatmak yerine kendime anlatmayı denedim. Yazmak deli olmadığımın da bir göstergesiydi.

Ruh halim biraz daha iyice olunca işe girmeye karar verdim. Mecbur kalmam lazımdı. Gülmeye, konuşmaya, farklı işlerle ilgilenmeye, kızmak ya da sinirlenmekse bu artık başkaları yüzünden olmalıydı. Arada hatırlamıyor değilim seni. Hatta hatırladığım her şey seninle olan en güzel zamanlarım. Bu iyi bir şey. “Artık senden nefret bile etmiyorum” demektir.

Genelde insanları sana benzeterek başlıyor anılarımızı anımsamam. Nerede bir bıyıklı görsem suratın geliyor gözlerimin önüne. Sonra ilk tanıştığımız gün. Hep oradan başlıyorum. Türkü dinlemeye senin sesinle başlamıştım. Aldın sazı eline bıyıklarının arasından başladın söylemeye. Ne çığrıyordun ne de sessizce mırıldanıyor. Tüylerim en son ne zaman böyle diken diken olmuştu hatırlamıyorum. Bakır işler gibi işlemiştin 5 dakikada yüreğimi.

“Tanrıdan Diledim Bu Kadar Dilek
O Yârin Yüzünü Bir Daha Görek
Bana Kısmet Değil Dizinde Yatmak
Dizinde Yatıp Da Yüzüne Bakmak

Gel Aman Aman Yanıma
Kıyma Bu Yazık Canıma
Bir Kara Kaşın Bir Kara Gözün
Değer Dünya Malına

Ayrılık Hasreti Canıma Yetti
Kalmadı Gözümün Yaşları Dindi
Bahçesinizde Lale Sümbül Gül Bitti
Eridi Yüreğim Tükendi Bitti

Gel Aman Aman Yanıma
Kıyma Bu Yazık Canıma
Bir Kara Kaşın Bir Kara Gözün
Değer Dünya Malına”

Ne zaman bir işin içinden çıkamayacak olsam hep bu türküyü dinliyorum. Sanki yanımda sen varmışsın gibi. Şu anki sen değil ama o zamanlar “Dünyanın en güzel insanı” dediğim adam. Hani “Yanında ben varken kimse saçının bir teline bile zarar veremez” dediğin ama en büyük kıyımın senin işleyeceğini akıl sır erdiremediğim şimdi ki sen değil. Kabullendikten sonra daha iyiyim artık. Özdemir Asaf’ın “Düşüngü” isimli şiirinde yazıyor.

“Hepsinin gelmesini bekleme,
Sen var olasın diye,
Bir kişi gelmeyecek,
Sen bir olasın diye”

Aslında senin kadar ben de eksiktim. Gittikten sonra tam kalabildim. Demek böyle bir şeye ihtiyacım varmış. Tutulmayan söze, verilen umuda, bırakmayacakmış gibi yapıp boşlukların dolduğunda aniden git diyebilen o kalbimin sökülüşüne. Hepimiz babasız kızlar, annesiz erkekleriz. Babam sandım sanırım ben bir an seni. Sevgilimdin ama her kadın gibi bir figür örttüm üstüne. Suç benim, örtüyü çektikten sonra görmek istemeyen bendim aslında. 

Dünya bir oyun ve oyalanma vaktidir. Bir babaya ihtiyacım vardı. Babalık çok başka kocaya benzemez. Elli koca eskitebilirsin ama bir baba olmadı mı başında başlarsın her şefkat gösterene “et tırnaktan ayrılır mı?” gibi davranmaya. Hiç gitmeyecekmiş gibi alışırsın. Alıştıkça daha çok sarılırsın. Sonra koklarsın, kokusu içine sindi mi meraklanırsın dokunmak istersin bu defa da. Keşfetmeye başlarsınız vücutlarınızı. 

Her keşif biraz daha okşanmak ister. Okşadıkça arzularsın. Bacaklarının arasındaki ufak ormana girmek istersin. Nefesin kesilecek gibi olur. Alnından boşalan terler karşındaki güzelliğin yanağına ‘şıp’ diye konuverir. Kadın eliyle terini siler, o sildikçe daha çok terlersin. Çığlıkları hiç bitmesin diye enerjini tüketmek istemezsin. ‘Tam’ olursunuz. Bu ilişkiden bana düşen birlikte değil tek başına bir bütün olmakmış. Kim bilir gerçek hayat bacaklarımın arasındaki küçük orman gibi değil diye gittin. Aynı şiirde diyor ya;

“Kendine yetmen için,
Herkesin kendinden kaçacağı yerlerde
Sen kaçmayasın diye”





























































































ÇİRKİN/İZ

Bugün beni terk edişinin ikinci yılı. Bir ihtimal döneceğini düşünerek her günü saydım. Şimdi gelsen "Neden şimdi?" diye sormam bile. Tanıyabilir misin beni orası meçhul. Durmadan bir şeyler yiyip, duruyorum. Garip değil mi? Oysa kitaplardan filmlerden öyle öğrenmemiştim!

"Gittikten sonra bir deri bir kemik olmuş Hacer" diye başlıyordu cümleler. Özledikçe daha çok yedim, başkasına dokunduğunu hayal ettikçe daha çok içtim. Bir aydır birisiyle görüşüyorum. Sadece konuşuyorduk,  bugün görüşmeye karar verdik. Randevu tarihine İki gün önce anlaştık. Ben de iki gündür ortalıkta, aç bilaç geziniyordum.

Ahmet ile internetten tanıştım. Zaten aksi, bu vücutla çok zor. Eski fotoğrafımı gördüğü için bir an önce buluşmak istedi. Halbuki ne kadar güzel bir kadındım. Düz uzun kahverengi saçlarım, sivri ama küçük burnum, kalın dudaklarım, geniş ağzım ve tavsiyenle sonradan şekil verdiğim “Sezen Aksu” modeli kısa dik kaşlarım vardı. Kilo aldığım için bu saydığım özellikler farklılaşmış değil. Sadece yüz hatları diye bir şey kalmadı o kadar. Kocaman bir yüzüm var şimdi, böyle tombul tombul. Hiçbir erkeğin arzulamayacağı komik bir çehre.

Saçlarım da çok döküldü. Nerede o ellerinle tutsan birleştiremeceğin gür saçlarım. Cildim desen abur cuburdan iri kıyım sivilcelerle bezeli. Akşam 19:00 gibi buluşacağız. İki günlük açlık bile pantolonuma girmeme izin vermedi. En sonunda yere uzandım da fermuarını öyle kapatabildim.

Evden biraz erken çıktım. Bekletmek istemiyordum onu. O da saat tam 19.00'da geldi. Beşiktaş Balıkçılar Çarşısı idi görüşeceğim nokta. Beni fark etmedi önce. Biliyordum tanıyamayacağını, alınmadım hiç. İnsan 'tahmin edebilme' hallerini sık yaşayınca hayatı kolaylaşıyor, ek çözümler buluyor. Bir kere hayal kırıklığına uğramıyorsun, en güzel tarafı da bu.

- Ahmet

Adını duyunca gayrıihtiyari bana doğru çevirdi yüzünü. Şaşkınlığı gizlenecek gibi değildi. Yine de yüzüme vurmadı.

- Sinem?
- Evet. Merhaba
- Merhaba
- Eee ne yapıyoruz?
- Rakı içeceğiz diye sözleşmiştik, yanılıyor muyum?
- Yok yok doğru, rakı içeceğiz.

Rakı teklifini ben sunmuştum ona. Daha rahat konuşuruz. Alkolün etkisiyle biraz daha kendim gibi olurum diye düşündüm. Gerçekten çirkindim, ruhumu sevebilmesi için geceyi katlanılır hale getirmem gerekiyordu.

Yalnızca rakı ve meze söyledik sofraya. Aslında balığı da çok severim ama o tercih etmeyince ben de yemek istemedim. Sürekli telefonuna bakıyordu. Az konuşuyor, esprilerime zoraki gülüyordu. Üç kadeh rakı içmesine rağmen hala sırtını yaslayıp oturamamıştı. 'Her an gidebilirim' telaşındaydı.

Kulağı bende değildi, farkındaydım. Kafasının içinde türlü bahaneler arıyordu kalkmak için. Ben ise dünyanın en sevgiye muhtaç kadını olarak ara sıra ufak dokunuşlarda bulunuyor, tebessüm ediyordum. Yüzüm hep gülüyordu. Bazıları içtendi bazıları ise göz boyama. Hani belki gülüşümü çok beğenir de diğer kusurlarımı önemsemez diye düşündüm.

Öyle değil miydi? Gülmek, kime yakışmazdı ki şu hayatta? Yakışır mı yakışmaz mı bilemem ama onu yanımda daha fazla tutamamıştım. Saçma sapan bir bahane bulup ayrıldı mekandan. Oysa öyle özenmiştim ki, "her şey çok güzel olacak Sinem" diye diye gidene kadar kendime tekrarlamıştım bu cümleyi. Bir 35'lik daha söyledim kendime. Eve gidesim yoktu hiç.

Rakının gelmesini beklerken yan masadaki kadın:

- Bilinçaltınla konuş, bu sana iyi gelecek.
- Nasıl?
- Kafanın içindeki gerçek düşünceleri masaya koy diyorum.
- Kafamın içinde bir şey olduğu filan yok.
Yanıma geldi, çantasının içinden bir ayna çıkardı.
- Yanaş
Kadına baktım. Ya deliydi ya da çok sarhoştu ve benim kafam iki ihtimali de kaldıracak halde değildi.
- Yanaştım, ne olmuş?
- Aynaya bak. Bak ikimize, gördün mü yüzümdeki çizgileri. Saymaya kalksan kaç gece devirirsin böyle. 40 yaşındayım ben. Bu çizgilerin oluşmasında bir tek senelerin kabahati yok. Her biri bir yürek kanaması bunların. O yüzden tavsiyeme kulak ver.
- Kulak versem de tam olarak ne demek istediğinizi anlamadım. Bilinçaltındakiler derken?
- Yapman gereken, yaptığın fakat asıl düşündüğün şeylerden bahsediyorum. Kendine itiraf et her şeyi. Her ne varsa bildiğin, gördüğün ya da hissettiğin. İstersen sana yardımcı olabilirim. Bana seni üzen herhangi bir şeyden bahset.
- Çok şişmanım.
- Gerçekten öyle düşünüyor olabilirsin. Fakat mavi gözlerini çok beğeniyorsun. Fazla derinler ve göz şeklin neredeyse elma büyüklüğünde. Dikkat çektiğinin farkındasın. Kendini o kadar da çirkin görmüyorsun aslında. Sadece ilişkilerindeki bir türlü 'olamama' durumlarını kilona bağlamak kolayına geliyor. Madem kilona bağlıyorsun neden kurtulmuyorsun onlardan? Çünkü hayattan vazgeçmişsin sen. Birileri üzmüş seni ve sen de bundan sonraki hayatını, yaşamın içindeki negatif olayları büyüterek geçirmeye bayılıyorsun.
- Yanılıyorsun sadece kilo mevzusu değil bu. Hiç arkadaşım da yok, üzülüyorum. Paylaşmamak yalnızlığıma yalnızlık katıyor.
- Yoo bence var. Sen görüşmek istemiyorsun. İnsanlarla görüştüğünde ne kadar şık olduklarını göreceksin, yaşamlarında yeni bir şeyler yaptıklarını duyacaksın, birileri onları kıskanıyor olacak, flörtlerinden bahsedecekler, ilişkilerindeki saçmalıkları, gelgitleri, sevişmelerini...

Sonra kendine bakacaksın hepsinden eksik olduğunu fark edeceksin. Buna katlanmak istemediğin için kimseyi görmek istemiyorsun. Kimse doğuştan yalnız kalmaz bu hayatta. Tercih meselesidir yalnızlık. Aslında yalnızlık diye bir şey var mı ondan da emin değilim. 

Gerçek yalnızlık iletişim kurmamayı gerektirir. Kim dört duvara bakarak bir yaşam sürdürebilir ki? Aklı yitikler bile kafasında yer eden başka insanlarla konuşurlar. İnsansın sen! Hayatta kalman için iletişim kurman gerekir.
- Hayatta kalmak istediğimi nereden biliyorsun?
- Ölmek istediğini mi söyleyeceksin şimdi de? Hayatına son vermek oldukça kolay bir girişim pratikte. At kendini yüksek bir binanın çatı katından. Bak nasıl paramparça oluyorsun. Doğrudan geberirsin, temiz iş. Gerçekten ölmek istemediğini ikimiz de iyi biliyoruz. Ölmek isteyen insan ölür, bunu dillendirmez.

Dillendirmek, karşındakinin seni vazgeçirmesini sağlamak içindir. Bir nevi taktik, oyun gibi. Sen ölmek istediğini söyleyeceksin ve o da sana "saçmalama, ne kadar güzelsin, akıllısın, herkes seni çok seviyor..." diye uzatacak da uzatacak. Mütevazı olmak da böyle. Neymiş efendim o kıyafet gerçekten ona çok mu yakışmış mış! Hadi oradan! Sen de biliyorsun fıstık gibi olduğunu. Cazibeli göründüğünü, dikkat çektiğini, fark edildiğini ve bundan deli gibi haz aldığını. Ama sorsan herkes egosuz, herkes "aman efendim o sizin güzelliğiniz" kıvamında.

- Tut ki bilinçaltımdaki tüm düşünceleri buraya yerleştirdim. Bu bana ne fayda sağlayacak? Yani gece gece zaten kafam bozuk, elin sarhoşuyla uğraşamayacağım gidiyorum ben.
- Vaaay. Küçük hanım biraz önceki terk edilmenin acısını başka birinden çıkarıyor. Kalbi kırıldı çünkü. Kendini kötü hissettiği için başka birini kırmak istedi. Aynı şekilde olmalıydı ki daha kolay unutsun.

Aldatılmaksa aldatmak, küçümsenmekse hor görmek, takdir edilmemekse başarmak ama başkaları için değil kendi için. Çünkü herkes gibi bencildi. Herkesin söylediği "kendimden başka kimseyi düşünmüyorum" cümlesindeki kocaman yalanı çok iyi biliyordu. İnsanlar ikiyüzlü değildi aksine çok yüzlüydü ve bunu seviyordu. İş yerinde, okulda, arkadaşları arasında, annesinin yanında, kocasının koynunda. Bu bilinirdi ama herkes de ikiyüzlü insanlardan muzdarip idi ne garip.
- Çok acayip birisin.
- Ne oldu gidiyordun? Deminki olay için üzülme. Normal bir adam işte. Senden daha az okuyan, daha az sanatçı bilen, film arşivi son derece kısıtlı olan, pek komik değil, karizmatik denilmeyecek kadar şaşı, giyinmesini de becereyemen biri. 

Şimdi alt tarafı 20 kilo fazlan var diye dünyaya küsecek değilsin herhalde. Hem sana bir sır vereyim mi? Şu saçlarını binbir şekle sokman bile her zaman ondan üstün bir varlık olduğunu gösterir. Şimdi kalk ayağa kırıta kırıta eve git.
- Bayan, bayan, bayan
- Ha! Ne oldu?
- Dalmışsınız, hesabı istemiştiniz.
- Ben mi?
- Evet. Yanınızdaki beyefendi kendi hesabını ödedi. Bu da geriye kalan.
- Komik. Sadece kendi hesabını mı ödemiş? Yan masada oturan bir kadın vardı. Nereye kayboldu gördünüz mü? Sarhoştu başına bir şey gelmiş olmasın.
- Kadın?
- Evet şu masada oturuyordu.
- Hanımefendi bu masa sabahtan beri boş. Çarşamba bugün, pek iş yapamıyoruz.

25 Kasım 2014 Salı

Yarası yarasına dokunana kızım

Uzun zamandan beri ne yemek yiyor ne dışarı çıkıyorum. Evimin içi işkence bahçesi. Yaşamak için saatimi kurmayı denedim. Birkaç saatte bir çalıyor bangır bangır. Sadece o saatlerde ekmek ve suyla yaşamaya çabalıyorum. 

Aşık olduğum zamanlarımı hatırlıyorum. "O giderse ölürüm ben" deyişlerimi. Bir de şimdiki halime bakıyorum gölün kenarında. Suyun yüzeyindeki yansımamı görüyorum. Taş atıyorum dingin dümdüz suyun üzerine. Öyle paramparçayım işte. Ölmem gerekiyor, çok denedim, çok uğraştım. İp mi asmadım alçak tavanımıza, pencereyi mi açmadım sonuna kadar, çatıya mı çıkmadım kendimi boşluğa salmak için. Olmuyor olmuyor olmuyor. 

Neden canıma kıyamıyordum? Kedi miydim yoksa 9 can bahşedilmiş ya da azrail miydim ölmekten öte öldürmeye uğraşan. Her şeyimi kaybetmemiş miydim daha 1 aydan az bir süre önce. Üstümde bahçıvan pantolonum vardı. Saçlarımı fiyonk şeklinde tepeden toplamıştım. Çok severdim şirin durmayı. 25'i devirdikten sonra içindeki çocuk bir şekilde büyümeye başlayınca insan devleşmesine engel olmak istiyor. 

Sen almıştın o pantolunu bana. Ben "pantolon" diyordum sen "tulum." Deyimlerin vardı bir de. Bir türlü tam olarak teleffuz edemediğin bana akıl verici öğütlerin için söylediğin. Ne zaman deli deli konuşsam "Allah aklını almış kendini almasa bari" derdin. Anne o Allah seni aldı benden. Kardeşimle son an'ım kafamdaki kurdele yüzündendi. Nefret ederdi eşyalarını kullanmamdan. Bilseydim alır mıydım hiç?

Peki ya babam? Kaç kere incitmişti bu hayatta beni. Onun yüzünden erkeklere güvenmeyen, sevmeyi bilemeyen bilsem de beceremeyen tam becerecek iken düştüğüm zamanlarım, gençliğim, inşa edemediğim geleceğim...Değerini kaybedince anlamam ne acı. Oysa severdi beni. Sadece gösteriş şekli başkaydı ben anlayamadım. 

Anlayamamak değil de uğraşmadığıma üzülüyorum. Oysa konuşmayı deneseydim daha az ağlardım belki de şimdi. Sürekli kavga etmemizin sebebi beni herkesten çok sevmesiymiş bilemedim. Tıpkı aynı dozda aşık olan iki insanın sevişmekten öte savaşması gibi. Kırmak kırmak kırmak...

İş görüşmesinden dönüyordum. Uzun süredir iş bulamadığım için en çok sen üzülüyordun baba. Annem "ne olacak bu çocuğun hali" deyip sürekli ağlar, "bak en sevdiğin yemeği yaptım" deyip beni motive etmeye çalışırdı. 

Sen ise gizli gizli ağlardın. Hatırlıyorum ilk o zaman dua etmiştin benim için. Sabaha karşı tuvalete giderken duymuştum seni. Öpüşlerin de öyleydi zaten. Uykuya daldığımdan emin olduktan sonra saçlarımı okşayabiliyordun. Biliyor musun ben hiç uyumuyordum baba. Çünkü her gece aynı saatte geliyordun yanıma. Ranzamın tepesinden kafanı uzatıp başımı okuşuyordun. Kısacıktın da, ah kıyamam ben sana. Ayak parmak uçlarından dikilip öpmeye çalışırken beni kaç kere sendeledin de gülmemek için zor hakim olmuştum kendime.

Perşembe günü saat: 18.00. Çığlık çığlığa ortalık, manşer yeri dneilen yerdeyim galiba. Kalabalığı mı yarmaya çalışayım yoksa ambulans sesini mi kısayım ya da kör mü olayım gökyüzünü kızıla boyayan yangını görmeyeyim diye. Yanıyorsunuz, kül oluyorsunuz gelemiyorum yanınıza. Tutuyorlar kolumdan, hareket edemiyorum. 1-2 saat uğraşıyorlar yangını söndürmeye. Hangi şelalenin altına girsem Tanrım! İçimdeki bu yangını nasıl söndürsem?

Orman gibi yüreğim. Yayıldıkça yayılıyor alevler, kurtarılmak istiyorum. Çok iyi bir kul olamadım. Büyük olasılıkla cehennemde alacağım soluğu. Hem bu dünyada hem öbür dünyada cehennemi yaşamak haksızlık değil mi? Çok büyük bir hata değildi. Ben sadece geç kaldım...

Ezan sesini duyuyorum, uyanıyorum. Çok çişim var. Ben bu anı yaşamıştım deyip zıplıyorum yataktan. Babam oturma odasında iş bulayım diye dua ediyor olmalı. "Ben bu anı daha önce yaşamıştım" cümleleri aynısı olmaz mı? 

Kimse yok ortalıkta. 'Dur' diyorum, belki de mutfaktadır. Evin altını üstüne getiriyorum. Yatakları dağıtıyorum, koltukları deviriyorum. Hani kısa ya babam sığardı diyorum. Hala ezan sesi geliyor kulağıma bangır bangır. "Sus pezevenk sus artık" diye pencereyi açıp deli gibi çığlık atıyorum.

Televizyonu açıyorum, radyo, telefonun zil sesleri... Evde ne varsa ses çıkartacak hepsinin sesini sonuna kadar açıyorum. Akıllıyı deliye çeviren bir hava yaratıyorum. Tersinden gidiyorum bu sefer mevzuya. Deli iken akıllı olurum belki belli mi olur. Sonunda amacıma ulaşamıyorum elbet. Zirto bu teknoloji. Birinin pili bitiyor, diğerinin şarjı. 

Neyse ki elektrik var da hala televizyon çalışıyor. Bir haber görüyorum daha doğrusu bir reklam. "El uzatın" filan diye zırvalıyor ekranın başında. "Bana ne" diyorum, benim derdim zaten büyük. Kimsenin problemiyle uğraşamayacağım. Başıma bir ağrı saplanıyor dayanamıyorum. Tekrar aynı kanalı aramaya çalışıyorum. 

Reklam bu tabii çoktan bitmiş. Zihnimde kalan birkaç kelimeyi Google'da aramaya koyuluyorum. Sonunda anlıyorum mevzuyu. Gönüllü anne arıyorlar. O ne demekse! İyice okuyorum. Tanrım ne çok zaman geçmiş herhangi bir şey okumayalı. Resmen birkaç kez okumadan ne demek istendiğini anlayamıyorum. 

Elim telefona, parmaklarım da tuşlara gidiyor. Basıyorum kapatıyorum, basıyorum kapatıyorum. Böyle bir 15 dakika uğraşıyorum. Saçma bir kararsızlık içindeyim. Kendime hayrım yok anne, bir çocuğa nasıl bakayım? Bir cesaret dışarı çıkıyorum. Çok korkuyorum, ilk defa tek başıma dışarı çıkmıyorum elbette. Sadece ne bileyim hani başıma bir şey gelse kime haber verebilirim ki? Polise gitmekten bahsetmiyorum. 

Sanırım istediğim biraz şımarmak, benim için endişelenmesi, üzülmesi. Eve istediğim saatte gidebilmek istemiyorum ben. Geciken saatlerin ardından telefonum "nerdesin sen!" sesiyle irkilsin istiyorum. Zar zor yetimhanenin önüne gelmeyi başarıyorum. Önce hakkımda bir sürü şey soruyorlar, bunalıyorum. Gitmek istiyorum o an. Senden öğrendiğim kardeşime tembihlediğim gibi anne, 'ayıp olmasın diye dinlermiş gibi' yapıyorum. 

Tam bir daha gelmemek üzere ayrılacakken iki çocuk giriyor odaya, kavga etmişler ağızları burunları kan içinde kalmış. Benim yüreğime benziyor kan revan içindeki yüzün soldakinin. Hemen koşuyorum, çantamdan çıkardığım selpak ile yüzünü siliyorum. Canım yanıyor, sargı bezi filan getiriyorlar bir anda hemşire kesiliyorum. Canım kardeşim, aynı sana benziyor biliyor musun. Gözleri ufacık senin gibi. Kirpikleri de kapkara. 

Hani "keşke benim dudaklarım da seninkiler gibi kalın olsa" derdin ya. Bu bıdığın da böyle. İncecik ama kıpkırmızı. Maşallah kan kendini fark ettiremiyor, kenarındaki sıyrığı da sildim mi temizleniyor masum çehresi. "Tamam" diyor yetimhanenin müdürü. Şimdilik sadece haftanın 3 günü ziyaret etmeye hak kazanıyorum. Doğurmadan çocuk sahibi oluyorum anne. Baba biraz sana da benziyor sanki. Belki mezarına ziyarete geliriz. 

Neden kanım ısındı sonradan öğreniyorum. O da benim gibi tüm ailesini birden kaybetmiş. Benim ailem yangında, onunkiler göçük altında ezilerek can vermiş. Hatırlıyor musun anne, üniversiteye giderken bir sevgilim vardı. Meğer nişanlıymış piç. Sana ağlarken gözyaşlarımı sildin. 

"Üzülme benim güzel kızım. Gün gelir senin gibi yaşanmışlıkları olan birini bulursun. Anlarsınız dertlerinizi, yaslanırsın omzuna. Bu işler kızım, yarası yarasına dokunana..."