31 Ocak 2016 Pazar

Aklımın En Ücra Köşesi

Tanıdığım herkes gitmek istiyor bu ülkeden. Kendisiyle çelişen bir sürü insan dinliyorum. Yaşanılan olaylardan rahatsız olanlar, unutmamak için kendini zorluyor. Susmak istemiyor kimse. Haksızın yanında olmak, dünyayı değiştirmeye çabalamak ve bunu bir yığın insan grubuyla sağlamak istiyorlar. Ancak biraz içince az da karanlık basınca hepsinin dilinde bir kaçma telaşı. 

Anlam veremiyorum, genel bir mutsuzluk hakim üzerilerinde. Hayatlarından bunalmışlar, dünün aynısını yaşamak insanları bunalıma sürüklüyor. Bir de "bir şeyler yapmam" lazım diyenler var. Kafalarında pek çok şey ama uygulamaya gelince eksikleri bir türlü tamamlayamayanlar. Bu eksik kısım da genellikle maddiyat oluyor. Onları da anlıyorum, ben ise gelecek gemimi bekliyorum. Geçen gittim oturdum bir banka, önümde deniz. Gece ama pırıl pırıl böyle. 

Hiç üşenmeden evden Starbucks termos bardağımı da yanıma aldım. İçinde salebim sıcak sıcak gemimi bekliyorum. Hava ayaz mı ayaz şarkıdaki gibi. Pek film karesi gibi değil halim. Malum elimde Starbucks bardağı olmazdı herhalde. Öyle bir dalmışım ki manzaraya içimde bir savaş gazisi var sanki. Yaşadığı kötü dönemleri hatırlıyor, ölen arkadaşlarına ağlayıp duruyor. Sonra bir anne çıkıyor içimden. 

Oğlunu özlemiş, senelerdir 2-3 ayda bir sadece telefondan sesini duyabilen bir hasret. Yanına gitmek istiyor da oğlu bir kere "gel" dememiş diye içerleniyor, diyemiyor da. "Rahatsız etmeyeyim şimdi, huzuru yerinde olsun da." Ardından bir abla yeşeriyor içimde. Yıllardır kardeşiyle konuşmayan bir abla. İnadım inat demiş, sebebini bile hatırlamadığı nedenden ötürü içinde kızgınlık, merak böyle karışık duygular içerisinde. En sonunda ufacık bir kız çocuğu nüfus ediyor bünyeme. 

Sevdiği çocuk saçını çekmiş diye ağlıyor. İçini çeke çeke böyle. Henüz o yaşlarda saç çekmenin "ben de seni seviyorum" demek olduğunu bilmiyor. Annesi sokuluyor yanına, saçlarını okşuyor. Aşkın, sevginin ne demek olduğunu anlatacak oluyor, sesini çıkartamıyor. Küçük daha diyor kendi kendine. Şimdi bir başlarsa konuşmaya onun da anıları canlanacak, çocuk ki karşındaki anlar mı onun gençliğini? Annesinin aklına 18'inde sevdiği çocuk geliyor. 

Zihninde hep bembeyaz, subay ya ne severdi subayları. Deniz subayına hastaydı o zamane kızları. Annelerin babaların rütbeli birine kızlarını veremeyecekler diye ödleri kopardı. Sahi ne olmuştu o subaya? Dün gibi aklındaydı da işte... Düşünür gibi yaptı kendi kendine. Yediremedi çünkü yine kendine. 10 yıldır evlisin, ne iyi adamdır senin kocan, bir de kızın var bal gibi. Şimdi deniz subayı da nereden çıktı?

İşte ne zaman deniz görse aklına geliyor namussuz. Aslında öyle namussuz filan da değil. Adam geleceğim dedi, o bekledi, o da gelmedi. Bu kadar... Söz vermişti ama diye başladı ağlamaya ufacık kızının yanında. Hemen sildi gözyaşlarını. Şimdi çocuktur, gider babasına söyler. Eee çocuktan al haberi lafına da bakarsak, olacak iş değil şimdi. Tüm bu insanların ardından ben geçiyorum benim içimden. İçim üşüyor, salebimden bir yudum daha alıyorum. 

Sarhoşun teki geçiyor önümden, bağıra bağıra Orhan Gencebay'dan bir şarkı söylüyor. Önce korkuyorum, sonra zararsız olduğunu anlayınca kulak kesiliyorum; "Beni böyle sev seveceksen, olduğum gibi göreceksen. Girme ömrüme girme gönlüme ne dertliymiş bu diyeceksen." Bir gülme geliyor, salebimden bir yudum daha alıyorum. Yavaş içiyorum hemen bitmesin diye, hava soğuk üşüdüm ben. Yanıma biri yaklaşıyor. Gelmeden ağzından çıkan dumanı görüyorum.

- Bu saatte deniz kenarında Starbucks bardağı ile hüzünlü bir kadın... Hımm hiç olmamış. Kahve mi o?

- Hayır salep. Bir şeyleri oldurmak için burada değilim zaten.

- Elindeki bira olsa zihnimdeki kare tam otururdu.

- Evden çıkarken ya yanıma birisi gelirse, ya benim bu manzaramdan memnun kalmazsa diye hiç düşünmedim. Kusura bakma.

- Peki tamam kızma hemen. Neden buradasın? Seni buraya getiren derdin ne?

- Sa-na-neeee

- Zaten bana ne de ne bileyim anlatırsan belkide yardımcı olabilirim diye düşündüm.

- Denizin kokusunu almak için insanın bir derdi olması gerekmez. Ben gemimi bekliyorum yalnızca. Gelmedi henüz, sanırım gelmeyecek de ama biraz daha bekleyeceğim.

- Herkesin doyduğu bir çıkma ekmek, senin de öyle. O gemi gelmez, "O gemi bir gün gelecek!" diye ümitlenme. Her gün aynı göz haliyle hepimiz aynı sabaha uyanıyoruz. 

- Herkesin başına gelen şey aynı mı?

- Bence değil. Net bir hüzün sevme durumumuz var ama aynı şey olduğunu düşünmüyorum. Mesela benim bir arkadaşım vardı. Bir gün aferdersin öküz gibi içmişiz. Çocukluğum geldi aklıma. Bir gün babam annemi öyle bir dövmüş ki yani belgesellerdeki hayvanlar bu kadar vahşi değil. Hani orada bir "doğanın tabiatı bu durumu var. 

Bizim evdeki hal hangi dünyanın ederi bilemedim. Ne dedi biliyor musun? Herkesin çocukluğunda bu var dedi, keşke bende bu kadar klişe şeyler yaşasam. Zor ama yaşasaydım dedi. Şaşırdım. Oğlum manyak mısın sen kim ister babası anasını dövsün. "Hayır öyle değil" dedi. Babası dünyanın en zayıf karakterli en pasif insanıymış. 

"Hiç baba olarak göremedim" dedi. Annesi opsesif bir tip. Bencilin takıntılının teki. Kendi hayatından ve takıntılarından başka bir şey düşünmeyen biri. Mümkün olduğunca görüşmüyorlarmış. Çok üzüldüm haline. Öyle yani bence bir değil.

Gel hadi boş ver şu gemiyi. Böyle beklersen gelmez ki. Beklersen hiçbir şey gelmez. Hem beklemeden gelirse emin ol gerçek mutluluğu o zaman tadacaksın. Kapının çaldığını düşün kimin geleceğini bile bile açmak mı seni mutlu eder yoksa ummadığın ama sevdiğin birinin kapıda belirmesi mi seni sevindirir?

- Sevdiğim biriyse o olduğunu bilsem de güzel.

- Arada bir fark var, inan o kadar net bir çizgi var ki. İnce bir çizgi de değil. Müzik dinlemeye gidelim mi?

- Şu an o modda değilim.

- Eee tamam işte süper. Hadi gidiyoruz.

- Şimdi sadece müziği dinle. Bak bu biralar da benden, kıymetimi bil.

- Sağ ol, garip oldu bu akşam.

- Hişşt müziği dinle.

"Mavi renkler var tuval üstünde 
Neyi boyasam hep hüzün içinde 
Solmaya yüz tutmuş çizgilerde 
Bir bilmece var 
Ardına gizlenmiş 
Sorular sorulmuş 

Biz kendimizi 
Hep düşünmekten 
Uçuk bedenlerde 
Hep yanılmaktan 
Biz kendimizi 
Kaybettik 

Derin izler var tuval üstünde 
Neye el atsam geçmiş hep peşimde 
Aklımın en ücra köşesinde 
Bir bilmece var 
Ardına gizlenmiş 
Sorular sorulmuş 

Biz kendimizi 
Hep düşünmekten 
Uçuk bedenlerde 
Hep yanılmaktan 
Biz kendimizi 
Kaybettik 

Ardına gizlenmiş 
Sorular sorulmuş 

Biz kendimizi 
Hep düşünmekten 
Uçuk bedenlerde 
Hep yanılmaktan 
Biz kendimizi 
Kaybettik"

23 Ocak 2016 Cumartesi

Dümensiz Gemiye Binenler Bilir

15 saattir uyuyorum. Kalkıyorum su içiyorum tekrar yatıyorum. Bir sağa bir sola dönüyorum dalıyorum. Rüya görmek istiyorum diyorum ama yok ne mümkün. Ölü gibi kapanıyor gözlerim. Ayağa kalkmak istiyorum, yollara çıkmak istiyorum. 

Yollar arttıkça yolsuzlaşmak istiyorum. Bıktım bezmişlerden hüzünlerinden her lafa bir cevabı olan insanlardan. "Bırakın lan bırakın işte, ben bunu yanlış bilmek istiyorum!..." diyemiyorum tabi. "Hı... öylemiymiş... Peki.." Biri var, tam hayatımda mı değil mi emin olamıyorum ama köşede duruyor, arada yanımda oluyor bazen hiç haber alamıyorum. O da çok mutsuz. Karşımda duruyor, ama yanımda değil başka başka yerlerde. Kafasında bir sürü soru yine de çağırmış beni yanına. 

"Ben eskiden çok mutluydum biliyor musun" diyor. "Nereden bileceğim daha kaç gün olmuş seni tanıyalı" diyemiyorum yine. "Hı... Anlıyorum." diye yanıt veriyorum. Anladığımdan da değil. Hadi seni eve bırakayım diyor. "Peki" diyorum yine. Ne çok peki diyorum bu aralar. Hiç sevmiyorum bu lafı. Ne peki? Peki ne? Az karakterin olsun, kalacağım sen git de mesela. Çünkü kalmak istiyordum. O arabasını otoparkta almaya gittiğinde dışarı çıkıyorum ben de. 

Bir köpek duruyor kafenin önünde. Hava buz gibi ama öyle güzel uyuyor ki, rüya gördüğüne yemin edebilirim. Başımı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum, sanki gökyüzüne bakmak için başka bir hareket varmış gibi. Tabi yukarı kaldıracaksın işte öykü ya uzatıyorum lafı. Minik minik kar taneleri kirpiklerimin üzerinde konduğu gibi eriyorlar. İçtiğim sigaranın dumanıyla soğuktan kaynaklı o nefesimden çıkan buhar birbirine giriyor. 

Ağzımdan çıkan dumana bakıyorum. Hangisi sigaramın dumanı hangisi soğuk hava dalgası çözmeye çalışıyorum. Köpeğe bakıyorum tekrar, diğer yanına dönmüş mışıl mışıl uyuyor aynı sevimlilikte. Keşke ezan okunsa şimdi ya da ağıt okusa birisi, böyle yanık yanık. Yanımda Yaşar Kemal olsa, ben anlatsam o dinlese. Yahut İranlı bir müzisyen olsam, şu köşede bir mekanda her gün insanlara müzik yoluyla ulaşsam, bir şeyler anlatmaya çalışsam. Ya da dans etsem, flemenko oynasam. Biraz söylesem biraz dans etsem. 

Böyle düşlerin içinde kaybolurken bir taksi durdu önümde. Artık eve gitsem iyi olacak. Eve gider gitmez hemen bilgisayarımı açıyorum, canım ud sesi dinlemek istiyor. Gecenin ışıkları odamı aydınlatıyordu yeterince loş ışığı severim. Lambayı açmadan bir kadeh şarap açıp yere uzanıyorum. Zemin buz gibi. Sırtımda biri bıçak dayamış gibi hissediyorum. 

Keşke dayasa da ölsem artık. Hayatın bana yüklediği sorumluluklardan öylesine bunalmışım ki, bu ara ya rüya rüya görmek istiyorum ya da film izlemek istiyorum. Gerçek hayattan kopmak istiyorum anlıyor musun? İnsanlarla konuşmak istemiyorum çünkü onları sevmiyorum. 

Böyle yapınca kendime inanılmaz riyakar geliyorum. Hepsinin yarısından azını seviyorum. O kalan kısmını da yeterince tanımadığımı varsaysak, çeyreğine filan katlanabilirim galiba. Telefonum çalıyor. Hah ilk defa çaldı bugün. Salih bu, neler söyleyebileceğini az çok tahmin etsem de yine de açıyorum.

- Efendim Salih

- Nasıl Sema

- İdare eder, sen?

- Ben pek iyi değilim. Üzerimde tarifi zor bir mutsuzluk var.

Niye böyle romanın baş kahramanı gibi konuşuyor anlamıyorum. "Tarifi zor mutsuzluk nedir" yahu.

- Yetişkin hayatı işte. Olur öyle arada. Mutluluk, hüzün, soğuk, sıcak, ölüm, doğum. Bunlar yaşamın gerçekleri. Sadece biriyle hayatını sürdüremezsin. İnsanlar bunu kaldıramaz ama kaldıramadığı gibi sürekli şikayet ederler. 

- Ben eskiden çok mutluydum Sema.

- Sana öyle geliyor. Çok mutlu insan olmaz, onun belli bir süresi vardır. Belkide dediğin gibi çok mutlu olabilirsin ama miladı dolmuş demek. Biraz da mutsuz ol, mutluluğun kıymetini anla. Hem çok mutlu olmak bence gerizekalılık. Bu yetişkin hayatın bir parçası değil. Bu dünya düzeninde çok mutlu olarak güçlü kalamazsın, yaşamını sürdüremezsin.

- Haklısın sanırım. Toparlanmam lazım ve bu süreçte sana da umut vermek istemiyorum. Seni de kendimle beraber mutsuz edip yıpratmak istemiyorum. Senden ricam bana biraz anlayış göstermen.

Zaten benim yaşamım adeta bir The Wolf of Wall Street. Uzun süredir kafamı kemiren ben sende var mıyım yok muyum derken yok olduğumu anlıyordum artık. Herkesin zihnimde silik silik olduğunu düşünürsek birinde var olmayı isteme çabası da ayrı bir bencillik.

- Sen iyi ol da gerisi mühim değil. Kendine iyi bak, hoşça kal.

- Hoşça kal

Sesini açıyorum şarkının, Neyzen Tevfik'in şiirinden ne güzel yapmışlar;

"Hakikat çıkmazı şu kahpe dünya, 
bu çok kısa yoldan dönenler bilir, 
bu yolun sırrıdır fırsatlar, sevda, 
tutuşup parlayıp sönenler bilir. 

aldana aldana gevredi dinim; 
kalmadı düşmana, feleğe kinim; 
doğruyu söylersem çarpar yeminim; 
bu cengi, pusuya sinenler bilir. 

durma sor halini, hastanın, sağın; 
tabii solacak gülleri bağın; 
hayatın içini, kara toprağın 
üstünden altına inenler bilir. 

geniştir, ölçülemez hayalin çölü; 
karşımda her diri söylenen ölü; 
çok güçtür geçmesi bu sakar gölü; 
dümensiz gemiye binenler bilir."

17 Ocak 2016 Pazar

Bugün Hiçbir Şey Olmadı

Bir rüyadan geldim bu sabah. İnsanlar sürekli rüya görür, özellikle de kabuslarından gecenin bir yarısı kalkan ve bir daha hiç uyuyamayan binlerce kişiden bahsedebilirim size. Benimki öyle değil ama. Ben zaten hiç rüya görmem ki... İstesem de göremem. Bir ara her gece rüya görmek için dua edip öyle uyurdum. Özlemlerim olurdu çünkü. 

Yanına gitmeye çekindiğim, gitsem de ne anlatacağımı bilemediğimden hep rüyalarıma girsin isterdim hasretini çektiklerimin. Sonra bıraktım artık rüya dilenmekten. O zaman anlamıştım en güzel şeylerin vakitsiz gerçekleştiğini. Ben dün gece bir rüya gördüm. O kadar güzeldi ki, bulutların üstündeyim böyle ama gökyüzünde olan ben değildim. Bulutlar yere inmişti. Evler, arabalar, yollar, insanlar karada ne varsa hepsi yukarıda bulutlar aşağıdaydı. 

Dünya tersine dönmüştü yani. İlginç olan sadece bir tek ben aşağıdaydım, bulutlarla birlikte. Yağmurun karın yağmasına, gökkuşağının çıkmasına hep ben karar veriyordum. Önce gün batımını seçiyor ardından gecenin en parlak yıldızını yine ben seçiyordum. Orada da bir hiyerarşi vardı ama ikiye bölünmüştü. Beyaz bulutlar ve mavi gökyüzü yıldıza ve dolunaya karşımıyorlardı. Sadece yıldızların arasında inanılmaz bir kıskançlık olduğunu fark etmiştim. 

O kadar çoklardı ki her biri o gecenin en parlayanı olmak istiyordu. Aynı insanlar gibi fark edilmek, beğenilmek, hayran olunmak istiyorlardı. Önce çok mutluydum neden başlarına ben gelmişim bilmiyorum ancak hiç uyanmak istemediğimi iyi biliyorum daha ki bir şeyi fark edene kadar...Toprak... Toprak kokusu duyamıyordum. Yağmur yağıyor toprağın kokusunu alamıyorum, yaprağın üzerinden akan damlayı göremiyorum, daha da garibi ben ıslanamıyorum. 

Kar yağıyor, onların nasıl birbirine değmeden yere konduğuna şahit olamıyorum. Gün batıyor ve doğuyor ama ben seyredemiyorum. Bu halime çok üzülünce istifa ettiğimi bildirdim hepsine. En çok yıldızlar üzüldü. Çünkü ben gelmeden önce karmakarışıkmış orası. 5-10 defa gecenin en parlak yıldızı olan bile olmuş. Haliyle bir düzen kurunca adaleti sağlamıştım. 

Ancak istediğimin bu olmadığına karar verdim. Düşünememişim hiç, düşünmek güzel şey. Bir şeyi gerçekten istiyor musun istemiyor musun, ileride bu sana ne fayda sağlar... Bir kere önce beni mutlu eden şey ne ben bunu hiç sorgulamamışım. Uyandığımda tavandaki fosforlu yıldızlara baktım. Plastik birkaç yıldızı duvara yapıştırıp hayal kurardım. Zaten ben hep boş boş hayaller kuruyorum. 

O sabah "Seni ne mutlu eder bu hayatta?" diye sordum kendime. Önce bir yanıt alamadım. "Peki ne mutsuz eder?" dedim, yine yanıt alamadım. Sonra şu anki yaşamımda beni neyin mutsuz ettiğini düşündüm. Kuzey diye çıktı ağzımdan. Ben Kuzey ile evlenmek istemiyordum. Nasıl olmuştu da şu aşamaya kadar gelebilmiştim onunla. 

İki gün sonra düğünümüz vardı. Yataktan doğruldum karşımda askıdaki gelinliğimi gördüm. Bugün terzi gelecek son provaları yapacağız. Neredeyse her hafta bir kilo verdiğimden gelinliği daralta daralta bir hal oldu. Yemek yiyemiyorum, konuşmuyorum, heyecanlanmıyorum. Kuzey'e bakıyorum hiçbir şey hissetmiyorum. 

Ne zaman onunla buluşsak bir an evvel eve gitsem de film izlesem filan diye bakıyorum. Onun yüzünden herkesten her şeyden sıkılır oldum. Sanki biz bir doğmuşuz kimi görsem "Kuzey ile nasıl gidiyor? Kuzey napıyor?" Kuzey Kuzey Kuzey!!! Kimse benimle ilgilenmiyor. Bir birey olduğumu unuttum artık. 

Aaa yağmur yağıyor. Toprak... toprağı koklamam lazım. Tanrım... dünyanın en zarif kokusu bu. Bıktım artık parfümlerden, vücudumu bile toprakla yıkamak istiyorum.

- Alo. Kuzey merhaba. Bak şimdi sana bir şey diyeceğim ama neden niçin diye sormak yok.

- Peki hayatım. Ne oldu?

- Ben seninle evlenmek istemiyorum

- Nasıl? Ne? Ne demek evlenmek istemiyorum.

Allah'tan sorma dedim. Telefonu yüzüne kapadığım için üzgünüm ve bunu daha önce yapamadığım için kendime kızgınım. Şimdi arabayı çalıştırıp hiç bilmediğim bir yere gitmek istiyorum. Bütün gece sadece araba kullanıp müzik dinlemek istiyorum. Biraz sis de olsun istiyorum. Yağmur hiç dinmesin de istiyorum. İnsan sesi olmasın istiyorum. Bugün hiçbir şey olmadı.

10 Ocak 2016 Pazar

Kan

Bugün hiçbir şey olmadı. Yok oldu, çok oldu. Hayır olmadı bugün hiçbir şey olmadı. Belkide olmuştur, iyicene düşünmem lazım. Daha detaylı daha detaylı, ayrıntıya in, in, in. Yok olmadı tamam. Bugün hiçbir şey olmayınca su içmeye karar verdim. Nefret ederim su içmekten ben. Bu yüzden dudaklarım kupkurudur, kanar durur. 

Kanı çok severim ben. Bazen susamış olsam da bilerek içmediğim de oluyor sırf dudaklarım kanasın diye. Kanın tadı çok güzel. Bir de benim kanım ya çok seviyorum. Kaba su koydum sonra. Su kabın içine dolunca taşmadan son verdim doldurma işine. Dökülürse evde bez yok, peçeteler de bitmiş. Sonra kabın içindeki suya baktım. Kap su için vardı ama su içine dolunca bu sefer su kabın şeklini alıyordu. Hangi hangisine aitti? Biri birinden büyük olmalı. 

Dünyada eşitlik diye bir şey yok. Herkes çok istiyor da ben böyle uyduruk bir arzu görmedim. Tekrar kaba ve içerisindeki suya baktım. Hım... Düşündüm biraz. Sonra su > kap dedim içimden. Su olmasa kap neye yarar bu hayatta. Yararsız olan bir şeyin insanın hayatında ne işi var? Ardından kaba dedim ki, "Suya hürmet et!, yoksa sen bir hiçsin!" 

Suyu üzerinde yansımamı gördüm, bir şey icat edesim geldi buluş filan böyle. Anlamının olmayacağının farkına vardım, hemen vazgeçtim. Bir şıp sesi geldi sonra. Burnum kanıyordu. Serçe parmağımla dudağımın üzerindeki kana dokundum, yaladım. İlk defa burnumdan akan bir kanı yalıyordum. Dudağımdan gelen kanın tadı daha güzel bence. Önce az geldi sonra musluğu sonuna kadar açmışım gibi durmadan kanadı durdu. 

Odamın ortasında kafamı yere eğdim. İki saat öylece ayakta dikilip burnumdan akan kanı izledim. Evim simsiyahtır benim. Yerler de öyle haliyle. Yere bakınca çok kan olduğu belli olmuyordu. Cila gibi görünüyordu, demin kaba doldurduğum suyu içmediğim için susuzluğum iyicene artmıştı. Tek sebep susuzluğum değil ama! Evde yerleri temizleyecek bez ya da peçete de olmayınca dilimle tüm zemini temizledim. Yere dökülünce kanın tadı da güzelleşmişti. 

Annemin üzümlü keki geldi aklıma. O fırından çıktığı gibi sıcak sıcak severdi ben de bir gün bekletirdim. Bayat kek en sevdiğim yiyecekti bu hayatta. Kan da onun gibi durdukça güzelleşmişti sanki. Kanın tadına varınca o günden sonra başka hiçbir şeyle beslenmedim. Zaten yemek yemeyi de seven birisi değildim. Vampir filan değilim ben sadece kanın tadını sevdim bu kadar. Bunda ne kötülük olabilir ki? Zamanla kendi kanımdan sıkılmaya başladım. 

İnsan nasıl her gün aynı yemeyi yemekten hoşlanmazsa ben de kendi kanımdan her gün her gün hem de bıkmıştım artık. Eskisi gibi tat vermiyordu. Önce bir hastaneye girdim. Kızılay'ın kan bağışı kampanyaları oluyordu. Onlarda gönüllü görev aldım. Kanlarını aldığım insanların tatlarına baktım.

Biraz fazla kan alıp birazını eve götürüyordum. Zamanla bu da çözülecek gibi olmayınca... Bak yemin ederim nasıl yaptığımı hatırlamıyorum. Önce annemi öldürdüm sonra kardeşimi sonra tanımadığım bir sürü insanı. 

En çok annemin kanını beğendim. Çok insan öldürmedim aslında. Çünkü öldürdüğüm insanların kanlarını tek tek tüplere koyuyordum. Bu beni bayağı bir götürüyordu. Televizyonlarda adım "Vampir"e çıktı. Herkes telaş içinde ya bizim evimize de gelirse diye korkuyordu. Ben korkulacak biri değilim ki... Bu haberleri duyunca çok üzüldüm. O yüzden artık kanını içmek istediğim insanları önceden araştırmaya karar verdim. 

Bazen araştırmalarım ayları buluyordu. Kanlarıyla besleneceğim insanların zaten ölmek istemeleri benim için çok önemliydi. Ya da kötü insanları seçiyordum. Çocuklarını döven, kocasını aldatan, kalp kıran, tecavüz eden, dedikoducu, dolandırıcı...

Supermancilik oynamıyordum yalnızca benim kötü biri olduğuma dair çıkan haberlere canım sıkılmıştı o kadar. Sonra onu gördüm. İnsanın aşk bir şekilde çıkıyor galiba. Bana ilk defa oldu gerçi ama izlediğim filmlerden okuduğum kitaplardan gördüğüm kadarıyla bu aşk denilen şey hep var. Ben anlamını bilmiyorum. 

Edindiğim izlenime göre bazı insanlar bunun peşinde ve herkes o kadar çok istiyor ki o kadar istemeye o kadar değerini bilmiyorlar. Onu gördüğümde köprünün kenarında denize bakıyordu. İntihar edecekti belli ki. Üzerinde kırmızı bir mont vardı. Bir erkeğin kırmızı mont giymesi gülüncüme gitmişti. Kemikli yüz hatları vardı. Saçları kısa ama gürdü, dudakları ince bıyıklı bir adamdı. 1.90'a yakın boyu olduğunu söyleyebilirim. 

Suratı o kadar solgundu ki ikimiz de Tim Burton filmlerinden çıkmış gibiydik. Sigara uzattım önce ölmesini istemiyordum. Çok canım çekiyordu onu. Kanı benimkine benziyordur diye düşündüm kesin. Dudaklarına sigarayı alırken fark ettim bembeyazdı. Yollu gibi davrandım, "Bana gidelim mi? Isınırız..." Gülümsedi, sanki hayatında ilk defa gülüyormuş gibi zorlandığını gördüm. "Olur" dedi. Tabi şimdi yollu gibi davranınca iyi de sevişmek gerekirdi. 

Allah'tan bir sürü anlam veremediğim erotik film izlemiştim. Hatırladığım her şeyi uyguladım. Bütün gece zevkten ölmüştü, bir daha bir daha bir daha. O kadar yorulmuştum ki bir ara yere düştüm yorgunluktan. Ezan okunuyordu, "Dur" dedi, "İnançlı biriyim ezana saygım var, biraz uyuyalım. Öğlene doğru yine yaparız" dedi. "Emin misin?" diye sordum. Alnımdan öptü beni, aynı annem gibi. Daldı sonra... Uykusunda izleye izleye bir sayfa mektup yazdım ona. 

Kim olduğumdan ne amaçlı ondan tanıştığıma kadar. Mektubun sonuna "Bir daha karşıma çıkma" diye yazdım. Bu sefer dayanamazdım öldürürdüm onu. Gerçekten de çıkmadı ama bir gün evimi nasıl öğrendiği hakkında bir fikrim olmasa da bir kargo geldi. "Ben aynı kanı taşıyan" yazılı bir not vardı kutunun üzerinde. Ufak bir parfüm şişesi, içinde onun kanı vardı. Duşa girdim, küveti doldurdum. Kanını tatmak istemedim. Şişeyi su dolu küvete boşalttım. 

Saatlerce onun kanıyla vücudumu yıkadım. Duştan sonra kendime ızgara somon söyledim, yanına beyaz şarap açtım. Özellikle kırmızı olmaması için özen gösterdim. Şimdi 3 yıldır normal insanlar gibi yemek yiyebiliyorum. Ama her şey bu kadar basit olmamalıydı. Madem eşitlik yoktu ama adalet olmalıydı. Çok insanı öldürmüştüm, yarın teslim olmaya gideceğim. Büyük ihtimal müebbet yerim ama olsun belki hapistekiler beni öldürürler. Bilmem ki... olsun ama.

1 Ocak 2016 Cuma

Kırmızı Halılardan Geçirip Geçirip Durdum Kendimi

Bundan 4 yıl önce hayatımda ilk defa kendim için bir şey yapıyordum. O kadar çok hayalini kurmuştum ki oyunculuğun, en sonunda fırsat ayağıma gelmişti. Başka birine bürünmek, farklı bir karakterin içine girmek ve yaşamım boyunca bu iş için yaşamak istiyordum. Kimseden duymadım ama oyuncu olarak doğduğuma emindim. Doğuştan yetenekliydim de. 

İnsanların "büyüyünce ne olacaksın" sorusu büyüdükçe değişiyordu ama ben hep oyuncu olmak istemiştim. Kitaplar okuyor filmler izliyor bazen reklamlardaki oyuncuları bile taklit ediyordum. Öyle ya kapı kapıyı açardı. Önce bir reklamda oynasam ardından oradan biri beni keşfetse derken bir bakmışın kırmızı halıdayım.

Senelerdir sırf oyuncu olacağım diye sadece bunun için çalışmıyor yememe içmeme de dikkat ediyordum. Sonuçta hangi başrol oyuncusu çirkin olmuş ki? En son evime kırmızı halı aldım, annem delirdiğimi düşünmeye başladı. Ama öyle değil işte... kırmızı halıdan geçerken düşmek istemiyorum ben. Elimde ödül alır gibi yapıyordum bazen de. 

Tam 20 tane konuşma şekli hazırlamıştım, hepsi de ezberimdeydi. Hala hatırlıyorum ne saçma. Bir ajansa kayıt olmuştum. Bir yapımcı fotoğrafımı görmüş, "Bu kız hemen gelsin" demiş. Haberi duyduğum andan beri uyuyamamıştım. Bir ara içim geçmiş, dalmışım. Ağda yapacaktım su kaynattım işte heyecandan ocağı açık bırakmışım. Hayatımın hatasını yaptım o gün. Burnuma gelen kokuya uyandım. Ölebilirdim ah keşke ölseydim. Ya ne bileyim o kadar heyecanlıydım ki bir saniye öncesinde ne yaptığımı hatırlamıyordum. Sigarayı söndürdüğümü sanmışım. 

Nasıl olduysa ağda yapacağım gazetenin üzerinde kalmış. Ev bir an tutuşu verdi. Ben söndürmeye çalıştıkça alevler daha çok büyüyordu sanki. Bir yandan yangın diğer yandan gaz kokusu en sonunda olduğum yere yığılıverdim. Gözlerimi açtığımda suratımda kalın kalın sarılmıştı. İlk ne olduğunu anlayamadım. 

Doktorlar yüzümün yandığını ama gerekli müdahaleyi yaptıklarını söyledi. İz filan kalmazmış yani onlar da öyle düşünüyordu. Ben tam dört yıldır yüzümde kocaman bir yarayla dolaşıyorum. İlk erkek arkadaşım terk etti. Kendince bir bahane buldu, ben de sorgulamadım. Giden gidiyor yani dönsün diye çok bekledim. Yine giderdi gerçi, dönen hep gitmiştir çünkü. Ama çok ihtiyacım vardı ona o sıralarda. Sonra tek başına kalabilmenin tecrübesini yaşadım uzun bir süre. 

Kendimi insanlara yardıma adadım. Ancak böyle iyi hissedebiliyordum kendimi. Ben o zaman yardım kelimesinin ne büyük bir yalan olduğunu öğrendim. İnsanın kendi vicdanını tatmin etmesinden başka bir şey değildi. Bildiğim yerden gittim önce, körler! Evet görme engelli olmanın hayatta ne büyük bir zorluk olduğundan bahsediyordu. Yeryüzü karanlık olunca insan nasıl yaşabilirdi ki? Ne mevsimi bilebilirdi ne o yemeğin nasıl bir görünüşünün olduğunu. Hep duyuyordum. 

Karanlıkta diyalog vardı mesela. Bir saat mi ne karanlığın içinde dolaşıp görme engellilerin yaşadıklarını bir saatte olma tecrübe edebilme olanağını sunuyorlardı sana. Sonra "Ne kadar zormuş" deyip kendi hayatına dönüyordu millet. "Hayattan rengi alın geriye ne kalır ki" reklamlarını izliyordum mesela. Bunun üzerine filmler oluyordu, ödüllü mödüllü böyle. Ama bana sorarsan tüm körler mutluydu.

İnsanların tepkilerini görmeyen, tiksinç tavırlarına şahit olmayan hatta hiç olmamış insanlar bunun ne demek olduğunu bilmiyorlardı. Sonra saçmaladığımı düşündüm. Bence asıl korkunç olan bir insanın sağır olmasıydı. Benim hayatım hep gri bana ne dünyadan. Ben sesleri severim. Bir insanın sesi güzelse hiç yaşlanmaz mesela. Ya da ki en önemlisi müzik... İnsanın ruhuna dokunan dünyanın en güzel icadıydı bana sorarsan. Dinlemenin büyük bir erdem olduğunu düşünmüşümdür.

Ağzı olan konuşuyor zaten marifet dinleyebilmekte. Birinin derdine ortak olup hoş sohbette hayat. Yaşamı böyle şeyler değerli kılıyor. Böyle bakmaya başlayınca hayata işaret dilini öğrenmeye karar verdim. Oldukça da basitti. Şimdi hayatımda bir sürü sessiz insan var. Sessizlik içinde birbirimize o kadar çok şey anlatıyoruz ki bu bana çok tuhaf geliyor. Yüzüm mü? Bilmem unuttum gitti. Aynaya bakınca ben hala 4 yıl önceki halimi görüyorum. 

Mutluyum artık, belki de bu olay başıma gelmeseydi şöhret olma aşkına çok kötü şeyler yaşayacaktım. Bunları düşünüp kendimi iyi hissediyorum. Ben hayatta istediklerimi çok fazla istedim. Bazıları oldu bazıları olmadı ya da olur gibi göründü. Hayat sana inat bildiği gibi geldi ve ben de isyan etmek yerine önüme konulanları yemeye başladım. Bazen sıkıcı olabiliyor bu durum. Monotonluğa dönüştüğü zamanlar oluyor çünkü. 

Onu fark ettiğim anda kendime farklı şeyler buluyorum. En son şan dersi almaya başladım. Hayır hayır amacım müzisyen olmak değil olur mu da bilemem ama bunu yalnızca kendimi iyi hissetmek adına yapıyorum. Yaşamımda artık her şeyi iyi hissetmek adına yapıyorum. Bir kapı açılırsa ne ala açılmazsa da bekleyen olmadığımdan beni hiçbir şey üzemiyor. Bir ölüm var işte onu da beklemiyorum, geldiğinde olacak belli zaten.Ölümün ne olduğu belli.