28 Ocak 2013 Pazartesi

Öylesine


Uyandığımda ilk kurduğum cümle:  Bugün doğum günüm! Eskiden hiç hatırlamazdım, illa birileri kutlardı. Gereksiz telaşlar, belli etmeden yapılan organizasyonlar (öyle sanırlardı), aynı kişiler, aynı tantana. Hatta bazen lüzumsuz tartışmalar yaşanırdı. O onunla konuşmamış, o gelmesin, bu gitsin, o boşandı kocasını çağırmasak mı derken zaten 1 yıl daha yaşlanmak sinirlerimi bozuyordu bir de bunlar! İyice bunalmıştım. Fakat bu yıl  farklıydı, beklenti içindeydim. Artık yılların verdiği kırışıklar beni mutlu ediyordu. Kadın olduğumu hissediyordum.

Turgut neredeydi acaba? Şu bilgisayarımı açmam lazım. Ne yapsam? Doğum günümü kutlar mı? Aslında hazırlansam çok iyi olur. Belki gelir, sürpriz yapar. Evden nasıl çıkarım bilmiyorum ama alternatif bir plan bulmam lazım. Aslında Turgut’u da seviyorum. Aşıktım, gençtim, tutkuyla sevmiştik birbirimizi. Bir arkadaşımın okuldan arkadaşıydı. Öyle kültürlü ve bilgiliydi ki, saatlerce dinlettirirdi kendini. Hayalleri vardı, hepsini de gerçekleştirdi. Zaten hayallerini hep benden daha çok sevmişti. Akademik çalışmalarına gömülmüştü. Paraya hiçbir zaman itimat etmezdi. Daha çok kariyer heveslisiydi, bu onu zamanla değiştirdi. Bilginin her zaman paylaşılması gerektiğine inanırdı, akıllı bir adam böyle yapmalıydı. Fakat zamanla ukala, “bunu nasıl bilmezsin” laflarıyla küstahlaşmaya başladı. Artık ortak konumuz kalmamaya başlamıştı. Ne konuşabiliyor ne de arkadaşlarımızla eğlenebiliyorduk. Kaç defa eğlencemizi burnumuzdan getirdi. Her gezmeye gidişimiz, dönüşte arabada kavgayla noktalanıyordu.

“Facebook”, diye bir şey keşfettim bir gün. Hep duyardım da, ay ne bileyim üşenmiştim açmaya. İnternetle de pek aram yoktur. Hala da öyleyim aslında. İnan için sadece bilgisayarı açıyorum desem yeridir. Kütüphanelerin havası, kitapların kokusu beni her zaman daha çok cezp etmiştir. Bir gün biri ekledi beni. Hiç tanıyamadım, arkadaşlarım uyarmıştı zaten. Rahatsız edenler filan olurmuş, “aldırma” dediler. Pek önemsemedim ilk başta ama neden bilmiyorum arkadaşlık isteğini reddetmedim.

Bir gün bir mesaj gönderdi; “Zeynep hanım merhabalar. Bir uçak seyahatim de sizi görme nailine ulaştım. Kabin memuruydunuz o zamanlar. Çok oldu ama sizi hiç unutmadım. Bu hesabı açtıktan sonra her gün bir kere size bakarım. Nihayet açmışsınız. Nasılsınız? Her şey yolunda mı? Rahatsızlık vermiyorumdur umarım. Teşekkür ederim. Sevgiler”

Kaç kere okuduğumu bilmiyorum. Kalkıp aynaya bakmıştım. Bana mıydı o yazılanlar? Birinden iltifat almayalı o kadar çok olmuştu ki. Kabin memuruyken çok teklifler alırdım. İçlerinden aşık olanlar da vardı, evlenmek isteyende . Ahlaksız teklifler de almadım değil tabi. Fakat evlendikten sonra “çiftler birbirine benzer” hesabı ben de Turgut gibi hayatı tekdüze geçirmeye başlamıştım.

İnan’ın mesajına önce cevap vermedim. Merak işte, kötü bir niyetim yoktu. Sadece eğlenceli olabileceğini düşündüm. Teşekkür edip, belki bir iki sohbet edilebilirdi. Gerçekten değil bazen bu ev, bu dünya bile beni boğuyordu. Sohbetimiz bayağı ilerlerdi. Sabah kahvaltı yapmadan ona yazıyordum, sesini hiç duymadım. Buna birlikte karar vermiştik. İkimiz de evliydik, kendimize zarar vermek istemiyorduk. Tabi bu pek mümkün olmadı. İstanbul’da yaşıyordu. Belli bir mesleği yoktu esasında. Zamanında yönetmenlik de yapmış birkaç kısa film için, senaryo da yazmıştı. Hatta film eleştirmenliği bile yapmış bir dönem. Şimdi ara sıra gazetelerde, dergilerde yazıyordu. Her zaman okurdum. En büyük takipçisi bendim sanırım. Neyse işte böyle gel zaman, git zaman nereye kadar bilmem ama bunu devam ettiriyoruz. İlk başlarda utanıyorsun bu durumdan. Eşinden, çocuklarından en önemlisi de kendinden. Bu seni çok yıpratıyor başlarda. Sonra bakıyorsun ki hayatın hala aynı, artık git gide normalleşmeye başlıyor gözünde her şey. Sanki herkesin hayatı böyleymiş gibi! Kimseyle paylaşmadım İnan’ı. Çok anlatmak istedim fakat olmadı. Vicdan azabımı paylaşmak istiyordum. Özellikle birlikte olduktan sonra… O gün çok kötü olmuştum. Otel odaları bana göre değildi. Hele bu tarz anlar için. Mecburduk ne onun tanıdığı vardı ne de benim bunu birine anlatıp beni idare edebilecek biri. Evime zaten hiç alamazdım. Ardından buna da alıştım ama. Her geldiğinde farklı bir otel belirliyorduk. Aslında bir ev tutacaktık ama ikimizin de bütçesini zorladı. Ah telefon çalıyor. Kesin o, Allah’ım o olsun. Evet İnan
-          Canımmm
-          Zeynep hanımla mı görüşüyorum?
-          Ah pardon. İnan beyin telefonu değil mi?
-          Evet. Acıbadem Hastanesi’nden arıyorum. İnan Bey bir kaza geçirdi. En son sizinle görüşmüş. Neyi oluyorsunuz? Gelseniz iyi olur. Durumu ağır…
O an ellerimin, ayaklarımın boşaldığını hissettim. Başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyordu sanki. Nasıl? Neden İnan? Gözlerim doldu, ağlamamalıydım. Kaza bu, elbette durumu ağır olabilir. Sonucu “kötü olacak” diye bir şey yok. Ama yine de panik halime engel olamıyordum. Ellerim titriyordu. Boğazıma bir şeyler geliyor, yutkunuyordum. Hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim kendimi. Ölüm acısını hiç yaşamamıştım hayatımda. Tanrı bununla sınamadı beni. Belki de sırası gelmişti bunun da. Hayır hayır ölüm yok. Henüz değil. Gerçekten peki nesi oluyordum? O soruyu geçiştirip yola çıkacağımı söyledim. Kimseye haber vermedim. Veremezdim de zaten. Yalan söyleyecek zekaya da sahip değildim o an. Turgut, “nereye?” dese, “İnan”a derdim direk.

Hemen evden çıktım. Allah kahretsin! Bayram tatili geliyor. Kesin yer bulamayacağım. Sadece bir firmada boş koltuk bulabilmiştim. Hava yolu şirketlerine hiç bulaşmadım zaten. Çoktan dolmuştu hepsi. Aslında istesem ayarlayabilirdim lakin eski kabin memuru olarak birileriyle karşılaşmaktan korktum.
-          Kaçta İstanbul’da oluruz?
-          10’da hanımefendi
-          Teşekkürler
Şu an hayat o kadar yavaş ilerliyordu ki, bayılacak gibiydim. Akreple yelkovan aralarında anlaşmış gibi hareket etmiyordu sanki. O sırada telefonum çaldı. Arayan Turgut’tu. Ah evet. Doğru ya bugün benim doğum günüm. Tamamen çıkmış aklımdan. Sanırım bu sırrımı herkes aynı anda öğrenecekti. Neyse “temiz iş” diye düşündüm o an. Herkese açıklama yapamayacağım tek tek. Hava ne kadar kötü, bu trafik…İzmir’in trafiği gayet rahattır aslında fakat bugün böyle olacağı tuttu.

Kendi kendime söylenirken uyuyakalmışım. Bir sesle sıçradım. Kaza mı yapmıştık? Başım kanıyor? Anlayamıyorum, tüm algılarım kitlenmiş gibiyim. Herkes iyi gördüğüm kadarıyla. Hemen sıçradım yerimden.
      -     Neler oluyor? Hareket etmeyecek miyiz?
-          Firmaya ilettik hanımefendi, otobüsümüz gelecek. Trafik, bayram haftası malum. Biraz sabırlı olun lütfen
-          Bekleyemem. Hastam var
-          Yapacak bir şey yok
Oturdum, bekledim. Yanıma bir kadın geldi, garipti. Aynı otobüsteydik sanırım ama bu kadar çekici olmasına rağmen dikkatimi hiç çekmemiş. Uzun boylu ve hoş kıvrımları vardı. Gerçekten seksiydi. Bir an kıskanır gibi oldum ama İnan’a sahip olanın ben olduğunu düşünce, bu fikrim kısa sürdü.
-          Merhaba
-          Merhaba, Aylin ben
-          Ben de Zeynep, memnun oldum. İstanbul’a mı?
-         
Konuşmayı sevmiyordu sanırım. Derken telefonu çaldı. Bu, biraz önce konuştuğum kadın mı? Nasıl küfürler onlar öyle..
-          Başlarım sana da pezevenklerine de. Geliyoruz işte, sanki gidecek yerim var da. Uzatma kapat, kaza oldu bekliyorum
Telefonu kapadı, yanıma geldi. Hafif güldüm. Hani “duydum hepsini ama belli etmemeye çalışıyorum” tavırlarında bir gülümsemeydi. O da anladı zaten.
-          Hayat kadınıyım. Bu aralar gazeteler “seks işçisi” diyorlar ama orospuyum işte. Farklı adlandırmalar işimin niteliğini değiştirmiyor
-          Sen nesin, necisin?
-          Bir hastam var, İstanbul’a gidiyorum
-          Hımm. Geçmiş olsun yavrum. Nesi var? Kocan mı?
-          Hayır. Arkadaşım
-          Adı ne?
Neden bu kadar çok soru soruyordu. Birden gerildim. Aslında anlatsam mı? Öyle ihtiyacım vardı ki birine. İsterse hakaretler etsin. Biraz dinlese. Kendime anlatamadım hiç. Bir daha nerede görecektim ki? Hem onun işine göre benim yaptığım daha masum kalırdı.
-          İnan
-          Sevgilin mi?
Evet mi desem. Ona ne canım. Boş ver Zeynep senle gitsin bu mezara kadar derken, ağzımdan, “evet” çıktı
-          Ne kadardır birliktesin?
-          Oldu biraz işte neden soruyorsun?
-          Anlatmak istiyorsun çünkü. Ben de sana kalbimi açtım. Orospular da dinler
-          Allah Allah. Onu da nereden çıkardın şimdi?
-          Bak bu mesleği ben seçmedim. Hani baba avukat olur çocuğunu da avukat yapar,   ardından aile şirketi kurarlar ya. Bizimki de o hesap. Babam zaten pezevenkti. Annemi satardı. Annem yaşlandı, haliyle iş göremez oldu. Zavallı kadın, çok çekti garibim. Sonra işini ben devraldım. Ha “aşk”tan da anlarım. Beni hafife alma
Durdum, düşündüm. Sonra başladım anlatmaya. Hiç şaşırmadı, beklemiyordum bu sakinliği.
       -     Aslında rahatlaman için iyi seçim ama akıl vermek konusunda yanlışım ben senin için. Bana kalırsa “git” derim. Arkanda ne varsa düşünme. Ben annemi düşündüm hep. Ne hayatımı kurtarabildim ne de aşkımın peşinden koşabildim. “Pişman mısın?” diye sorarsan, “eh zaman zaman”. Sadece kendine şunu sor: Değer mi?. Değerse git. Yoksa yazık olur sana.
Keşkelerin insanı nasıl yorduğunu bilemezsin. Giyiminden, kuşamından hali vakti yerinde bir yaşamın var gibi. Elinden geliyorsa eğer, “vicdanınla barışık” bir yaşam sür. Onunla iyi geçin. Yaşarken her gün öldürür adamı. Çocuğun var mı?
-          İki tane
-          Onları düşün. Aşk meşk güzel şeyler de. Ne bileyim, evladım olmadı hiç. “Annelik”
nedir bilmem. İyisi mi dön geri, var git evine. Yalan bedava. Bu dünyayı tek döndüren şey, yalan. Bulursun, uydurursun bir bahane
Otobüs geldi. Gitsem mi kalsam mı. Hayat, asıl bu anlarda başlıyor. Karar vermek, ya da verememek! Kararsızlıklar, zaten hep sinirlerimi bozmuştur.
-          Hanımefendi, otobüs kalkıyor.
-          Ben gelmiyorum. Taksi çağardım döneceğim
Gidemedim…Belki çok pişman olacaktım ama yapamadım. Kız olarak dünyaya geldim, sonra kadın oldum ve ardından anne. Sorumluluklarım var, yapamam, yapmamalıyım. O sırada telefonum çaldı.
-          Efendim
-          Zeynep hanım?
-          Evet
-          Gelemiyorsunuz sanırım. Başınız sağ olsun. Ailesine haber verebilirseniz. Hala ulaşamadık.
-          Anlıyorum, teşekkürler. Haber vereceğim
En son bir sonbahar günü annemin, “bu son dondurma, havalar soğudu artık” dediğinde dondurmam düşmüştü. Herhalde bu kadar en çok o zaman ağlamıştım. Aynı masumluk değildi, hiç değildi. İnsan neyine güvenir de kimseyi kaybetmeyeceğini düşünür. Hep öyleydim. Hiçbir zaman “ölüm korkusu”nu hissetmemiştim. Eve gittim, herkes oturmuş beni bekliyordu. Üzgünlerdi. Turgut, beni görür görmez boynuma sarıldı. Hiç bu kadar içten sarılmamıştı. Hatta flört dönemimizde bile.
-          Nerdeydin? Niye telefonlarına bakmıyorsun? Çıldıracaktım
-          Bir ara yogaya gidiyordum ya. Hocam vefat etmiş. Hemen düşünemeden çıktım ben de. Özür dilerim hepinizden o kadar da hazırlık yapmışsınız. Ama hiç keyfim yok, biraz uyumak istiyorum
Beni gördükleri için biraz şaşkın, biraz mutlu halleri vardı. Hemen yukarı çıktım, kapıyı kilitledim. Bir fotoğrafımız vardı. Zaten bir tane vardı. Takılarımın arasına saklamıştım. Turgut sağ olsun. Takılarıma hiç ihtiyacı olmamıştı. Saatlerce göğsüme bastırıp ağladım. İçimi çeke çeke. Sonra uyumuşum.Tüm gece yağmur yağdı. Bir ara gece balkona çıktım. “Ben de atlasam” dedim. Sahi nasıl sevmiştim. Güzeldi, heyecanlıydı. Beni hiç üzmemişti. Hava esmeye başladı. İçeri girdim. Elimden bir şey gelmiyordu. Böyle anlarda uyumayı seçerdim. Rüyalarıma girmesini bekledim, hiç gelmedi. Demek doğrusu buydu, unutmalıydım. Unutamadım…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder