29 Ocak 2013 Salı
Ben Tercih Etmedim
Çekirdek bir aileye sahiptik. Anne, baba, ağabeyim ve ben. Çok mutlu sayılmazdık ama huzurluyduk. Babam emekli memur, annem ev hanımı, ağabeyim de askerden yeni gelmiş iş arayan biriydi. Ağabeyim, benim gibi değildi. Hani hep olur ya, iki kardeş farklıdır. Ben ne kadar kitaplara gömüldüysem o da bir o kadar sevmezdi. En son lisede bir sınavı için zorla kitap okumaya çalıştığını hatırlıyorum. Zaten becerememiş, bana okutturmuştu. Hatta özetini bile yazıp vermiştim. Kopya çekip kurtulmuştu. Bir daha da kitap almadı eline. Ama ben farklıydım! İlk başlarda kabullenemedim, engellemeye çalıştım. Engelledikçe daha çok açığa çıkıyordu. Bir süre sonra sanki "herkes biliyormuş gibi" hissetmeye başladım. Mahallede bir kız vardı: Esma. Gerçekten çok güzel bir kızdı. İlk o zaman anladım. Beni öpmüştü ve hiç bir şey hissetmemiştim.
Mahallede herkes o kıza aşıkken benim bu denli duyarsız, ilgisiz olmam garipti. Yaşıtlarıma göre yakışıklı sayılırdım aslında. Bir gün, "maça geliyor musun?" dediler. Apartmanımıza yeni taşınan bir çocuk vardı. Maçtan sonra bize geldi, annemin kurabiyeleri meşhurdur. Bir bardak sütle yedirirdi hep bana. Hala ararım o kurabiyeleri.
Öldükten sonra nerede bir pastahane görsem, illaki girer içeri bir bakarım. Benzer kurabiyeleri satın alırdım. "Bu da değil" deyip çocuk gibi üzülürdüm. O gün maçtan sonra o da geldi. Garip bir heyecan, anlam veremiyordum. Birden "pat" diye dudağından öptüm. Ağlamaya başladı, hemen kaçtı evden. Bir daha da hiç
konuşmadı benimle. Hala da sevmez. Yavaş yavaş artık eş cinsel olduğumu kabul etmeye başlamıştım. Sorun, başkalarına kabul ettirmekti. İlk ailemden başlamak istedim.
İnsanın ailesinin arkasında olması güzel şey. O vakit üstesinden gelemeyeceğin bir şey yoktur. Annemin anladığının farkındaydım. Ama zavallı kadın, korkusuna benimle bu konu hakkında hiç konuşmadı. Bir gün tüm cesaretimi topladım. Güzel bir gün seçmiştim. Altın gününde sıra anneme gelmiş, biriktirdiği altınlarla çamaşır makinesi almanın mutluluğu içinde sürekli gülümsüyordu.
- Anne?
- Canımm
- Seninle konuşmam gereken bir şey var.
- Bir sorun mu var?
Direkt konuya girmem gerekirdi. Ne kadar uzatırsam o kadar saçma olacak, konu dağılacak, konuşamayacaktım.
- Anne ben eş cinselim ve bu uzun süredir böyle. Bilmeni istedim.
Neden bu kadar "acımasız" davranmıştım, bilmiyorum. Ne tepki vereceğini kestiremiyordum ama ağlayabileceğini düşünüyordum. Fakat hiçbir tepki vermedi. Tek bir söz, hareket. Korkmuştum, sadece yıkadığı bulaşıkları kurutmaya devam etti. Aslında biraz zaman geçtikten sonra tepkisini anlamıştım. Aynı tabağı iki saat öyle kuruttu. Ses etmedim, odama çekildim. Ben ne söylersem söyleyeyim önce kendisinin bu durumu kabullenmesi gerekiyordu.
Güneş yavaş yavaş batmaya başlamış artık babamın eve geliş saati yaklaşmıştı. Ona nasıl söyleyecektim bilmiyorum. İki oğlu vardı ve bizimle gurur duyuyordu. Hiç kız evladı olsun da istememiş zaten. Her zamanki saatinde gelmişti eve babam. Artık sofrada söylemeliydim, ağabeyim henüz eve gelmemişti ama ona da bir şekilde anlatılırdı. Hepsine tek tek açıklama yapamayacaktım. Cinayet işlemedim, soygun yapmadım ne var ki bunda?
- Eeee evlat nasıl gidiyor hayat?
- İyi. Şey.. baba
Annem panik halde araya girdi.
- Ay pilav da yaptım, bak çok yemeyin daha aşure var. Ben de yaptım, komşularda göndermiş.
Bunu yapacağını biliyordum ama nafile söyleyecektim.
- Baba bunu nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum ama yani...Biliyorum çok ani olacak senin için fakat bilmek zorundasın. Ben eş cinselim!
O günü hiç unutmadım. En güzel günümde bile gelir gözümün önüne. Meğer ailemi son görüşüm imiş. Babam kalp krizi geçirmiş, çok geçmeden de hayatını kaybetmişti zaten. Hayatım boyunca kendimden utandım. Aslında eş cinsel olduğum için kendimi kötü hissetmiyordum. Ama böyle olduğum için babamın ölümüne sebep olmuş olmamı unutamıyordum. Çabaladım da aslında hem de çok defa. Kadınlarla birlikte olmaya çalıştım ama beceremedim. Kadınların erkeklerin nefesini kesen hatları, bende ilgi uyandırmak yerine "kıskanma" duygusu yaratıyordu. Kadının kadını kıskanması gibi. Derler ya; "Kadın kadını daha çok süzer imiş".
Babam kalp krizi geçirmeden önce ağabeyim meğer eve gelmiş. Gerginlikten duyamamıştım sanırım. Zaten içeri de geçmemişti. Sinsi sinsi kapının girişinde bizi dinlemiş. Huyudur zaten bayılır dinlemeye. Hep evde benim daha çok sevildiğime dair bir iddiası vardı. Kesin kendisini çekiştireceğimizi düşünür, ne zaman aramızda sohbet etsek sessiz sessiz yanımıza gelirdi. Söylediklerimi duyduğu an, en kuvvetlisinden bir yumruğunu yemiştim. Ağabeyim sertti mertti ama elini kaldırmazdı bana. Zaten bu zamana kadar elimde olmayan hislerimden başka bir hatam da olmamıştı. Bunca zamandır bir nebze üzmediğim ailemi, bu tercihimle yıkmıştım. Yaka paça sokağı attı ağabeyim beni. Öyle kalmıştım sokak ortasında. Annem ise sadece ağlıyordu. Kızmıştım o zaman ona. Hiç karşı çıkmadı, ancak zamanla anlayabildim. Araya özlem de girince, "unutuyor gibi" bile oluyorum.
O gece bir arkadaşımın evinde kaldım. Gerçeği anlatamadım, anlamayacağını biliyordum. Önce bir tezgah kurup kitaplarımı satmaya başladım. Ağabeyim eşyalarımı sokağa fırlatmıştı. Hepsini ibret-i alem için yaktı. Gariptir bir kitaplarıma kıyamamış. Sabaha karşı gidip hepsini topladım, içim acıdı ama satmalıydım. Annemin perdenin arkasından beni izlediğini görebiliyordum. İnançlıydı aksime, sabah namazını hiç kaçırmazdı. Emindim esasında her namazında bana dua ettiğine. Arkadaşımın evinden ayrıldıktan sonra birkaç ay otellerde yaşadım. Sonra ufak bir gecekondu tuttum kendime. Okulumu zar zor bitirebilmiştim.
Her hafta bir kere mahallemizden geçerim. Arada annemi ya da ağabeyimi görme imkanım olur. Beni fark ettiklerini düşünmüyorum. Ben de fark edilmek için pek de çabalamadım. Huzursuz etmeye gerek yoktu. Mutlu görünüyorlardı. En azından ağabeyim evlenmiş, bir tane de kızı olmuştu. Benim hiç bir zaman sahip olamayacağım bir şeye sahipti: Aile...
40 yaşındayım. İyi bir işim, güzel arkadaşlarım var. Hiç aşık olmadım. Dönem dönem birileri giriyor hayatıma. Aslında benim gibi olan insanlar pek de az sayılmaz. O yüzden yaşarken pek zorlanmıyorum. Üzgünüm ama kırgın değilim kimseye, hiç kimseye. Biraz yorgunluk var tabi, onunla da baş edebilmesini biliyorum. Ailem olmadan eksik olduğunun da farkındayım fakat yapacak bir şey yok. Böyle olmayı ben tercih etmedim. 40 yıllık hayatımda çok şey öğrendim ama yine de "biliyorum" diyemiyorum. Anlamaya çalışıyorum, o kadar ön yargıya karşı ben yine de anlamaya çalışıyorum da bir emin olamıyorum.
Ailemi kaybetmeyi ben tercih etmedim, aile kurmamayı ben tercih etmedim, dostlarımdan ayrılmayı ben tercih etmedim. Böyle olmayı ben istemedim, hiç istemedim...
Benim farklı olduğumu söyleyenlerin hangisi yaşadığı hayatı kendisi tercih etmişti. Annenizi, babanızı... Siz mi seçmiş tiniz?
"Çok şükür Müslümanım" diyen kaç insan diğer dinleri de okuyup öyle karar vermişti inançlarına?
"Biraz vicdan" diyen neden "farklı" gördüğü şeye hoşgörülü değildi. Anlaşabilmenin, paylaşabilmenin temeli değil miydi hoşgörü?
Bu kadar farklı olduğuma göre demek "doğru olan" bendim belkide
28 Ocak 2013 Pazartesi
Öylesine
Uyandığımda ilk kurduğum
cümle: Bugün doğum günüm! Eskiden hiç
hatırlamazdım, illa birileri kutlardı. Gereksiz telaşlar, belli etmeden yapılan
organizasyonlar (öyle sanırlardı), aynı kişiler, aynı tantana. Hatta bazen
lüzumsuz tartışmalar yaşanırdı. O onunla konuşmamış, o gelmesin, bu gitsin, o
boşandı kocasını çağırmasak mı derken zaten 1 yıl daha yaşlanmak sinirlerimi
bozuyordu bir de bunlar! İyice bunalmıştım. Fakat bu yıl farklıydı, beklenti içindeydim. Artık
yılların verdiği kırışıklar beni mutlu ediyordu. Kadın olduğumu hissediyordum.
Turgut neredeydi acaba? Şu
bilgisayarımı açmam lazım. Ne yapsam? Doğum günümü kutlar mı? Aslında
hazırlansam çok iyi olur. Belki gelir, sürpriz yapar. Evden nasıl çıkarım
bilmiyorum ama alternatif bir plan bulmam lazım. Aslında Turgut’u da seviyorum.
Aşıktım, gençtim, tutkuyla sevmiştik birbirimizi. Bir arkadaşımın okuldan
arkadaşıydı. Öyle kültürlü ve bilgiliydi ki, saatlerce dinlettirirdi kendini.
Hayalleri vardı, hepsini de gerçekleştirdi. Zaten hayallerini hep benden daha
çok sevmişti. Akademik çalışmalarına gömülmüştü. Paraya hiçbir zaman itimat
etmezdi. Daha çok kariyer heveslisiydi, bu onu zamanla değiştirdi. Bilginin her
zaman paylaşılması gerektiğine inanırdı, akıllı bir adam böyle yapmalıydı.
Fakat zamanla ukala, “bunu nasıl bilmezsin” laflarıyla küstahlaşmaya başladı.
Artık ortak konumuz kalmamaya başlamıştı. Ne konuşabiliyor ne de
arkadaşlarımızla eğlenebiliyorduk. Kaç defa eğlencemizi burnumuzdan getirdi.
Her gezmeye gidişimiz, dönüşte arabada kavgayla noktalanıyordu.
“Facebook”, diye bir şey
keşfettim bir gün. Hep duyardım da, ay ne bileyim üşenmiştim açmaya. İnternetle
de pek aram yoktur. Hala da öyleyim aslında. İnan için sadece bilgisayarı
açıyorum desem yeridir. Kütüphanelerin havası, kitapların kokusu beni her zaman
daha çok cezp etmiştir. Bir gün biri ekledi beni. Hiç tanıyamadım, arkadaşlarım
uyarmıştı zaten. Rahatsız edenler filan olurmuş, “aldırma” dediler. Pek
önemsemedim ilk başta ama neden bilmiyorum arkadaşlık isteğini reddetmedim.
Bir gün bir mesaj gönderdi;
“Zeynep hanım merhabalar. Bir uçak seyahatim de sizi görme nailine ulaştım.
Kabin memuruydunuz o zamanlar. Çok oldu ama sizi hiç unutmadım. Bu hesabı
açtıktan sonra her gün bir kere size bakarım. Nihayet açmışsınız. Nasılsınız?
Her şey yolunda mı? Rahatsızlık vermiyorumdur umarım. Teşekkür ederim.
Sevgiler”
Kaç kere okuduğumu bilmiyorum.
Kalkıp aynaya bakmıştım. Bana mıydı o yazılanlar? Birinden iltifat almayalı o
kadar çok olmuştu ki. Kabin memuruyken çok teklifler alırdım. İçlerinden aşık
olanlar da vardı, evlenmek isteyende . Ahlaksız teklifler de almadım değil
tabi. Fakat evlendikten sonra “çiftler birbirine benzer” hesabı ben de Turgut
gibi hayatı tekdüze geçirmeye başlamıştım.
İnan’ın mesajına önce cevap
vermedim. Merak işte, kötü bir niyetim yoktu. Sadece eğlenceli olabileceğini
düşündüm. Teşekkür edip, belki bir iki sohbet edilebilirdi. Gerçekten değil
bazen bu ev, bu dünya bile beni boğuyordu. Sohbetimiz bayağı ilerlerdi. Sabah
kahvaltı yapmadan ona yazıyordum, sesini hiç duymadım. Buna birlikte karar
vermiştik. İkimiz de evliydik, kendimize zarar vermek istemiyorduk. Tabi bu pek
mümkün olmadı. İstanbul’da yaşıyordu. Belli bir mesleği yoktu esasında.
Zamanında yönetmenlik de yapmış birkaç kısa film için, senaryo da yazmıştı.
Hatta film eleştirmenliği bile yapmış bir dönem. Şimdi ara sıra gazetelerde,
dergilerde yazıyordu. Her zaman okurdum. En büyük takipçisi bendim sanırım.
Neyse işte böyle gel zaman, git zaman nereye kadar bilmem ama bunu devam
ettiriyoruz. İlk başlarda utanıyorsun bu durumdan. Eşinden, çocuklarından en
önemlisi de kendinden. Bu seni çok yıpratıyor başlarda. Sonra bakıyorsun ki
hayatın hala aynı, artık git gide normalleşmeye başlıyor gözünde her şey. Sanki
herkesin hayatı böyleymiş gibi! Kimseyle paylaşmadım İnan’ı. Çok anlatmak
istedim fakat olmadı. Vicdan azabımı paylaşmak istiyordum. Özellikle birlikte
olduktan sonra… O gün çok kötü olmuştum. Otel odaları bana göre değildi. Hele
bu tarz anlar için. Mecburduk ne onun tanıdığı vardı ne de benim bunu birine
anlatıp beni idare edebilecek biri. Evime zaten hiç alamazdım. Ardından buna da
alıştım ama. Her geldiğinde farklı bir otel belirliyorduk. Aslında bir ev
tutacaktık ama ikimizin de bütçesini zorladı. Ah telefon çalıyor. Kesin o,
Allah’ım o olsun. Evet İnan
-
Canımmm
-
Zeynep hanımla mı görüşüyorum?
-
Ah pardon. İnan beyin telefonu değil mi?
-
Evet. Acıbadem Hastanesi’nden arıyorum. İnan Bey
bir kaza geçirdi. En son sizinle görüşmüş. Neyi oluyorsunuz? Gelseniz iyi olur.
Durumu ağır…
O an ellerimin, ayaklarımın
boşaldığını hissettim. Başımdan aşağıya kaynar sular dökülüyordu sanki. Nasıl? Neden
İnan? Gözlerim doldu, ağlamamalıydım. Kaza bu, elbette durumu ağır olabilir.
Sonucu “kötü olacak” diye bir şey yok. Ama yine de panik halime engel
olamıyordum. Ellerim titr iyordu.
Boğazıma bir şeyler geliyor, yutkunuyordum. Hiç bu kadar çaresiz hissetmemiştim
kendimi. Ölüm acısını hiç yaşamamıştım hayatımda. Tanrı bununla sınamadı beni.
Belki de sırası gelmişti bunun da. Hayır hayır ölüm yok. Henüz değil. Gerçekten
peki nesi oluyordum? O soruyu geçiştirip yola çıkacağımı söyledim. Kimseye
haber vermedim. Veremezdim de zaten. Yalan söyleyecek zekaya da sahip değildim
o an. Turgut, “nereye?” dese, “İnan”a derdim direk.
Hemen evden çıktım. Allah
kahretsin! Bayram tatili geliyor. Kesin yer bulamayacağım. Sadece bir firmada
boş koltuk bulabilmiştim. Hava yolu şirketlerine hiç bulaşmadım zaten. Çoktan
dolmuştu hepsi. Aslında istesem ayarlayabilirdim lakin eski kabin memuru olarak
birileriyle karşılaşmaktan korktum.
-
Kaçta İstanbul’da oluruz?
-
10’da hanımefendi
-
Teşekkürler
Şu an hayat o kadar yavaş
ilerliyordu ki, bayılacak gibiydim. Akreple yelkovan aralarında anlaşmış gibi
hareket etmiyordu sanki. O sırada telefonum çaldı. Arayan Turgut’tu. Ah evet.
Doğru ya bugün benim doğum günüm. Tamamen çıkmış aklımdan. Sanırım bu sırrımı
herkes aynı anda öğrenecekti. Neyse “temiz iş” diye düşündüm o an. Herkese
açıklama yapamayacağım tek tek. Hava ne kadar kötü, bu tr afik…İzmir’in
tr afiği gayet rahattır aslında fakat
bugün böyle olacağı tuttu.
Kendi kendime söylenirken
uyuyakalmışım. Bir sesle sıçradım. Kaza mı yapmıştık? Başım kanıyor?
Anlayamıyorum, tüm algılarım kitlenmiş gibiyim. Herkes iyi gördüğüm kadarıyla.
Hemen sıçradım yerimden.
-
Neler oluyor? Hareket etmeyecek miyiz?
-
Firmaya ilettik hanımefendi, otobüsümüz gelecek.
Trafik, bayram haftası malum. Biraz sabırlı olun lütfen
-
Bekleyemem. Hastam var
-
Yapacak bir şey yok
Oturdum, bekledim. Yanıma bir
kadın geldi, garipti. Aynı otobüsteydik sanırım ama bu kadar çekici olmasına
rağmen dikkatimi hiç çekmemiş. Uzun boylu ve hoş kıvrımları vardı. Gerçekten
seksiydi. Bir an kıskanır gibi oldum ama İnan’a sahip olanın ben olduğunu
düşünce, bu fikrim kısa sürdü.
-
Merhaba
-
Merhaba, Aylin ben
-
Ben de Zeynep, memnun oldum. İstanbul’a mı?
-
Hı
Konuşmayı sevmiyordu sanırım.
Derken telefonu çaldı. Bu, biraz önce konuştuğum kadın mı? Nasıl küfürler onlar
öyle..
-
Başlarım sana da pezevenklerine de. Geliyoruz işte,
sanki gidecek yerim var da. Uzatma kapat, kaza oldu bekliyorum
Telefonu kapadı, yanıma geldi.
Hafif güldüm. Hani “duydum hepsini ama belli etmemeye çalışıyorum” tavırlarında
bir gülümsemeydi. O da anladı zaten.
-
Hayat kadınıyım. Bu aralar gazeteler “seks
işçisi” diyorlar ama orospuyum işte. Farklı adlandırmalar işimin niteliğini
değiştirmiyor
-
Sen nesin, necisin?
-
Bir hastam var, İstanbul’a gidiyorum
-
Hımm. Geçmiş olsun yavrum. Nesi var? Kocan mı?
-
Hayır. Arkadaşım
-
Adı ne?
Neden bu kadar çok soru
soruyordu. Birden gerildim. Aslında anlatsam mı? Öyle ihtiyacım vardı ki
birine. İsterse hakaretler etsin. Biraz dinlese. Kendime anlatamadım hiç. Bir
daha nerede görecektim ki? Hem onun işine göre benim yaptığım daha masum
kalırdı.
-
İnan
-
Sevgilin mi?
Evet mi desem. Ona ne canım. Boş
ver Zeynep senle gitsin bu mezara kadar derken, ağzımdan, “evet” çıktı
-
Ne kadardır birliktesin?
-
Oldu biraz işte neden soruyorsun?
-
Anlatmak istiyorsun çünkü. Ben de sana kalbimi
açtım. Orospular da dinler
-
Allah Allah. Onu da nereden çıkardın şimdi?
-
Bak bu mesleği ben seçmedim. Hani baba avukat
olur çocuğunu da avukat yapar, ardından
aile şirketi kurarlar ya. Bizimki de o hesap. Babam zaten pezevenkti. Annemi
satardı. Annem yaşlandı, haliyle iş göremez oldu. Zavallı kadın, çok çekti
garibim. Sonra işini ben devraldım. Ha “aşk”tan da anlarım. Beni hafife alma
Durdum, düşündüm. Sonra başladım
anlatmaya. Hiç şaşırmadı, beklemiyordum bu sakinliği.
-
Aslında rahatlaman için iyi seçim ama akıl vermek konusunda yanlışım ben
senin için. Bana kalırsa “git” derim. Arkanda ne varsa düşünme. Ben annemi
düşündüm hep. Ne hayatımı kurtarabildim ne de aşkımın peşinden koşabildim.
“Pişman mısın?” diye sorarsan, “eh zaman zaman”. Sadece kendine şunu sor: Değer
mi?. Değerse git. Yoksa yazık olur sana.
Keşkelerin insanı nasıl yorduğunu
bilemezsin. Giyiminden, kuşamından hali vakti yerinde bir yaşamın var gibi.
Elinden geliyorsa eğer, “vicdanınla barışık” bir yaşam sür. Onunla iyi geçin.
Yaşarken her gün öldürür adamı. Çocuğun var mı?
-
İki tane
-
Onları düşün. Aşk meşk güzel şeyler de. Ne
bileyim, evladım olmadı hiç. “Annelik”
nedir bilmem. İyisi mi dön geri, var
git evine. Yalan bedava. Bu dünyayı tek döndüren şey, yalan. Bulursun,
uydurursun bir bahane
Otobüs geldi. Gitsem mi kalsam
mı. Hayat, asıl bu anlarda başlıyor. Karar vermek, ya da verememek!
Kararsızlıklar, zaten hep sinirlerimi bozmuştur.
-
Hanımefendi, otobüs kalkıyor.
-
Ben gelmiyorum. Taksi çağardım döneceğim
Gidemedim…Belki çok pişman
olacaktım ama yapamadım. Kız olarak dünyaya geldim, sonra kadın oldum ve
ardından anne. Sorumluluklarım var, yapamam, yapmamalıyım. O sırada telefonum
çaldı.
-
Efendim
-
Zeynep hanım?
-
Evet
-
Gelemiyorsunuz sanırım. Başınız sağ olsun.
Ailesine haber verebilirseniz. Hala ulaşamadık.
-
Anlıyorum, teşekkürler. Haber vereceğim
En son bir sonbahar günü annemin,
“bu son dondurma, havalar soğudu artık” dediğinde dondurmam düşmüştü. Herhalde
bu kadar en çok o zaman ağlamıştım. Aynı masumluk değildi, hiç değildi. İnsan
neyine güvenir de kimseyi kaybetmeyeceğini düşünür. Hep öyleydim. Hiçbir zaman
“ölüm korkusu”nu hissetmemiştim. Eve gittim, herkes oturmuş beni bekliyordu.
Üzgünlerdi. Turgut, beni görür görmez boynuma sarıldı. Hiç bu kadar içten
sarılmamıştı. Hatta flört dönemimizde bile.
-
Nerdeydin? Niye telefonlarına bakmıyorsun?
Çıldıracaktım
-
Bir ara yogaya gidiyordum ya. Hocam vefat etmiş.
Hemen düşünemeden çıktım ben de. Özür dilerim hepinizden o kadar da hazırlık
yapmışsınız. Ama hiç keyfim yok, biraz uyumak istiyorum
Beni gördükleri için biraz
şaşkın, biraz mutlu halleri vardı. Hemen yukarı çıktım, kapıyı kilitledim. Bir
fotoğrafımız vardı. Zaten bir tane vardı. Takılarımın arasına saklamıştım.
Turgut sağ olsun. Takılarıma hiç ihtiyacı olmamıştı. Saatlerce göğsüme bastırıp
ağladım. İçimi çeke çeke. Sonra uyumuşum.Tüm gece yağmur yağdı. Bir ara gece
balkona çıktım. “Ben de atlasam” dedim. Sahi nasıl sevmiştim. Güzeldi,
heyecanlıydı. Beni hiç üzmemişti. Hava esmeye başladı. İçeri girdim. Elimden
bir şey gelmiyordu. Böyle anlarda uyumayı seçerdim. Rüyalarıma girmesini
bekledim, hiç gelmedi. Demek doğrusu buydu, unutmalıydım. Unutamadım…
26 Ocak 2013 Cumartesi
LIFE of PI/ Asla umudunu kaybetme
İnsan
aynı anda birçok dine inanır mı? Filmin başında önce bu ilginizi çekiyor. Ana
karakter Pi, Hristiyan, Müslüman, Hindu ve aynı zamanda Yahudi. “İnanmak için
şüphe etmek gerekir” diyor Pi. Ve ekliyor: Test etmeden inancın gücünü
bilemezsin. En basit bir aleti bile denemeden çalışıp çalışmadığını nasıl
anlayamazsın. Çalışırsa işine yarar. İnanç da böyle bir şey aslında. Kendini
‘muhafazakar’ diye tabir eden kim bilir kaç kişi, diğer dinleri anlamaya
çalışsa beklide dininden dönecek. Ya da ‘öteki’ diye dışladığı kaç kişiden özür
dilerdi acaba?
Mecburiyetten
çıkılan yolculuk, ezberlediğin yaşamı bırakmak zorunda kalma, yeni bir hayata
başlama… Hiçbir zaman hayat planlandığı gibi gitmez. Film izlemek istersin,
arkadaşın seni arar çok canı sıkkındır. Beyaz elbisemi giyeceğim dersin üstüne
kahve dökülür, eve gidince hemen uyuyacağım dersin, mutlaka yapılması gereken
bir iş çıkar. “Yaşamın içindeki küçük hayatlar” diyorum ben bunlara. Peki bir
hayat birden nasıl değişir? Hiç hesapta yokken herkes gibi yaşadığın hayat,
kimsenin yaşayamayacağı bir hayata nasıl dönüşür? Pi, bunu gördü. Onun
deyimiyle: Test etti, ya da etmek zorunda kaldı diyelim. Önce bir fırtına,
sonra kaybettiği ailesi…
Filmde güzel mesajlar var. “Sabretmek”, “vazgeçmemek”, “mücadele etmek” ve “asla
umudunu kaybetme”. Bunların ortak noktası: İstemek. Pratik zekasıyla hayatta
kalma mücadelesini anlatan film zaman zaman yüzünüzde tebessüm yaratırken arada
gözleriniz dolmaması da mümkün değil. Bir balığı öldürmek zorunda kalan Pi,
aynen şöyle diyor: Hayata balık olarak geldiğin ve hayatımızı kurtardığın için
teşekkür ederim
Evet
Pi vazgeçmiyor aslında. Ama hiç yorulmuyor da değil. Bir insan şu hayatta her
şeyi unutur, bir gerçeği unutmaz. Her an hatırlatır kendini size. Sadece
gerçekle yaşamı öğrene bilenler yaşamaktan zevk alırlar. Pi, artık gerçekle
hayali birbirine karıştırıyor. pek çoğumuz, dönem dönem isyan ederiz. Hatta
ölümü bile düşündüğümüz zamanlar olur. Tam da bu anlarda kaybetmekten
korktuğumuz insanlar gelir aklımıza. Fakat Pi’nin böyle bir sorunu yok. Peki
neden hala mücadele veriyor? Onu hayatta tutan arkadaşı Richard Parker adlı
kaplan için mi? Ya da böyle bir kaplan veya hikaye var mı? Filmin sonunda sizi
farklı bir hikaye bekliyor. Ve film, sonu size bırakıyor. Karar bizim,
hangisini seçerdik!
19 Ocak 2013 Cumartesi
Ölüm var!
Yaşamın gayesi üzerine ciddi ciddi düşünmek gerekir. Sonsuza kadar yaşanacak olsa, yaşamda kalma konusunu kim düşünürdü? Bir işi, hele ki karşılığında para kazanılacak bir işse bu, acele etmeyi, yetişmeye çalışmayı yavaş yavaş anlamaya başladım. Biraz zor oldu, ama anladım. Fakat sonsuz hayatta insanının düşünme yetisi kaybolmaz mı? Ne kadar çalışkan, tez canlı olsan da insanın özünde miskinlik vardır. Bir de Türk isen, son dakika işlerimiz vazgeçilmezimizdir.
Eşyalar gibi insanları da hor kullanmaya başladık. Ölüm gerçeğini bile bile hem de. "Yarın ölse, hiç mi üzülmem" diyemiyoruz kendimize. Kaybetmeye o kadar alışmışken, neden insanları kaybetmeyecek gibi kırıyoruz? Çok enteresan! Eminim ki bugün "ölümsüzlüğün ilacı bulundu" deseler, incitmeyi alışkanlık haline getiririz. Nasılsa önümüzde çok zaman var, sonsuz zaman! Çaresine bakılır.
Bugün, ağır zamanların aktığı acı bir gün. Mehmet Ali Birand defnedildi, Hrant Dink anıldı, Toktamış Ateş öldü ve İsmet Hürmüzlü vefat etti. Bu yazı bitince bir haber daha alırsam eklerim, ne diyeyim. Ölümün, haber vermeden gelmesi var çünkü.
Acaba çok kırılmışlar mıydı?, Derin izleri, bir türlü kabuk bağlamayan yaraları var mıydı? Hayat, herkese değil belki ama çoğu insana ortadır. Çok üzülürsün, canını yakarlar. Bir yandan da öyle güzel bir hayat yaşamışsındır ki. Yaşamında var olan, kendini şanslı hissettiren dostların, ailen, köpeğin, kedin. Peki bu güzel insanlar, hangi tarafı daha yoğun yaşamıştı. Acıyı mı, tatlıyı mı?
İşe yaramaz bilirim, fakat dilerim: Umarım arkalarından keşke diyen çok insan yoktur. Onlar öldü, kurtuldu belkide. Sağ kalana kalan keşkelerle, sana yazık oldu. Ölümü ifadelerimizle de kabullenmeli artık. Ölümün varlığı diri tutulmalı. Böylelikle belki sevmeye, sevilmeye kafa patlatabiliriz. Baksana, başka yerden gelip, başka yere gidiyoruz. O başkanın arasına hayatlar sokuyoruz. Sonu olan hayatlar... Değer mi?
10 Ocak 2013 Perşembe
Aşk Köpekliktir/ Ahmet Ümit
Ayşe içeri girdiğinde bar kapanmak üzereydi. Cılız ışıklar iyice ölgünleşmiş, barın pastel renkli duvarları adeta koyu bir gölgeyle kaplanmıştı. O alaca karanlıkta, duvarlarda kocaman pencereler gibi duran posterleri seçmek neredeyse imkânsız olmasına rağmen, barın her kösesini aklına iyice kazıdığından, su anda Miles Davis'in posterinin önünden geçtiğini çok iyi biliyordu.
Gerçi şarkıcının ağırdan ağıra kulağına dolan "So VVhafinin tınıları olmasa ne siyahi cazcıyı ne de onun duvardaki posterini anımsayacak hali vardı. İçkiden değil -artık alkol onu eskisi kadar etkilemiyordu-bu bara adımını attığı anda basına üşüşen anılardan. Bedenini sarsan heyecandan, göğüs kafesinde ikinci bir yürek gibi atan tutkudan, öldürmeyi bir türlü beceremediği umuttan... Evet, hâlâ umudunu yitirmemişti.
Bu gece de son iki aydır yaptığı gibi bu barın kapısından içeri girdiğinde, onu bulmayı hiç ummadığı halde, aynı istem dışı davranışla, aynı sabırsız gözlerle insansız masalarda, karanlık köselerde, dışarıdaki gecenin gölgesiyle iyice kederlenen pencere önlerinde yine onu aramıştı. Ama son iki aydır yasanan yeniden yaşanmış, Stefan'ı bulamamıştı. Barda yalnızca üç kisi vardı; orkestra üyelerinin en az bir saat önce terk ettikleri sahnenin sol tarafında, iç içe geçecekmiş gibi birbirine yakın oturan genç bir kız ile bir adam ve ben toparlamaya çalışan barmen.
Genç kız ile adamı ilk kez görüyordu, ama barmeni çoktan beri tanıyordu. Barmenin eşcinsel olduğunu söylemişti Stefan. Kırlaşmaya baslayan saçlarını kızıl kestaneye boyatan orta yaslı barmenin bir adı vardı elbette, ama son günlerde sıkça tekrarlanan unutma krizine tutulduğundan su anda anımsayamıyordu. Adını anımsayamasa da barmene doğru yürüdü. Birkaç adım atmıştı ki, barmen de onu gördü. Elindeki konyak şişesini tezgâhın altına koymayı bir süre erteleyerek gülümsedi.
"Oo Ayşe, merhaba... " "Merhaba" dedi Ayşe barın önündeki taburelerden birine tünerken. "Orkestra gitmiş." Bunu laf olsun diye söylemişti, orkestranın bu saate kadar çoktan gitmiş olacağım biliyordu; aslına bakarsanız hâlâ barmenin adını düşünüyordu. "Geç oldu" dedi barmen. "Artık senin de gelmeyeceğini sanıyordum." Barmenin ses tonunda alaycı bir tını hissetti Ayşe. Adamın ismini anımsamayı bırakıp dikkatle yüzüne baktı; hayır, manidar bir ifade yoktu, içten görünüyordu. Yine de onu yanıtlamak yerine, "Bir kadeh cin alabilir miyim ?" dedi, önemli bir ayrıntıyı belirtmek için hemen ekledi: "Toniği az olsun lütfen." Barmen elindeki konyağı alt rafa bırakıp, cin şişesini aldı, tezgâhın üstüne koydu.
Bardağı hazırlarken, "Her zamankinden desene... " diye söylendi. Sanki neden böyle uzak duruyorsun dercesine dostça çıkmıştı sesi. Ayşe, o anda anımsadı barmenin adını: Rafo; Rafet'in kısaltılmısı. Rafo'nun da tıpkı, Stefan gibi bir zamanlar trompet çaldığını, sonra bu iste iyi olmadığım anlayıp müzisyenliği bıraktığını, ama cazdan vazgeçemediği için bu barda çalıştığını biliyordu. Bunu da Stefan anlatmıştı, ama Ayşe inanmamıştı. Hikâyeyi fazla romantik bulmuştu. Ona göre barmen sevgili bulmak için burada çalışıyordu.
Öyle ya, orta yaşlı bir eşcinsele sokakta kim bakardı?Oysa özgür ilişkilerin yasandığı bu barda kendine daha kolay arkadaş bulabilirdi. Hem burası saygın insanların geldiği bir yerdi. Kimse onu escinselliğinden ötürü küçümsemezdi. Hatta Rafo'nun cinsel seçimini ilginç bulanlar bile çıkardı. O da tıpkı bir heteroseksüel gibi özgürce, dilediği kişiye kur yapabilir, en azından bunu deneyebilirdi. Ama simdi, bu kederli gecenin ortasında, bu terk edilmiş barın tuhaf ıssızlığında, insanı alkolden daha çok etkileyen bu müziğin kuşatmasında barmene bakarken, bu öykünün doğru olabileceğine inanmaya başlamıştı.
Gülümsemeye çalışarak, "Evet, her zamankinden" diye tekrarladı. Rafo alışkanlıkla şişedeki cini usulca bardağa boşaltırken, Ayse, neredeyse altı aydır tanıdığı bu adamın Stefan gittikten sonra kendisine karsı daha sevecen, daha anlayışlı davrandığını fark etti. Stefan yanındayken, Rafo sanki ona daha mesafeli durur, daha soğuk davranırdı. Yoo, hiç kabalık etmemişti, hiç kinci olmamıştı, hep saygılıydı, ama hep de uzak. Oysa Stefan'ın, hem onu, hem orkestrayı, hem de bana bırakıp gitmesinden sonra barmen sanki aralanndaki uzaklığı ağır ağır kaldırmış, Ayşe'ye karşı daha ilgili olmaya baslamıştı. Cininden bir yudum alırken, yoksa o da mı Stefan'a âşıktı diye düşündü. Neden olmasın? Aylarca aynı mekânda bulunmuşlardı. Kendisi gibi barmen de ondan etkilenmiş olabilirdi. Bu, neden daha önce aklına gelmemişti? Yanıtı hemen buldu; çünkü o zamanlar bırakın bu orta yaşlı barmeni, dünyanın en güzel kadını bardan içeri girse Stefan'ın görecek hali yoktu. Birden Stefan geldi gözlerinin önüne, kızıl kıvırcık saçlan, biraz irice, ama geniş çenesiyle uyum sağlayan burnu, bitişikmiş gibi duran kaslarının altından insana hep kederle bakan yeşil gözleri...
Sevgilisine çocuksu bir sevimlilik getiren aksanlı konuşması çınladı kulaklarında. Yüreğinde derin bir acı hissetti. Stefan'ın görüntüsünü kafasından kovmaya çalışırken, sanki ne düşündüğünü biliyormuş gibi, "Onu unutamıyorsun değil mi?" diye sordu barmen. Ayse yanıt vermek yerine ters ters baktı. Tınmadı Rafo. "Kolay değil" diye mırıldandı. "Gerçekten harika bir adamdı." Rafo'nun ilgisi canını sıkmaya başlamıştı, yine de sesini çıkarmadı Ayşe. Tezgâhın üzerindeki cin bardağını alıp ikinci kez dudaklarına götürdü. Ama barmen ısrarcıydı. "Konuşmak istemiyorsun, biliyorum. Seni o kadar iyi anlıyorum ki, ama anlatman lazım. Anlatmazsan bu sıkıntıdan kurtulamazsın... " Kendinden emin bir sesle konuşuyordu. Söyledikleri değil de, söyleyiş biçimi Ayşe'yi rahatsız etti. Rafo'nun da Stefan'a âşık olduğuna iyice inandı. Bakışlarında, barmeni küçük gören bir ifade belirdi. Seni ilgilendirmez diye kestirip atacaktı, ama bu sözleri yeterli bulmadı; ona acı çektirmek istedi. "Sen de onu seviyordun, değil mi?" diye sordu.
'Bir arkadaşı sever gibi'
Bunu söylerken küçümseyen bakışlarım adamdan ayırmamıştı. Rafo'nun yüzündeki kalender ifade bir an bozulur gibi oldu. "Doğru" dedi. Sesine de bir parça keder eklenmiş
gibiydi ama çok sürmedi, yeniden kendinden emin gülümseyişini talandı. O da sözlerini Ayşe'nin gözlerinin içine bakarak tamamladı. "Seviyordum, ama senin gibi değil."
Ayşe, bu sözlerin anlamını çözemedi. Ona asık değildim, bir arkadaşı sever gibi mi sevdim diyordu, yoksa onu senden çok mu sevdim diyordu. Anlamak için Rafo'ya baktı. Barmen onun bakışlarını umursamadı, döndü, arkasındaki rafta sıralanan şişelerin arasından içinde martini olanı aldı, önündeki kadehi doldurmaya basladı. Ayşe dayanamayıp sordu:
"Nasıl seviyordun peki ?" Barmen anlamamıştı ya da anlamazlıktan gelmişti. "Efendim?.. " "Stefan'ı diyorum, nasıl seviyordun ?" Rafo yanıtlamak için acele etmedi, elindeki şişenin kapağını kapattıktan sonra aldığı yere bıraktı. Yeniden dönüp kadehi kavradı. Gülümsemesini ve gülümsemesine gizlenmiş kederi de yitirmeden yanıtladı Ayşe'yi: "Senin gibi değil." İçten bir tavırla kadehini kadınınkine usulca dokundurdu. "Hadi bakalım kızıl saçlı trompetçimize içelim." Barmenin rahat tavırları kuşkularım gidermemişti, ama bu, onu kadeh kaldırmaktan alıkoymadı. "Peki" dedi, "Stefan'a içelim." Kadehlerini yeniden tezgâhın üzerine koyduklarında bir süre ikisi de konuşmadılar. Hayır, artık müziği de duymuyorlardı, kendi dünyalarına dalıp gitmişlerdi.
Ayşe'nin bakışları yine orkestranın olmadığı sahneye kaydı. Stefan'ı ilk kez bu sahnede, trompet çalarken görmüştü."O gece bu bara ilk kez geliyordun, değil mi ?" diye sordu Rafo.
Ayşe'nin boş sahneye kilitlenen dalgın bakışlarını fark etmiş olmalıydı. Rafo'nun sesi, tuhaftır, Ayşe'nin düşüncelerini dağıtmadı, daha iyi anımsamasına yardımcı oldu. Ayşe belleğinde uyanan anıları dile getirir gibi sakin mırıldandı: "Evet, o gece bu bara ilk kez gelmiştim."
Bara geldiği ilk geceyi, Stefan'ı gördüğü ilk anı anımsamıştı. Kolejden arkadaşı Nesrin'in önerisiyle girmişlerdi içeri... Nesrin öve öve bitirememişti cazcıları... Hele trompet çalan o kızıl saçlı Alman... Bir şarkının ortasında girmişlerdi içeri. "Blue Skies"ı çalıyordu orkestra. Sahnenin biraz gerisindeki bir masaya oturtmuştu onları garson.
"O gece tanıştınız değil mi Stefan'la?" dedi Rafo. "Sen nereden biliyorsun?" Anılarından sıyrılmıştı Ayşe. Tepkisel değildi, sadece Rafo'nun o geceyi anımsamasına şaşırmıştı. "Stefan, senin gibi esmer, uzun boylu bir kadını aradığını söylemişti bana. Caddede yürürken, alışveriş yaparken, restoranda yemek yerken, barda içki içerken bakışları hep o kadını arardı. Sadece orkestrada çalarken onu unutur, kendini müziğin akışına bırakırdı; tabiî müzik iyiyse. Bazen dikkati dağılır, kendini vermeden katılırdı orkestradaki parçaya, iste o anlarda gözleri yine o gizemli kadını aramayı sürdürürdü müşterilerin arasında." Ayşe dalgın, gülümsedi. "Beni de öyle fark etmişti. Orkestrada çalarken... Demek ki o gece müziğe konsantre olamamış."
"Konsantre olsa bile seni fark ederdi" diye lafını kesti Rafo. "Çünkü aradığı kadına çok benziyordun. Hatta içeri girdiğinde ben de o kadın sandım seni. Stefan daha seni görmemişti. İşte dedim, kendi kendime Stefan'ın aradığı kadın geldi sonunda. O gece içeri adım attığın ilk andan itibaren büyük bir merakla izledim seni." "İzledin mi? Beni mi izledin?" "Evet, seni, tabiî Stefan'ı da." "ilginç" dedi Ayşe. Sanki barmen ondan bazı bilgileri saklıyormuş gibi kuşkuyla bakmaya baslamıştı. "O halde hikâyemizi biliyorsun... " Bu cümle tuzaktı; Rafo'yu konuşturmak için söylenmişti. "Hayır, bilmiyorum" dedi Rafo. "Stefan pek konuşkan biri değildi." Rafo açık vermeyince Ayşe üsteledi. "Bir kadını aradığını anlatmış ya." "Hepsi o. Stefan'a kalsa o kadarım da anlatmazdı. Ama bırakmadım adamı. Ağzından girip burnundan çıktım. Zorla konuşturdum." "O kadının kim olduğunu da anlatmadı mı?" "Anlatmadı. Senden de çok bahsetmezdi. Genel geçer birtakım laflar... o kadar. Hem de defalarca sormama rağmen."
Ayşe'nin gözleri ışıldadı, kadehine uzanmadan önce, "Haklısın, Stefan konuşmayı pek sevmezdi" dedi. "Bana da çok sonra anlattı olanları." Rafo gözlerini Ayşe'nin dudaklarına dikmiş, aylardır merak ettiği soruların yanıtım genç kadınm sözlerinde bulmayı umuyordu. Oysa Ayşe'nin de onun söyleyeceklerine ihtiyacı vardı. Rafo, senden hiç bahsetmedi demesine rağmen, Stefan'ın kendi hakkındaki yorumlarını duymak istiyordu.
Yaşananlardan sonra, Stefan'ı unutmak için bunları bilmek zorundaydı. Ancak su anki halini barmenin bilmesine hiç gerek yoktu. Sakin görünmeye çalışarak, kadehindeki cinden bir yudum aldı. Kadehi tezgâhın üzerine koyarken, önemsiz bir konudan bahsediyormuş gibi yumuşak bir ses tonuyla sordu: "Benim hakkımda hiçbir şey söylemedi mi ?" "Hiç, yani neredeyse hiç... " Hiç lafı canını sıktı Ayşe'nin. Barmen'in kendisini aşağıladığını sandı, oysa sadece durumu anlatmak için öyle demişti Rafo. Kızmaması gerektiğini bildiği halde dayanamayıp sesini yükseltti Ayşe: "Nasıl hiç ? Onca zaman bara gelip gittim. Benden konuşmadınız mı ?" "Konuştuk tabiî. Ama nasıl derler... derine inmedik... " Sözlerinin Ayşe'yi ikna etmediğini fark eden barmen açıklamasını sürdürdü: "İlla da duymak istiyorsan söyleyeyim. Seni güzel buluyordu, çok akıllıymışsın, çok ince düsünceliymişsin... Ha bir de nefis makarna yapıyormuşsun. Özellikle vejetaryen sosun mükemmelmiş. Seni sorduğumda aldığım yanıtlar bunlardı. Yani aşağı yukarı bunlardı... " "Peki öteki kadın?" "Onun hakkında senin kadar bile konuşmadı. Sanki bir tabu gibiydi o kadın. Yasaklanmış, lanetlenmiş, haram sayılmış biri gibiydi.
" Ayşe'nin gözlerini kısarak büyük bir ilgiyle kendisini dinlediğini anlayınca iyice ayrıntılara girdi Rafo. "O kadın hakkında konuşmamasının tek nedeni Stefan'm ketumluğu değildi. Bence o kadında bir tuhaflık vardı." "Hani Stefan ondan hiç bahsetmedi diyordun, nasıl anladın bunu peki?" diyerek kuşkusunu açıkça dile
getirdi Ayşe. "Bahsetmezdi ama, 'Bu aradığın kadın kim?' diye sorduğumda, Stefan'm rengi atar, davranışları değişmeye başlardı. Hani insanın kimyası değişir derler ya işte öyle olurdu... " Barmeni gözleriyle tartmayı sürdürdü Ayşe; bir karara varamamış olacak ki, "O kadınla kıyaslıyor muydu beni?" diye sordu. "Kıyaslamıyordu" dedi kısaca Rafo. Ama gözlerinde tuhaf, yırtıcı bir ışık yanıp sönmüştü.
'İnsan tanımadığı birini nasıl kıskanır?'
"Onu kıskanıyor musun ?" "Kıskanmıyorum" dedi Ayşe hiç düşünmeden, "insan tanımadığı birini nasıl kıskanır?" Sustu. Cininden bir yudum daha aldı. İkisi de sustular. Aslında Rafo susmak istemiyordu. Merak ettiği, Ayşe'ye sorması gereken çok soru vardı. Ama kadının oluşturduğu bu ağır sessizliği bir türlü cesaret edip kıramıyordu. İşin kötüsü Ayşe artık bu konuyu açmazsa, Stefan hakkında merak ettiklerini belki de hiçbir zaman öğrenemeyecekti. Çünkü onunla hiçbir zaman böyle baş başa konuşma fırsatını bulamamıştı, bundan sonra bulacağı ise çok kuşkuluydu. Ancak yanılıyordu. Ayşe de ondan farklı düşünmüyordu. Stefan hakkında daha çok bilgi edinmek için ikisinin de birbirlerine gereksinimleri vardı. Nitekim kısa bir duraksamanın ardından sessizliği bozan Ayşe oldu: "Evet, galiba o kadını kıskanıyorum. Hem tanımadığım için daha çok kıskanıyorum. Onu göremediğim için kusurlarını bile bulamıyorum. Stefan'ı bu denli etkilemiş olduğuna göre mükemmel bir kadın olmalı diye düşünüyorum. Öyle olmadığını bile bile... " Genç kadının konuşması bir iç dökmeye dönüşmüştü. Rafo sevindi bu duruma, ama sormadan da edemedi. "Öyle olmadığını nereden biliyorsun ?" Rafo'nun sorusu Ayşe'nin kederini biraz daha koyulaştırdı. Derinden bir iç geçirerek barmene baktı. Adamın merak dolu ela gözleri alaca karanlıkta kestane rengine dönüşmüştü, yüzündeki her geçen gün biraz daha belirginleşen kırışıklıklar iyice artmıştı. Ayşe'nin içinde acımaya, şefkate benzer bir duygu uyandı. Stefan da iyilikle bahsederdi ondan. Yardıma gereksinimi olan biriymiş gibi... Hem ilişkilerinin başından beri tek tanığı olan bu barmen belki de gerçekleri öğrenmeyi hak ediyordu. Kim bilir, belki de Rafo'nun dediği gibi olur, yasadıklarını onunla paylaşırsa, sıkıntısı biraz hafiflerdi. Yine de olanları anlatması için Rafo'nun bir süre daha çabalaması gerekecekti.
"Bara ilk geldiğin gece yanında bir kadın vardı" dedi barmen. Yüzü aydınlanır gibi oldu Ayşe'nin. "Nesrin" dedi... "Yakın arkadasın olmalı... Çok samimiydiniz... " "Yakındır. Kolejden arkadaşım, aynı sırada otururduk, iki yıl da İngiltere'de birlikte kaldık. Aynı apartman dairesinde yaşadık." "Ne yapıyordunuz İngiltere'de ?" "Okuyorduk. Nesrin sinema okudu, ben iç mimarlık." Rafo şaşırmışçasına sordu: "Senin antikacı olduğunu sanıyordum." "Doğru antikacılık yapıyorum, ama iç mimarlık okudum." Barmen düş kırıklığına uğramış gibiydi. "Mesleğini yapmayıp, antikacı dükkânı açtın ha!" "Öyle oldu, mimarlığı bir türlü sevemedim. Başkalarının parasıyla kendi yapıtını yaratmak. Ne sen memnun olursun ne de müşteri... Belki de yaratıcı biri değilim. Her neyse antikacılık yapıyorum iste. Şikâyetçi de değilim." Rafo'nun gözlerindeki düş kırıklığı yerini hayran bakışlara bırakmıştı. "Stefan'm seni neden bu kadar çok sevdiğini simdi anlıyorum." Ayşe'nin bu sözlere sevinmesi gerekirdi, oysa içini yeni bir burukluk kapladı. "Stefan beni hiç sevmedi ki" diye geçirdi içinden. Ama duygularını barmenin fark etmesinden korktuğu için kendinden emin, gülümsemeye çalışarak sordu:
"Neyi anlıyorsun?" "Birbirinize çok benzediğinizi ? Stefan pek mantıklı biri değildi. Sen de öyleymişsin." Alaycı bir gülüş döküldü Ayşe'nin dudaklarından. "Yanılıyorsun. Ben son derece mantıklı biriyimdir. Mimarlık yapmamamın nedeni insanlarla anlaşamamamdı. İçimdeki çılgınlık arzusu değil. Zaten hiçbir zaman öyle çılgın biri olmadım... " Stefan'la tanışıncaya kadar diyecekti, dilinin ucuna kadar geldi, söylemedi. "Sahiden, çok mantıklı bir insanımdır; hatta fazla mantıklı. Bizim Nesrin, demir iradeli kız derdi bana. Kolejde de öyleydim, üniversitede de, İngiltere'de de... " "Ama Stefan gibi tuhaf bir adama kapılmakta sakınca görmedin... " diye tamamladı Rafo. Adamın ne düşündüğünü anlar gibi içinden geçenleri söylemesi Ayşe'yi irkiltmedi. Aksine uysalca basını sallayarak, "Görmedim" dedi. Bu sorunun yanıtım kendisi de bilmiyormuş gibi düşünceli bir tavırla açıklamaya çalıştı. "Zıt insanlar birbirini çekermiş gibi klişe bir laf edeceğim ama herhalde öyle değil...
Bilmiyorum yani... Oldu iste, kapıldım... " Rafo'nun, iyi yapmışsın, Stefan şahane bir adamdı demesini bekledi, olmadı.
"Hemen o gece mi başlamıştı ilişkiniz ?" diye sordu barmen. Ayşe irkildi. Bu adamla oturup özel hayatım konuşmakla yanlış mı yapıyordu ? Eşcinsellerin çoğunun iliski dediklerinde akıllarına önce seks geldiğini duymuştu. Bir an eğer o gece düzüştünüz mü diye soruyorsan hayır, ama ilişkimiz o gece başlamıştı, demeyi düşündü, ancak kadim arkadaşı Nesrin'in de o gecenin ertesinde aynı soruyu sorduğunu anımsayınca vazgeçti. Gerçi Nesrin biraz utanmazdı. Böyle konuları konuşmaktan açıkça zevk alırdı. Erkek arkadaşlarıyla ne yaptı, ne etti hepsini ballandıra ballandıra anlatırdı Ayşe'ye. Önceleri kızardı Ayşe. Giderek alıstı, hatta bunları işitmekten gizli bir zevk aldığını bile fark etti. Ancak utanıyormuş gibi davranmayı sürdürdü. Oysa son kertede aşkın dokunmak olduğunu o da çok iyi biliyordu. Gerçi Stefan böyle olmadığına inanıyordu. Kim haklı, kestirmek zordu. Belki de aşk dokunamamaktı. Kafasından bütün bu düşünceler hızla geçti. Sonuçta Rafo'yu azarlamadı. "Hayır, ilişkimiz o gece başlamamıştı" demekle yetindi. Rafo pervasızdı, ısrarcıydı. "Ertesi gece mi basladı ? O geceden sonra buranın müdavimi oldun da." Rafo'nun olanları böyle ayrıntılarıyla anımsamasına bir kez daha şaşırdı. Eğer adamın eşcinsel olduğunu bilmese kendisine âşık olduğunu bile sanabilirdi... Aklına yeniden Rafo'nun Stefan'a âsık olabileceği geldi, ama bu kez kıskançlık duymadı.
Yorgan gittiğine göre kavga etmenin de anlamı yok diye düşündü. Yorgan mı, Stefan'ı yorgana mı benzetiyordu. Kendi kendine güldü. "Niye güldün?" diye sordu barmen. Sorarken o da gülümsemişti. "Hiiç... Önemli değil." "Sen de konuşmayı pek sevmiyorsun... " diye söylendi Rafo. Ayşe aldırmadı, yeniden kadehindeki içkiye sığınmıştı. "Stefan'la bu kadar iyi anlaşmanızın nedeni belki de buydu." Sohbeti açacak bir damar bulma derdindeydi Rafo. Sonunda basardı da, kadehini tezgâhın üzerine koyan Ayşe, "Stefan'la iyi anlaştığımızı nereden çıkardın?" diye sordu. Hayır, öfkeli çıkmamıştı sesi. Anlamaya çalışan birinin merakı içindeydi. "Anlaşmıyor muydunuz?" "Anlaşır gibi mi görünüyorduk dışarıdan ?" "Evet, birbirine çok yakışan, çok iyi anlasan bir çift gibiydiniz. Barın müdavimlerinin çoğu hayrandı size. Hem de sizi hiç tanımayan insanlar..." Gülümseyerek başını salladı. "Bir gece siz, Stefan'la şu köşedeki masada oturuyorsunuz. Bizim ressam Karamsar Kâmil var. Bu da benim yanımda, senin oturduğun iskemlede oturuyor.
Size bakıp bakıp, 'Ulan Rafo, hayat o kadar da kötü değil, yasamak için hâlâ umut var' dediğini bile hatırlıyorum." Ayşe'nin gözleri dumanlandı. "Demek öyle dedi" diye yineledi. "Öyle dedi. Yani dışarıdan çok güzel görünüyordunuz..." Rafo'ya daha fazla bakmaya cesaret edemedi Ayşe, gözlerini kaçırdı. Gözlerini kaçırmasa ağlayacağını biliyordu. "Sigaran var mı ?" diye sordu barmene. "Olmaz mı ?" diyen Rafo tezgâhın altından bir sigara paketi çıkarıp uzattı. Ayşe paketten bir tane çekip dudaklarının arasına yerleştirdi. Rafo'nun paketi yerine koyduğunu görünce, "Sen içmiyor musun ?" diye sordu. "İçmiyorum. Zaten burada pasif içici gibiyim." "Ama paket taşıyorsun." Rafo'nun bakışları tezgâhın altındaki pakete kayar gibi oldu. "Ha o mu? Her zaman müşterilerden biri unutur."
Ayşe'nin dudaklarının arasındaki sigara yakılmayı bekliyordu. Rafo fark edince, "Hay Allah atesi unuttuk" diye söylenerek cebinden bir çakmak çıkardı. Çakıldığında çift alev beliren, popo biçiminde tasarlanmış bir çakmakla yaktı kadının sigarasını. Ayşe'nin gözü çakmağa takılmıştı. İyi de olmuştu, az önceki duygusal ağırlıktan kurtuldu. Bakışlarında muzip ışıltılar oynaşmaya başladı. "Bunu müşteriler unutmadı" diye açıkladı Rafo. "Amsterdam'dan bir arkadaşım getirdi." Sigarasından derin bir nefes çeken Ayşe, dumanı üflerken manidar bir sesle sordu: "Yakın arkadasın olmalı." Rafo tezgâhın öteki ucundaki kül tablasını alıp, Ayşe'nin önüne getirdikten sonra, "Oldukça... " dedi dudaklarında çapkm bir gülümsemeyle. "Boş ver arkadaşımı simdi, Stefan ve senden bahsediyorduk... " "Öyle mi?" dedi Ayseağırdan alarak. "Öyle... Anlaşamadığınızı anlatıyordun... " Ayse sigarasından bir nefes daha çekip dumanını savururken, "Neden seni bu kadar ilgilendiriyoruz?" diye sordu yeniden. Hiç duraksamadan yanıtladı Rafo. "Çünkü sıra dışı bir ilişkiniz vardı... Dahası hep gözümün önündeydiniz... Ama ben gerçekte neler olup bittiğini bilmiyorum." "Neden bu kadar meraklısın ?"
"Meraklı... Evet, aslında meraklı bir adamım, ama bu daha derin bir duygu. Şimdi açıklayamam sana.
Yalnız şunu bil, öyle basit bir merak değil bu... " Rafo'nun ne demek istediğini anlamıştı Ayşe. Evet, yaşadıklarını bu adamla paylaşabilirdi, üstelik belki Rafo ona ne yapması gerektiğini söyleyerek, bu acı verici duygusal çemberin içinden çıkmasına yardımcı olurdu. "O geceyi sen de çok iyi hatırlıyorsun" diye basladı anlatmaya.
"Bizim Nesrin'in doğum günüydü. Birkaç hafta önce, tam altı yıldır birlikte olduğu erkek arkadaşı Erol'dan ayrılmıştı. Adam artık sıkıldığını söyleyip çekip gitmişti. Oysa Nesrin onunla evlenmeyi tasarlıyordu. Üstelik ayrılalı henüz otuz gün bile olmamışken, herif arayıp doğum gününü bile kutlamamıştı. Anlayacağın Nesrin fena halde bunalımdaydı. Onu teselli etmek de en yakın arkadaşı olarak bana düşmüştü. O gece erkenden Beyoğlu'nda buluştuk. Önce bir İtalyan restoranında yemek yedik. Sanki Türklerden çok farklarmış gibi bizim Nesrin bayılır İtalyanlara, İngiltere'deki iki sevgilisi de İtalyan'dı.
Üstelik çocuklar canciğer kuzu sarması arkadaştı, bizimki önce biriyle sonra ötekiyle pişirdi işi. O çocuklardan dolayı merak saldı İtalyan yemeklerine. Neyse, İtalyan restoranında yemekler harikaydı, ama bizim Nesrin'in gönlüne çare bulacak kimse yoktu. Oradan Babylon'a gittik. Dinozorlar Gecesi varmış. Gerçi bizim dinozor olmamız için daha çok zamanımız vardı, ama ikimiz de 70'li, 80'li yılların müziğini seviyorduk. Gittiğimize de pişman olmadık, Nesrin uzatmalı sevgilisini birkaç saatliğine de olsa unutmayı başardı. Gecenin sonuna doğru bir gazeteciyle dans etmeye bile başladı. Gazetecinin arkadaşı da bana asıldı. Kimseyle flört
edecek halim yoktu, üstelik adam da hiç tipim değildi." "Ya Stefan? O tipin miydi?" diye kesti Ayşe'nin sözünü Rafo. Ayşe güzel bir anıyı hatırlamış gibi tatlı tatlı gülümsedi. "Aslına bakarsan hayır, kızıl saçlı erkeklerden pek hoşlanmam." "Neden?" "Bilmem. Ben daha çok esmerleri severim. Kızıl saçlıları hiç çekici bulmam... " "Ta ki Stefan'ı görünceye kadar" diye tamamladı Rafo yan ciddi yarı saka bir tavırla. "Yanılıyorsun, Stefan'ı ilk gördüğümde de hiç etkilenmedim. Sadece davranışlarım tuhaf buldum..." "Ama sonra... " "Evet, ondan etkilendim. Onu beğenmeye basladım. Beğenmek de değil de... Dur... Dur... Aklımı karıştırma, oraya geleceğiz. Babylon'da kalmıştık. Nesrin alkolün de etkisiyle, dans ettiği gazeteciyle iç içeydi. Eğer ben de adamın arkadaşıyla yakınlaşabilseydim, belki de buraya hiç gelmeyecek, Stefan'ı da hiç görmeyecektim. Fakat gazetecinin arkadaşı beni hiç çekmedi. Ayrıca henüz eski ilişkisinin etkisinden kurtulamamış olan Nesrin'in bir gecelik bir ilişkiyle yeniden yaralanmasını istemiyordum.
Ertesi sabah kendini berbat hissedeceğini kendi deneyimlerimden çok iyi biliyordum." "Bir gecelik ilişki olacağını nereden biliyorsun, belki de... " "Yapma, dinozor olmayabiliriz, ama erkekleri tanıyacak kadar yaşadık. Daha herifin gözlerini, Nesrin'in kalçalarına diktiğini gördüğüm anda anladım niyetinin ne olduğunu. Dans ederken, dudaklarını, benim kalbi yaralı arkadaşımın kulak memesine adeta yapıştırarak konuştuğunu fark edince, çapkın gazetecinin Nesrin'i bu aksam yatağa atmanın hazırlıklarına başladığından kesinlikle emin oldum." "Ve arkadaşını kurtardın..." Rafo'nun sözlerine aldırmadı Ayşe. Sigarasını kül tablasında söndürdükten sonra, "Aynen öyle oldu" dedi. "Aslında Nesrin'in de adamı çok istemediğini biliyordum. Yoksa ne kadar ısrar edersem edeyim, Nesrin inatçıdır, beni dinlemez adamla giderdi. Hadi kalkalım artık, deyince hiç karsı çıkmadan uydu isteğime. Babylon'dan çıkınca nereye gideceğimizi bilemedik. Bana kalsa, artık evlere gitme vakti gelmişti, ama Nesrincim eve gitmeyi hiç istemiyordu, ben de onu kıramadım. Geldik buraya... " Uzanıp kadehini eline aldı, içmeden önce Rafo'ya bakarak açıkladı:
"Bazen keşke bu bara hiç gelmeseydim diye düşünüyorum, ama sonra hemen vazgeçiyorum bu düşünceden... " Ayşe içkisini yudumlarken, Rafo merakla sordu: "Neden? Neden öyle düşünüyorsun? Neden sonra vazgeçiyorsun ?" Bu sohbetten çok hoşlandığı belliydi. Vakit gecenin yarısı olmasına rağmen yüzünde ne yorgunluk, ne uyku belirtisi vardı. Ela gözlerini dikmiş, Ayşe'nin vereceği yanıtı bekliyordu. Ayşe kadehini tezgâha koyarken, "Gelmeseydim diyorum" diye içtenlikle mırıldandı, "çünkü bu bar bana sadece mutsuzluk verdi. Öte yandan bunu yasamayı kendim istedim. Kimse beni zorlamadı... Love Story diye bir film var... Mutlaka bilirsin, senin gençliğinde çok popülermiş... " Orta yaşlı barmenin gözleri çok eski bir tanıdıkla karşılaşmış gibi ışıldadı. "Bilmez miyim? Kuyruklar oluşmuştu sinemaların önünde... " "Ben o günleri yaşamadım. Geçenlerde bir televizyon kanalında izledim. Öyle ahım şahım bir film değil. Ama başrol oyuncusunun filmin sonunda söylediği cümleye bayıldım. 'Ask hiçbir zaman pişman olmamaktır' diyordu." "Güzel laf' dedi Rafo. "Ama bence ask, bin kere pişman olsan da, bin kere onun pesinden gitmektir." Ayşe kaslarının altından baktı barmene. "Bir sey mi ima etmek istiyorsun ?" "Yok canım, ima ettiğim filan yok. Sen de ne kadar şüphecisin ya! Sadece düşüncemi söyledim... " Kadının gözlerindeki sorular dağılmamıştı. "Yok, valla yok. Söylediklerimin seninle hiçbir ilgisi yok... Sen anlatmaya devam et. Evet, nerede kalmıştı? Tamam bara gelmiştiniz." "Bara gelmiştik" diye sıyrıldı alınganlığından Ayşe. "içerisi bu geceden daha aydınlıktı. Orkestra 'Blue Skies'ı çalıyordu." Gülümsedi. "Sen beni fark etmişsin, ama kusura bakma, ben seni fark etmemiştim." "Tabiî canım" dedi Rafo, yapmacık bir tavırla sağ elini çenesine dayayarak, "Stefan varken beni niye fark edesin?" "Stefan'ı da fark etmemiştim.
Barı tanımaya çalışıyordum.Bardaki insanları...Orkestradakileri gördüm tabiî. Ama Stefan hiç dikkatimi çekmedi. Ta ki garson bizi sahnenin biraz gerisindeki o masaya oturtuncaya kadar. Belki Nesrin, 'Bak iste su kazıl saçlı' diye dürtüklemese yine fark etmeyecektim Stefan'ı. Ama gördükten sonra da fazla ilgimi çekmedi... " İnanmamış gibi gözlerini açarak baktı Rafo. "Valla doğru söylüyorum" dedi Ayşe. "Hiç ilgimi çekmedi. Stefan'a söyle bir baktıktan sonra, tepemizde dikilen garsona döndüm. Kendime cin, Nesrin'e de hafif bir kokteyl söyledim. Garson uzaklaşırken, Nesrin beni dürtükleyerek, 'Bize bakıyor, bize bakıyor' dedi. Bakışlarımı yeniden kızıl saçlı Alman'a çevirdiğimde gerçekten de büyük bir ilgiyle bizim masaya baktığını gördüm. Nesrin buraya daha önceden geldiği için, ona baktığını düşündüm. Hatta bu kızıl saçlı trompetçi, Nesrin için iyi bir doğum günü armağanı olur diye geçirdim aklımdan."
"Hani Nesrin'in kalbi yaralıydı, hani bir gecelik ilişkiler arkadaşına zarar verirdi" diye dokundurdu barmen. Ayşe'nin yanıtı hazırdı: "Arkadaşımın kalbinin yaralı olduğu doğru, ama kızıl saçlı trompetçiyle yaşayacağı ilişkinin bir gecelik olacağını kimse bilemezdi. Belki de aralarında büyük bir ask başlardı. Öyle tuhaf tuhaf bakma, valla böyle düşünüyordum." "Bunlar gazeteci için de geçerli değil miydi ?" "Değil, çünkü Nesrin gazeteciyi Stefan kadar beğenmemişti. Beğenseydi tavrım farklı olurdu. Eğer o anda Stefan'ı beğendiğimi, kendim için istediğimi filan sanıyorsan yanılıyorsun. O sıralar birlikte olduğum biri vardı. Üstelik niyeti çok ciddi olan biri. Açık konuşmak gerekirse, evlenmeyi düşünebileceğim tek kisi oydu." Kafasında hikâyeyi başka türlü kurgulamış olan Rafo'nun canı sıkılmıştı. İnanmadığını belli eden bir ses tonuyla sordu: "Kimmiş bu şanslı adam ?" "Üniversiteden arkadaşım İlhan. Çok iyi bir mimardır. Haftada bir kez buluşuruz. Şahane vakit geçiririz.
Hayatta en iyi an-lastiğim insan diyebilirim." Ayşe'nin sözlerini abartılı bulan Rafo, "En iyi anlaştığın" dedi imalı bir sesle. "Evet, bilmek istiyorsan söyleyeyim, onunla Stefan'dan çok daha iyi anlaşırdım." İkna olmuştu Rafo, hatta daha da ileri gitti, Ayşe'yi onaylayarak, "Zaten askın anlaşmayla bir ilgisi yoktur" dedi.
"Haklısın. Stefan'la çok iyi anlaşırdınız filan dedin ya onun için söyledim. Her neyse o gece baslarda Stefan ilgimi hiç çekmemişti. Ama o, sanki bir orkestrada çaldığını unutmuş, gözlerini bizim masaya dikip kalmıştı. Bereket parça uzun sürmedi de adamcağız bardakilere rezil olmadı. Orkestra çalmayı bitirince hiç duraksamadan kalkıp masamıza yaklaştı." Ayşe önemli bir ayrıntıyı anımsamış gibi birden konuşmayı kesti. "Ne oldu ?" diye sordu barmen. "Bunları anlatıyorum ama zaten sen biliyorsun, bizi izlemişsin... " "Hepsini izlemedim... İşi gücü bırakıp size bakacak olsam, millet susuzluktan ölürdü... Hem sana neler sorduğuma baksana. Gördüklerimin çoğunu yanlış yorumlamışım. Ne olur devam et." "Öyle diyorsan... Ama önce su içkimi tazele." Rafo önemli bir müşteri ona görevini hatırlatmış gibi derhal toparlandı. "Özür dilerim, boşaldığını fark etmedim" diyerek genç kadının bardağını doldurdu. "Stefan masamıza yaklaşırken Nesrin sevinçten yerinde duramıyordu."
Yeniden anlatmaya baslamıştı Ayşe. "Stefan'ın bu kadarına cesaret edebileceğini doğrusu ben de düşünemezdim. Ama yaptı, masamıza geldi. Daha tuhafı gözlerinin bana kilitlenmiş olmasıydı. Bu durumu Nesrin'le aynı anda fark ettik, dönüp birbirimize baktık. 'Sana bakıyor' diye fısıldadı Nesrin. Sesindeki düş kırıklığı sezilmeyecek gibi değildi. 'Yanımıza oturmak isterse, onu kovacağım' dedim. Sakın yapma, büyük kabalık olur' dedi Nesrin. 'Olursa olsun' dedim. 'Asıl kaba olan o. Baksana nasıl yiyecekmiş gibi bakıyor."Yiyecekmiş gibi bakmıyor' diye mırıldandı. 'Sanki seni tanıyormuş gibi bakıyor.' Nesrin'i yanıtlamama fırsat kalmadı, çünkü Stefan burnumuzun dibine kadar sokulmuştu. işin ilginci gözleri hâlâ üzerimdeydi. O kadar sahici bir hali vardı ki, bir an yoksa ben bu adamla daha önce tanıştım mı, diye düşündüm. Olamazdı, onu daha önce hiç görmemiştim. Görsel belleğim çok güçlüdür, isimleri unutabilirim, ama gördüğüm birini asla unutmam. Sanki o da bu gerçeğin farkına varmış gibi birden durdu: yüzündeki kaslar gevşedi, gözlerindeki merak parıltısı söndü, dikleşmiş omuzlan çöktü. Az önce onu canlı kılan, hatta kabalaştıran duygu neyse yüzümü görmesiyle birlikte onu terk etti. Sanki onu harekete geçiren enerji bir anda kaybolmuş, içindeki ateş sönüvermişti. Karşılaştığı gerçek; yani benim yüzüm, yenilmiş, yorgun düşmüş, terk edilmiş bir adam haline getirmişti onu. 'Özür dilerim' dedi cılız bir sesle. 'Sizi birine benzettim.' Ne diyeceğimi bilemedim. Nesrin daha çabuk toparlandı. 'Rica ederiz, oturmaz mısınız? Size bir içki ısmarlayalım.' Stefan sanki Nesrin'in sözlerini duymamıştı, gözlerini üzerimden çekmeden, 'O kadar çok benziyorsunuz ki' dedi.
Canımın sıkılması gerekirdi, ama gözlerinde öyle yoğun bir hüzün vardı ki ne sözleri ne de bakışları beni rahatsız etti. Sanınm ona acımaya başlamıştım ya da öyle bir şey... Sözlerini karşılıksız bırakmamak için, 'Öyle mi ?' diyebildim. 'Hiç Berlin'de bulundunuz mu ?' diye sordu. Ama yanlış soru sormuş olduğunu fark ederek, ilkini yanıtlamamı bile beklemeden ikinciyi sıraladı: 'Kız kardeşiniz var mı ?' Kafasından neler geçiyordu anlamak zordu, ama sorusunu yanıtlamamam için hiçbir neden yoktu. 'Ne Berlin'de ne de Almanya'nın başka bir şehrinde bulundum. Kız kardeşim de yok. Ailenin tek çocuğuyum.' 'Yaa... demek öyle' dedi üzgün bir sesle. Yüzümü görmesiyle yasadığı düş kınklığı yetmezmiş gibi sözlerimle de son umutlannı elinden almıştım anlaşılan. İçimdeki acıma duygusu, şefkate dönüştü. Nesrin'in davetini tekrarladım.'Oturmaz mısınız? Daha rahat konuşurduk... ' Ayılır gibi oldu. Nesrin'e baktı. Onu ilk kez fark ediyor gibiydi. 'Merhaba' dedi utangaç bir tavırla, 'rahatsız ettiğim için sizden de özür dilerim.' 'Hiç önemi yok' diye atıldı Nesrin. 'Sizinle konuşmak benim için büyük bir onur.' Zoraki bir gülümseme belirdi Stefan'ın gergin dudaklarında.
'İnsan insana benzer'
'Lütfen oturun' diye yineledim. 'Bizimle bir kadeh içki için.' 'Yeterince rahatsız ettim' diye itiraz edecek oldu. 'Ne rahatsızlığı, size bir içki ısmarlamak bizim için zevktir' diye davetini yineledi Nesrin. 'Tamam.' Masadaki iki boş iskemleden benim yanımdakine oturdu Stefan. Aradığı kisi olmasam da ona benziyor oluşum hâlâ ilgisini çekmeme neden oluyordu. Arkadaşım büyük bir hevesle elini uzattı. 'Artık tanışalım, ben Nesrin... ' Stefan uzanan eli sıkarken, 'Ben de Stefan... ' dedi.
'Stefan Stolz.' 'Ben de Ayşe' dedim. Stefan benim elimi de kibarca sıkarken yineledim. 'Ayşe Bükmen.' 'Ben, sizi zaten tanıyordum' dedi Nesrin Alman müzisyene, 'daha önce defalarca dinlemeye geldim.' 'Teşekkür ederim' dedi Stefan yapay bir kibarlıkla, sonra yeniden bana döndü. 'Sanırım siz ilk kez geliyorsunuz. Daha önce gelmiş olsaydınız, mutlaka fark ederdim.' 'İlk kez geliyorum... Ne yazık ki, sizi daha önce dinleme fırsatı bulamamıstım.' Stefan sanki sözlerimi duymuyor gibiydi, yine yüzüme dalıp gitmişti. Tuhaf bir durumla karsılasmış gibi basım sallayarak, 'Ona gerçekten de çok benziyorsunuz!' diye mırıldandı. Stefan'la samimi bir sohbete tutuşup, Nesrin'i üzmekten korkuyordum. 'İnsan insana benzer' dedim. Konuyu kapatmak istiyordum. Ama Stefan'ın vazgeçmeye hiç niyeti yoktu. 'Peki, size benzeyen başka bir yanlarımız var mı, kuzeniniz filan?' 'Bana benzeyen ne akrabam var ne de kuzenim. Kimi aradığınızı bilmiyorum, ama inanın o kisinin benimle hiçbir ilgisi yok.'
Stefan'ın bir an beliren umutları yeniden sönerken, sanki Alman müzisyenin halini anlamış da onu düştüğü zor durumdan kurtarmak istermiş gibi Nesrin böldü konuyu. 'Ne içersiniz ?' 'Votka' dedi Stefan, 'sade votka.' Nesrin'e bakıp, sonra yeniden bana dönmüştü. 'Bir insan ötekine nasıl bu kadar çok benzeyebilir?' 'Bilmiyorum... ' dedim uzatmamak için. Nesrin'in zaten kırık olan kalbini daha fazla yaralamadan buradan bir an önce kalkıp gitmenin yolunu bulmalıydım. İyi ki Nesrin bu isi gurur meselesi yapıp alınganlık göstermiyordu. Nesrin garsona votka ısmarladıktan sonra, Stefan'a eğilerek, 'Türkiye'ye ne zaman geldiniz?' diye sordu. Tahmin ettiğim üzere, bizimki, kızıl saçlı müzisyenle samimi olmayı kafaya koymuştu. Ne var ki Stefan'ın aklı bana takılmış olduğu için kızcağızın ne sorduğunu bile anlayamamıştı. 'Efendim?' dedi aksanlı Türkçesiyle. Nesrin sorusunu yineleyince, 'İki yıl önce' diye kısaca yanıtladı. Ama Nesrin'in onu bırakmaya hiç niyeti yoktu.
'Neden Almanya'yı bırakıp buraya geldiniz? Bizim Türklerin neredeyse yansı Almanya'ya gitmek için can atıyor.' Stefan ilk kez ciddiyetle baktı Nesrin'e. 'Değişiklik olsun diye geldim. Almanya'da çok sıkılmıştım.' Belli ki soruyu geçiştiriyordu. İstanbul'a gelmesinin şu beni benzettiği kadınla bir ilişkisi olmalıydı. Garson
konuğumuzun votkasını masaya koyarken, 'Almanya'da da müzikle mi uğraşıyordunuz?' diye başka bir soruya geçti Nesrin. 'Öyle sayılır' dedi Stefan. Votkasından bir yudum aldı. Artık kendisi de sormazsa ayıp olacağını düşünmüş olmalı ki, 'Ya siz ?' dedi arkadaşıma, 'siz ne iş yapıyorsunuz ?' 'Ben sinema okudum.' 'Ne kadar güzel.' 'Ama simdi reklamcılık yapıyorum.' 'Sevmiyorsunuz galiba.' 'Sevilecek gibi değil ki. Yeteneklerinizi parfüm, şampuan, jöle satışları için kullanıyorsunuz. Sizin gibi sevdiği işi yapanlara imreniyorum.' Stefan imrenmek sözcüğünü anlamamıştı. Nesrin bu kez sözcüğü İngilizce söyledi, Stefan anladı. 'Ne diyebilirim, haklısınız' dedi. Mahcup bir gülümseme belirmişti dudaklarında. 'Bu açıdan şanslı bir adam sayılabilirim.' Yeniden bana dönecekti ki, dikkatini arkadaşımdan almaması için, 'Bugün Nesrin'in doğum günü' dedim. 'Öyle mi?' dedi abartılı bir tavırla. 'Nice yıllara... 'Hazırlıksız yakalanmıştı, çevresine bakındı. 'Size bir hediye vermeliyim... Sizin için bir şarkı çalalım...
İstediğiniz bir parça var mı?' Heyecandan Nesrin'in eli ayağı birbirine dolanmıştı. 'Lütfen, hiç gerek yok' diyecek oldu, ama Stefan votkasından bir yudum daha aldıktan sonra ayağa kalkmıştı bile. 'Sizin sevdiğiniz bir parçayı eminim ben de severim' demek zorunda kaldı Nesrin. Stefan barda sahne yorgunluğunu atmaya çalışan orkestra arkadaşlarına yöneldi. Onlara bizi gösterdi, arkadaşları ilgiyle masamıza baktılar. Aralarında kısa bir konuşma yaptıktan sonra, hep birlikte sahneye çıktılar. Stefan, eline mikrofonu aldı. 'Programımız bitmişti. Ancak bu gece aramızda doğum gününü kutlayan genç bir bayan var. Ona bir armağan olarak 'Teach Me Tonight' adlı şarkıyı çalıyoruz' dedi. Nesrin'e baktım, gözleri ısıl ısıldı, arkadaşım mutluluk içinde yüzüyordu. Az önce masamdan kovmaya hazırlandığım kızıl saçlı trompetçiye içimden teşekkürler ediyordum. Şarkı boyunca Nesrin'in sesi soluğu kesildi. Şarkı bitince de çılgınca alkışladı. 'Stefan senden hoşlandı' dedim. Nesrin şefkat dolu gözlerle baktı. 'Ah benim altın kalpli arkadaşım' dedi sonra. 'Sen kimi kandırıyorsun. Onun ilgilendiği biri varsa o da sensin.' Benim gibi o da anında fark etmişti gerçeği. Hangi kadın fark etmez ki ? Hemen inkâra kalkıştım. 'Hiç de değil. Söylediklerini duymadın mı? Beni birine benzetti ilgisi bu yüzden. Oysa senin için orkestrayı toplayıp şarkı bile söyledi.' 'Yapma Ayşecim, ikimiz de çocuk değiliz. Hem dert etme, onun benimle ilgilenmemesi umurumda bile değil.'
'Benim de değil.' Hınzır bir gülümseme belirdi, gülkurusu bir rujla boyanmış ince dudaklarında. 'Belki de olmalı. Yasamı akıllıca çizilmiş bir bina planı olarak gören su senin mimar İlhan'dan daha eğlenceli birine benziyor. Üstelik gizemli de... ' 'Teşekkür ederim Nesrincim almayayım, ama sen...'Yok kızım, beni hiç düşünme. Erkekleri senden daha iyi tanırım, bu Almanla hiç sansım yok. Adamın gözü senden başkasını görmüyor, farkında değil misin ?' Aslında komik bir durumdu. Sanki ortada nefis bir yemek var da birbirimize ikram ediyor gibiydik. Ama o anda hiç de eğlenceli gelmiyordu bana. 'Bu konuyu kapatabilir miyiz ?' diyerek geri çekilmek istedim. 'Adam içkisini içtikten sonra kaçalım zaten, vakit geç oldu. Sabah erkenden bir müşteriyle randevum var.''Nasıl istersen' dedi Nesrin, ama dudaklarındaki o hınzır gülümseme kaybolmamıştı. Bense gerçekten de bir an önce bu bardan ayrılmak istiyordum." "Pardon" diyerek Ayşe'nin konuşmasını böldü Rafo. Genç kadının kafasındaki yüzler, sesler, renkler kayboldu, birden şimdinin gerçeğine, bu geceye döndü. Bilmediği bir dünyada gözlerini açmış gibi, şaşkın, ne oldu dercesine baktı barmene.
'Time, after time'
Rafo, barın son müşterilerini işaret ediyordu. "Hesabı istiyorlar, halledip geliyorum." Barmen müşterilerine yönelirken, Ayşe de müziğin kesildiğini fark etti. Teklifsizce tezgâhın arkasına geçti. Miles Davis'i çıkarıp, Chet Baker'ın CD'sini koydu. Önce bir piyanonun gecenin içinde belli belirsiz duyulan titreşimleri geldi, ardından Chet Baker'ın yumuşak sesi barı doldurdu. "Time, after time... " Hesabı alıp, müşterileri uğurlayan Rafo, kimse gelip bu güzel sohbeti bozmasın diye barın kapısını da kapattıktan sonra, yeniden tezgâha dönmüştü. "Güzel seçim" diye söylendi. "Hüzünlü bir hikâye için hüzünlü bir müzik." "Öyle olduğu için koymadım, Chet Baker'ı çok severim. Ama bayıyorsa... " "Kalsın kalsın" dedi Rafo. "Ben de severim. Bırak çalsın... İstersen gel su masaya geçelim. Böyle iskemlenin üzerinde yorulacaksın." Ayşe barmenin önerisini kabul etti. Kadehlerini alıp, buraya geldiğinde Ayşe'nin her zaman oturduğu pencere kenarındaki masaya geçtiler. Ayşe hep oturduğu iskemleye kuruldu, Rafo ise bir zamanlar Stefan'ın oturduğuna. Ayşe kederlenir gibi oldu, ama Rafo onu kendi haline bırakmadı. "Ee, en son bir an önce bardan gitmek istediğini anlatıyordun." "Evet" diye hatırladı Ayşe, "Nesrin'i de alıp kaçmak istiyordum." Genç kadın sürdürecekti ki, Rafo yine araya girdi.
"Kusura bakma lafını bölüyorum ama, hiç merak etmedin mi?" "Stefan'ın beni kime benzettiğini mi?" Rafo evet anlamında basını salladı. "Etmez miyim? Ama yanımda Nesrin olduğu için o kadar çok gerilmiştim ki, o masada Stefan'ın neler hissettiğini bile tam anlayamamıştım. Eve gidince bunun farkına vardım." "Yani Stefan'ı düşünmeye başladın... " "Düşünmeye basladım, çünkü o gece masadan kalkarken Stefan yanımıza gelip, bizi ertesi gece bara davet etti. Nesrin hemen kabul etti. Ben ne yapacağımı bilmiyordum. Gitmemem gerek diye düşünüyordum... " "Ama geldin" dedi Rafo çok bilmiş bir edayla. "O geceyi çok iyi hatırlıyorum. Simsiyah bir elbise giymiştin, boynunda kırmızı bir fular vardı." "Kırmızı değil, turuncu" diye düzeltti Ayşe. "Oh be" diye ekledi sakayla karışık. "Sonunda bir şeyi de yanlış hatırladın." "Senin turuncu fular loş ışıkta kırmızı görünmüş gözüme" diye mırıldandı Rafo. Sanki kendi kendine açıklıyor gibiydi. Ayşe dostça dokundu Rafo'nun eline, "Boş ver ya!" dedi kalender bir sesle. "Ha kırmızı, ha turuncu, ne fark eder? Kaç erkek senin kadar ayrıntılara dikkat eder ki ?" Bunu söyler söylemez de baltayı tasa vurduğunu anladı. Belki de Rafo erkek olarak tanımlanmaktan rahatsızlık duyuyordu. Ama Rafo hiçbir alınganlık belirtisi göstermedi. Barmenin aklı hâlâ fuların rengindeydi.
"Diyorum sana, ışık beni yanıltmasaydı fularının gerçek rengini söylerdim." "Neyse, zaten kırmızıya yakın bir turuncuydu" diyerek isi tatlıya bağladıktan sonra hikâyesine döndü Ayşe. "Evet, ertesi gece bara geldim. Hem de hatırlayacağın gibi tek basıma. Çünkü o gece yansı mucizeye benzer bir gelişme oldu. Bardan ayrıldıktan sonra Nesrin'i evine götürmesi için bir taksiye bindirdim. Ben de Cihangir'deki dairemin yolunu tuttum. Neden bilmem içimden yürümek gelmişti. Ama ne yalan söyleyeyim yol boyunca Stefan'ın teklifini düşündüm. Gitmem, olur biter diyordum, fakat her seferinde yeniden onun teklifini düşünürken buluyordum kendimi. Eve yeni girmiştim ki cep telefonum çalmaya basladı. Arayan Nesrin'di. Sesi sevinç içindeydi. Ayrıldığı sevgilisi onu aramış, doğum gününü kutlamıştı. Dahası görüşmek istediğini söylemiş, bizimkini ertesi gece yemeğe davet etmişti. Nesrin bir anda unutmuştu Stefan'ı. 'Peki, bar ne olacak ? Trompetçiye yarın gelirim dedin' diyerek anımsattım. 'Kızım sen sahiden de salaksın' diye çıkıştı bana. 'Herif beni değil, seni istiyor. Ayıp olmasın diye beni de çağırdı. Asıl davet edilen sensin. Anlamadın mı hâlâ?' Anlamıştım anlamasına da arkadaşımı kırmamak için aptal rolü oynamayı sürdürüyordum. Ama sevgilisine yeniden kavuşan Nesrin'in kırılmak gibi bir derdi kalmamıştı. Simdi ben ne yapacaktım ? Nesrin'e göre ne yapacağım belliydi. Süslenip püslenip yarın gece o bara gitmeliydim. Sonrası... Sonrasını zaman gösterecekti. Kendisi olsa böyle bir fırsatı asla kaçırmazmış. Ben ortalıkta kaçırılmayacak bir fırsat filan görmüyordum... " Bakışları Rafo'nun gözlerini aradı, bulunca da, "Ama haklısın" dedi."Stefan'ın beni benzettiği kadım çok merak ediyordum. Belki o kadını değil de Stefan'ın hikâyesini... Her neyse... Zaten ikisi de aynı kapıya çıkar." Rafo, onu sinirlendiren çok bilmiş hale bürünüp, "Sanmam, ikisi aynı kapıya çıkmaz" demeseydi Ayşe anlatmayı sürdürecekti. Ama Rafo bir ilişki uzmanıymış gibi kendinden emin bir tavırla, "Eğer Stefan, seni o kadına benzettiği için yanma gelmeseydi, sevdiği kadını arayan Stefan'ın gözlerindeki heyecanı, kederi görmemiş olsaydın, Stefan'ın hikâyesini merak etmezdin" deyince Ayşe öfkelenmeye basladı. Barmen durumdan habersiz, ısrarla konuşmasına devam etti.
"Sen demedin mi kızıl saçlılardan hoşlanmam diye? O kadın senin Stefan'ı düşünmene, merak etmene yol açtı. Belki de bir şekilde o kadınla özdeşleştin. Ya da o kadın olmayı istedin." Bu sözler Ayşe için bardağı taşıran son damlaydı. O kadınla kıyaslanmak, bütün cinleri tepesine toplamaya yetmişti. "İşte simdi saçmaladın... Neden o kadın olmak isteyeyim ki?" Normalde Rafo karşısındakinin durumunu çabuk fark ederdi, ama o da kendini tartışmanın heyecanına kaptırmıştı, hiç duraksamadan yapıştırdı yanıtı:
"Onun kadar çok sevilmek için tabiî. Stefan'ın tutkusu seni de etkiledi. Birinin senin için de aynı duygulan hissetmesini istedin... " "Hiç de değil" diye çıkıştı Ayşe. "Sadece merak ettim. Hepsi bu." Rafo, genç kadının öfkelenmeye basladığını simdi fark etmişti. "Tamam tamam Ayşecim, öyle olsun" diyerek alttan almaya çalıştı... Ama artık ok yaydan çıkmıştı, Ayşe öyle kolay kolay yatışacağa benzemiyordu. "Öyle olsun değil, öyle" diye meydan okudu. "Tamam tamam öyle... Kızma hemen canım. Ben sadece tahminde bulundum." "Yanlış, yanlış tahminde bulundun." Ödünsüz, anlayışsız, adeta kavga eder gibi konuşuyordu Ayşe. Belki de aylardır içinde biriktirdiği, kimseye açamadığı öfke sonunda patlamış, hiç hak etmediği halde bunun bedelini de zavallı Rafo ödemek zorunda kalmıştı. "Peki yanlış tahminde bulundum, özür dilerim... " dedi Rafo. "Bak cidden, özür diliyorum... " Dudaklarına masum bir gülümseyiş yerleştirip, şirin görünmeye çalıştı.
"Evet, nerede kalmıştık, sen sadece merak ettiğini söylüyordun." Ayşe adamdan bakışlarını kaçırdı, gözleri barın en karanlık kösesine takılmıştı. "Neden burada oturmuş seninle konuşuyorum ki" diye homurdandı. Kalkmaya hazırlanıyormuş gibi bedeni gerginleşmişti. "Sen kimsin ki, sana bunları anlatıyorum." Rafo incinmişti, ezik bir ifade belirdi bakışlarında. Karsılık vermedi. Sadece baktı. Ama bu bakışlar Ayşe'nin gerginliğini artırmaktan başka bir ise yaramadı. "Yok" dedi çantasına uzanarak, "ben gidiyorum."
Ayşe'nin çantaya uzanan elini yakaladı Rafo usulca... "Çok özür dilerim, ne olur gitme. Seni kırmak istemedim. İnan bana seni kırmak istemedim." Ayşe elini çekti, ama kalkmak için de acele etmedi. Rafo'ya çok kızmış olmasına rağmen, içinde, derinlerde bir yerlerde yasadıklarını anlatma isteği bir kalp gibi hâlâ
heyecanla atmayı sürdürüyordu. "Lütfen" diye yalvardı Rafo. "Lütfen kal. Affedersin, benim konuşmam böyle. Biraz sivri dilliyim iste." "O zaman diline dikkat et." Açıkça adamı azarlamaya baslamıştı. "İnsanların duygularına özen göster." "Söz, bundan sonra seni kıracak tek bir kelime bile çıkmayacak ağzımdan." Ayşe güvensiz gözlerle bakıyordu. "Valla... Artık abuk sabuk sorularla canını sıkmayacağım... " "Anlamıyorum" diye azarladı Ayşe, "bir an dostummuş gibi davranıyorsun, ama fırsatını bulur bulmaz iğneliyorsun." "Ne desen haklısın ama... "Ayşe'nin onun açıklamalarını dinlemeye hiç niyeti yoktu. "Bana karsı iyi olmak zorunda değilsin Rafo" diyerek çemkirdi Rafo'ya. "Nasıl düşünüyorsan öyle davran." "Öyle davranıyorum zaten... Bak valla artık dikkat edeceğim." Ayşe ikna olmuşa benzemiyordu, ama bir daha çantasına uzanmadı. Bundan cesaret alan Rafo, "Evet, Stefan'ı düşünmeye basladığını söylemiştin... " diyerek yılışık bir gülümsemeyle genç kadını hikâyesini anlatmaya davet etti. Ayşe gülümsemedi, ama hikâyesine kaldığı yerden devam etti; önce tutuk tutuk, sonra öyküsüne kendi de kapılarak.
"Stefan'ı düşünmüyordum, belki sadece olanları merak ediyordum. Stefan'ın basından geçenleri, yasadıklarını... O kadın kimdi? Stefan neden onu arıyordu? Bir ask meselesi olduğu belliydi, ama bu nasıl bir hikâyeydi?" Derin bir soluk aldı. Kötü bir gerçeği kabul etmiş gibiydi. "Evet" dedi, "itiraf etmek gerekirse Stefan'ın gözlerindeki keder, belki buna acı demek daha doğru olur, beni etkilemişti. Yine de ertesi gece bara gitme kararı almak kolay olmadı. Daha doğrusu bara gitme kararı hiç almadım. Ertesi sabah, Stefan'ı da, davetini de düşünmemeye çalışarak ise gittim. Sakin günlerden biriydi, birkaç müşteri geldi, alıcı değillerdi. Satılık eşyalara dokunup, fiyatını sorup, sonra çekip giden takımından. Öğleden sonra Nesrin aradı. Neye karar verdiğimi soruyordu. 'Gitmeyeceğim' dedim. Bu kez üstelemedi. Sadece, 'Önemli bir fırsatı kaçmyorsun' demekle yetindi. Onun telefonunu kapadıktan sonra İlhan'ı aramak geçti içimden." "İlhan? O da kim?" diye sordu Rafo. "Anlattım ya, çıktığım adam. Çok iyi bir mimar demiştim." Barmen hâlâ çıkaramamıştı. Ayşe bu fırsatı kaçırmadı. "Hani çok kuvvetliydi belleğin... " diye soktu lafı. Rafo aldırmadı, sakince açıkladı: "Biriyle tartışınca, yani kriz anlarında kafayı toplamakta zorluk çekiyorum, ama İlhan'ı hatırladım. Şu çok iyi anlaştığınız, makul çocuk." "Makul çocuk" diye yineledi Ayşe... "Yanlış bir şey mi söyledim ?" "Yok yok" diye gülümsedi Ayşe, "sevdim bu tanımı. Makul çocuk ha... Evet, İlhan'ı, senin deyiminle makul çocuğu arayayım diye geçirdim içimden. Böylece dün geceden beri kafamı kurcalayan Ste-fan'dan ve onun meşhur davetinden tümüyle kurtulabilecektim." "Çivi çiviyi söker" diye mırıldandı Rafo. "Ben de aynen öyle düşündüm. Çivi çiviyi söker. Ama bu işler biraz da sansa bağlı. İlhan İstanbul'da değildi. Bir konağın iç restorasyonu için Safranbolu'ya gitmişti, iki gün sonra dönecekti." Rafo güya konuşmamaya söz vermişti, ama kendini tutamadı. "Kusura bakma yine konuşmanı böleceğim... Yani İlhan İstanbul'da olsaydı bu iş olmayacak mıydı ?" "En azından o gece bara gitmezdim... " Rafo kuşkuyla çenesini kaşıdı, ama Ayşe'yi kızdırmaktan korktuğu için sesini çıkarmadı. "İlhan'la buluşamayacağımı anladıktan sonra bile bara gitmeyeceğimi düşünüyordum." Barmenin gözlerindeki kuşkulu ifadenin kaybolmadığımı gören Ayşe, "Tamam" diye düzeltti, "belki de kendimi kandırıyordum. Belki de bara gitmeye karar vermiştim de engel olacak birini bulmaya çalışıyordum. Ama en yakın arkadaşım Nesrin sevdiği adamla buluşacaktı, İlhan ise kilometrelerce uzaktaydı. Olsun, diyordum kendime, aksam olunca evime erkenden gider, kendime enfes bir makarna yapar, yanma da söyle ılık bir kırmızı şarap açar keyfime bakarım. Yaptım da; dükkânı her zamankinden erken kapattım. Balık Pazan'na uğrayıp makarna için sos malzemesi aldım. Eve gidince Puccini'nin Madama Butlerfly'mı CD çalara yerleştirip, mutfağa geçtim. Keyfim yerine gelmişti. Makarnanın suyunu ateşe koyup, sosunu hazırladıktan sonra sanki çok değerli bir misafirim gelmiş gibi en güzel
örtüyle kapladım masamı. En kaliteli tabaklarımla, kristal kadehimi çıkardım, masanın ortasına bir de mum yaktım. Mutlu olduğumu düşünüyordum, kendimi mutlu hissetmek istiyordum. Zaten ben yemek yaparken hep mutlu olurum." Rafo'nun gözlerinde hayranlık parıltüan belirmeye başlamıştı. "Ünümü sen de duymuşsun" dedi Ayşe. "En güzel yaptığım yemek makarnadır. Ama yemeğin güzel olması aşçınm ustalığı kadar, islerin rast gitmesine de bağlıdır. Ocağın ısısından makarnanın kalitesine, sosun acısından yağm kıvamına kadar, lezzeti oluşturan ne varsa, onların uyumu gereklidir. Asçı bu mükemmel uyumu sağlamaya çalışır. Ancak bazen işler aşçınm kontrolünden çıkar. Kendi yazgısımı yazan insanlar gibi yemek de kendi lezzetini belirler. O aksam şanssız günümde olmalıyım ki makarna berbat olmuştu. Ne sosun kıvamı tutmuştu, ne
makarna istediğim kadar sert olmuştu.
'Ne kadar unutmaya çalışsam da Stefan aklımdaydı'
Tabağımda sanki makarna yerine salçayla karıştırılmış bir pelte duruyordu." "Çünkü kafan karışıktı" diye yine burnunu soktu Rafo. "Laf aramızda yemek yapmayı ben de çok severim. Aşçılığın ne kadar zor bir meslek olduğunu çok iyi bilirim. Yemek yaparken kafan başka yerde olursa, omlet pişirsen bile lezzetli bir şey çıkmaz ortaya. İyi yemek, aklını da yüreğini de ise katmanı ister." "Tamamen öyle... " diye onayladı Ayşe. "Ne kadar unutmaya çalışsam da Stefan aklımdaydı. Ama bu gerçekle yüzleşmek istemiyordum. Çıkıp dışarıda yer, eve dönerim dedim. Oysa dışarı çıktığımda, yolumun mutlaka bu bara düşeceğini hissediyordum. Bu nedenle olsa gerek o siyah elbiseyi giydim, o turuncu fuları taktım." "Çok da yakışmıştı sana." Tıpkı bir kadın gibi imrenerek mınldanmıştı Rafo. "Bilinmez bir dünyadan gelen, gizemli bir kadın gibi görünüyordun." Bir kahkaha döküldü Ayşe'nin dudaklarından. "Abarttın ama Rafo." "Yoo, hiç abartmıyorum. Bardaki bütün erkekler dönüp sana bakmıştı içeri girdiğinde. Tabiî Stefan da." "Gönlümü almak için böyle söylüyorsun." "Hiç de değil. Daha ilk aksamdan gözlerini kapıya dikmiş birini beklerken gördüm onu. Ancak sen içeri girdiğinde trompetiyle uğraşıyordu. Yanındaki arkadaşlarından biri -sanırım kontrbasçı Kerim dürtükledi onu. Stefan seni gördü ve öylece kaldı." "Yine öteki kadına benzetmiştir beni... " "Haksızlık ediyorsun, o gece hep seninle ilgilendi adamcağız." Ayşe bir an dalgınlaştı ama kendini bırakmadı. "Herhalde aradığı kadının bir yakını olabileceğime inanıyordu hâlâ." "Sanmam, hem o gece ne düşündüğünü sana söylemiş olması lazım. O kadar zaman birlikte yaşadınız. Anlatmadı mı ?" "Anlattı anlatmasına da hep bölük pörçük... hep benden bir şeyler sakladı. Sonunda gerçeği açıklarken bile yüreğini tümüyle açmadı. Hep bir uzaklık, hep bir uçurum kaldı aramızda... " Rafo'nun ela gözleri koyulaştı. "Çok acı çekmiş olmalısın... " Ayşe sanki önemli bir açıklama yapacakmış gibi heveslendi, ancak vazgeçti. Kafasındaki düşünceyi kovarak, "Evden çıktığımı anlatıyordum" dedi. "Çıktım, Beyoğlu'nda Zencefil diye bir restoran var." "Bilmez miyim ?" diye tamamladı Rafo. "Enfes yemekler yapıyorlar." "Oraya gittim, yapmayı beceremediğim makarnanın en lezzetlisini orada yedim.
Şarap da fena değildi. Makarnamı yerken arkadaşlarla karşılaştım. Manhattan Bar'a gidiyorlarmış, konser varmış, beni de davet ettiler. Yorgun olduğumu, eve gidip uyuyacağımı söyledim. Buna kendim de inanıyordum, oysa içimde eve gitmeyeceğimi söyleyen bir ses vardı. O sese kulak asmadım. Kahvemi içip yürümeye basladım. İstiklal'e ulaşıp, çalkalanmakta olan insan kalabalığını görünce duraksadım. Eve gideceksem sola, buraya geleceksem sağa dönmeliydim. Bu kadar kolay karar verişime kendim de şaşarak sağa döndüm. Dün geceden beri kendime verdiğim sözlerden bu kadar kolay dönmüş olmama aldırmadan arsızca bara yürüdüm." "Aslında bara girdiğinde o kadar da rahat görünmüyordun" dedi Rafo. O geceyi yaşıyormuş gibi gözlerine bir canlılık gelmişti. "Adım atışından çevreyi süzüşüne kadar bütün bedenine sinmiş bir tedirginlik vardı. Öte yandan kendine duyduğun güvenle dik durmaya çalışıyordun."
Ayşe bir kez daha şaşırmaktan kendini alamadı. "Ne kadar dikkatle izlemişsin beni!" "Çünkü sen bir yabancıydın... Hem de ilginç bir yabancı." Ayşe'nin gözlerini keder bürüdü. "İlginç olup olmadığımı bilmiyorum, ama yabancı olduğum doğru." Sesi, kötü yazgısını kabul etmiş birinin uysallığı içindeydi. "Evet, ben bir yabancıydım. Hep de yabancı olarak kaldım. Stefan benimle ilgilenmeye basladıktan sonra bile yabancılıktan kurtulamadım. Çünkü hiçbir zaman aranıza tam olarak kabul edilmedim." "Öyle söyleme... îste oturup konuşuyoruz ya." Acı acı güldü Ayşe. "Tıpkı bir yabancıyla konuşur gibi. Hiç tanımadığın birinin basına da kötü bir iş gelse, senin gibi birileri çıkıp onunla konuşmayı dener. Çoğunlukla da yardım için değil, meraklarını gidermek için... " Rafo alınır gibi oldu. "Benim öyle olmadığımı biliyorsun... " dedi kırılmış bir sesle. Ayşe umursamadı. "Gerçekten mi?" İçtenlikle yanıtladı Rafo. "Gerçekten... Elimden gelirse sana yardım etmek... " Ayşe kararlı bir tavırla kesti adamın sözünü. "Bana yardım etmek istediğini filan sanmıyorum. Sen, Stefan'a ne olduğunu öğrenmek istiyorsun. Beni değil Stefan'ı önemsiyorsun. Stefan olmasaydı beni merak etmezdin bile. Tıpkı bana benzeyen o kadın olmasa, benim Stefan'ı merak etmeyeceğim gibi... " "Bunu ben söylediğimde kabul etmemiştin ama" dedi Rafo. Ayşe'nin nezaketten uzak konuşması onu da gerginleştirmişti. "Doğru, etmemiştim. Öyle pat diye söylenince gerçeği kabullenmek zor oluyor. Neyse konumuz bu değil...
Zaten ben de senden yardım istemiyorum. Yaşadıklarımı anlatıyorum, çünkü içimden öyle geliyor. Tamam kabul ediyorum, anlatmamı sen istedin. Sen başlattın, bana kalsa konuşmazdım, ama simdi fark ediyorum ki anlatmak hoşuma gidiyor. Hoşa gitmek de değil, sanki geçmişi yeniden yasar gibi oluyorum. Bu iyi bir şey mi, bilmiyorum. Sadece anlatmak istiyorum. Bana iyilik meleğiymişsin gibi davranmana gerek yok. Merak ettiklerini anlatacağım zaten." "Haksızlık ediyorsun... inanmayabilirsin ama seni gerçekten de sevdim." "Hiç tanımadığın birini nasıl seversin?" diye çıkıştı Ayşe. "Seni hiç tanımadığım doğru değil."
"Ne yani, hakkımda araştırma mı yaptırdın?" "Tabiî ki hayır. Ama gözümün önündeydiniz. Ayrıntılardan haberim olmasa da, bu serüvende kaybeden kisinin sen olduğunu biliyordum. Ben her zaman kendimi kaybeden tarafa yakın hissetmişimdir." "Yani ta basından beri beni izlerken, en küçük bir hareketimi bile kaçırmazken, bunda Stefan'a duyduğun... " Sevginin diyecekti, bu sözcüğü yakıştıramadı. "Bunda Stefana'a duyduğun ilginin" diye sürdürdü, "etkisi olmadı?.. " Rafo bakışlarını kaçırdı, içkisinden bir yudum aldıktan sonra yanıtladı. "Haklısın, Stefan'dan hoşlanıyordum. Daha önce de söyledim, bu duygunun ne olduğunu ben de çözebilmiş değilim. Aslında seninle ortak yanlarımız da var. Ben de senin gibi, kızıl saçlı erkeklerden pek hoşlanmam. Beni Stefan'a çeken aradığı o meçhul kadın da değildi. Mutluluğu bir an için bulup, sonra sonsuza kadar yitirmiş olan ruhuydu... Onun şaşkın, üzgün ve hep bir arayış içinde olan haliydi... Onu bir sevgiliden çok bir arkadaş, belki bir erkek kardeş gibi görüyordum... " Ayşe'nin kara gözlerindeki öfke bulutlan tümüyle geçmese de hafifçe dağılmaya başlamıştı. Bunu fark eden Rafo iyice cesaretlendi. Sesine belli belirsiz bir sitem bile kattı. "insanların çoğu benim gibilerin erkek vücuduna vurgun seks makineleri olduğunu düşünür. Yanlış, biz de sizler gibiyiz. Yalnızca bedenden oluşmuyoruz, bizim de ruhumuz var. Sen nasıl ki her önüne gelenle ilişki kurmuyorsan, ben de önüme çıkan her erkeği yatağa atmaya çalışmıyorum. Onun için neler hissettiğimi tam olarak çözemedim, ama Stefan'ı sadece yatağa gidilecek bir erkek gibi görmediğimi rahatlıkla söyleyebilirim. Evet, onu merak ettiğim doğru, çünkü birdenbire ortadan kayboldu. Hiç kimseyle vedalaşmadı bile. Sadece patrona telefon edip, isten ayrıldığını söylemiş. Seninle konuşmuş olmasa, basına kötü bir iş geldiğinden bile kuşkulanabilirim." "Kötü bir iş mi?" diye durdurdu Rafo'yu Ayşe. "Ne demek istiyorsun ?" Gözlerinin derinliklerinde tedirgin parıltılar belirmişti. "Yani biliyorsun, burası Beyoğlu, hırsızı, katili... " "Katili mi?" dedi Ayse. Aklı, uğursuz, lanetli, kötü bir olasılığa takılmış gibiydi; bakışları Rafo'yu delip geçmişti. "Yok mu?" diye sordu Rafo. "Her gün kaç cinayet işleniyor burada." Ayşe'nin tedirginliği artarak sürüyordu açıkça sordu: "Bildiğin bir şey mi var, yoksa... " "Bildiğim bir şey yok! Dur, hemen kötü şeyler getirme aklına. Hem Stefan'ı kim öldürmek isteyebilir ki ?" Saptamasından emin olamamıştı, Ayşe'ye ısrarla baktı... "Öyle değil mi?" Ayşe konuşmak istemiyordu, bakışlarını kaçırdı. "Herhalde öyledir... "Yanıtı doyurucu bulmayan Rafo üsteledi. "Giderken seninle açıkça konuştu değil mi ?" Ayşe yine Rafo'nun yüzüne bakmadan yanıtladı. "Hayır konuşmadı." Az önceki heyecanı yeniden umursamazlığa bırakmıştı yerini. "Sadece bir mektup bıraktı... " "Mektup... Ama olanı biteni anlatıyordu... " Stefan'ın bıraktığı mektubu yeniden okur gibi oldu Ayşe.
"Topu topu beş satırlık bir mektuptu" dedi. "Ancak olanı biteni daha önce anlattığı için o beş satır yeterliydi." Genç kadının duraksadığım fark eden Rafo, "Ama sen ikna olmadın" dedi. "Niye böyle düşünüyorsun ?" "ikna olsaydın, onu aramayı sürdürmezdin... " "Ben onu mu arıyorum ?" "Aramıyor olsan burada isin ne ?" "Özlediğim için geliyor olamaz mıyım ? Anıları daha iyi hatırlayabilmek için... " "Sanmıyorum, sen hâlâ umudunu yitirmedin. Bir gün onu bu barda bulacağını düşünüyorsun." "Neden burada bulacağımı düşüneyim ? Gelecek olursa evimi biliyor... Hem... hem ben onu burada kaybetmedim ki?" "Ama burada buldun... insanoğlu öyledir. Olayların yineleneceğini sanır. Onu burada bulduğun için bir gün yine buradan hayatına gireceğini düşünüyorsun. Düşünüyorsun değil de öyle hissediyorsun, öyle olmasını istiyorsun." Deminden beri Rafo'nun yorumlarım sakin bir tavırla dinleyen Ayşe'nin sonunda biçimli kasları çatıldı. "Benim ne düşündüğümü, ne hissettiğimi nasıl bilebilirsin?" Genç kadının yeniden öfkeleneceğinden korkan Rafo yumuşar gibi oldu. "Kesin olarak bilemem tabiî... Benim kisi sadece tahmin. Ama tahminlerimde pek yanılmam." Bu defa kızmadı Ayşe, "Öyle olsun" demekle yetindi. "Evet, nerede kalmıstık? Tamam, bara ikinci gelişimi anlatıyordum. Senin de fark ettiğin gibi Stefan o gece beni ayakta karşıladı. Gece boyunca da sürekli sorular sordu. Açıkça söylemese de aradığı kadınla bir yakınlığım olup olmadığını anlamaya çalışıyordu." "Peki sen, o kadının kim olduğunu sormadın mı?" "Sormadım. Aslına bakarsan, sorsaydım hiç de tuhaf kaçmazdı. Çünkü bir anlamda bizi tanıştıran o tuhaf kadındı, yine de sormadım. Sormayı istemediğimden değil, bunu kendime yediremediğimden." Uygun anın geldiğini düşünen Rafo, konuşmaya başladıklarından beri tekrarladığı tezi bir kez daha gündeme getirdi:
'Tek kişilik mücadele'
"Yani o kadınla aranızda bir mücadele başlamıştı." Kısa bir suskunluk oldu. Elle tutulacak kadar belirgin bir sessizlik. "Buna mücadele demek doğru mu bilmiyorum" diye açıkladı Ayşe. Kendi kendine konuşur gibiydi: usulca ve içten. "Evet, hiç görmediğim, belki de hayatım boyunca hiç görmeyeceğim o kadınla aramda bir çekişme, bir gerilim başlamıştı. Tabiî kadının haberi yoktu bundan, belki de hiç olmayacaktı. Tek kisilik bir şeydi bu. Bir hayalet gibi her zaman Stefan'la arama giren o kadına karsı yürüttüğüm tek kisilik bir mücadele... " Sustu, parmakları önündeki kadehin kenarında gezindi. Ayşe'nin sözlerini tamamlamadığını hisseden Rafo da lafa karışmıyor, içkisini içtikten sonra sürdürecek diye düşünüyordu. Ayşe içkisini içmeden basladı konuşmaya. "O gece kendimi tutmayı basardım. Kadını çıldırasıya merak etmeme rağmen tek bir soru bile sormadım. Stefan ise o gece hakkımda epeyce bilgi edindi. Ancak o da mutlu sayılmazdı, çünkü tanımak istediği kadın ben değildim, ötekiydi. Benden öğrendiklerinin o kadınla alakası yoktu. Çünkü o kadın, benim ne bir yakınım ne de akrabamdı. Stefan bunu fark ettiğinde, bana olan ilgisi bitecek diye düşündüm. Böyle olursa üzüleceğimi hissettim. Öte yandan sağduyum keşke öyle olsa diyordu. Böylece hiç bulaşmadan, belanın yanından geçmiş olurdum." Rafo sessizce gülmeye baslamıştı. "Neden gülüyorsun ?" "Kusura bakma! Biliyorum komik değil aslında. Aynı duyguları ben de yasadım... insan kendini nasıl çaresiz, nasıl kararsız hissediyor, o aklıma geldi de... " Ayşe imrenerek baktı barmene. "Keşke senin yerinde olabilsem... Uzaktan bakabilsem olan bitene... Ben gülüp geçemiyorum... " Gülmeyi kesti Raf o, içten, merhamet dolu, şefkat dolu bir anlam belirdi gözlerinde. "Biliyorum... Biliyorum yara çok taze, ama geçecek... " Sessiz kalmıştı Ayşe, sadece "geçer mi" dercesine baktı; inanmadığı halde inanmak istiyormuş gibi... Uzanıp, Ayşe'nin koluna dostça dokundu Rafo. "Geçecek, her şey geçer, hepsi geçer.
Hatta sonra, çok sonra anılar hükmünü yitirdikten, onu iyice unuttuktan, içindeki acının yerini kocaman bir boşluk aldıktan, keşke geçmeseydi dedikten sonra, keşke acısını bir hastalık gibi yüreğimde taşısaydım desen bile geçer. Zaman insanla oynamayı seven hem zalim hem de merhametli bir tanrıdır. Ona karsı çıkamazsın, yapman gereken beklemek. Onun, derin bir unutuşla bizi rahatlatacak örtüsünü üzerimize örtmesini beklemek... " "Ne güzel konuştun be Rafo..." dedi Ayşe. Hayranlığını gizlemeye gerek duymamıştı. "Şair olacak adammışsın... " İşi sakaya vurdu Rafo. "Ask olsun Ayşe, bu tür konuşmalar yaptığımda herkes beni filozofa benzetir, sen tuttun sair yaptın." Ayşe açıklama gereği duydu. "Bence şairler, ama gerçek şairler, filozoflardan daha büyüktür, o yüzden... " "Saka saka Ayşecim... içimden gelenleri söylüyorum. Biraz da duyduklarımı. Biliyorsun buraya yazan, ressamı, felsefecisi gelir. Bazen de yalnız gelirler, iste o zaman bir iki kadeh de devirince, çeneleri açılır. Gerçi onlar konuşmasa da ben kışkırtırım ya... Görüyorsun iste konuşmadan duramıyorum. Onlar da başlarlar atıp tutmaya... Su romancı söyle demiş, bu felsefeci böyle demiş. Senin anlayacağın söylediklerimin çoğunu onlardan öğrendim... " "Başkalarından öğrenmiş olman doğru olmadıkları anlamına gelmez. Bence sen bu sözleri onlardan değil,yaşadıklarından öğrendin. Onlar sadece açıklamasını yaptılar." "Öyle diyorsan... Ama, bak, hikâye yine yarıda kaldı." "Ben şikâyetçi değilim" dedi Ayşe. "Senin düşüncelerini öğrenmek hoşuma gidiyor." "Az önce kızıyordun ama... " "Çünkü bazen sının asıyorsun... " Karsısında bir yakını varmış gibi bağışlayan bir tavırla basını salladı. "Yine de seninle konuşmak güzel... " Ayşe'nin söyledikleri aslında Rafo'nun çok hoşuna gitmişti, ama sanki barda onlardan başka birileri var da duymalarından çekiniyormuş gibi fısıldayarak, "Öyle deme... " dedi. "Benim çenem bir düşerse konuşmaya fırsat bulamazsın." "Sanmam, Stefan'ı o kadar merak ediyorsun ki, gerekirse hiç sesini çıkarmadan saatlerce beni dinleyebilirsin." "O kadar emin olma..." Ciddileşmişti. Ela gözlerinde dalgın bir anlam belirdi. "Ama gerçekten de merak ediyorum... " Rafo'nun Stefan'la ilgili itirafları artık Ayşe'nin canını sıkmıyordu. Hiç beklemediği anda kazandığı bu yeni arkadasın sözlerini ilgiyle dinliyordu.
"Evet, Stefan'ın öteki kadınla bir bağlantın olup olmadığını öğrenmeye çalıştığını anlatıyordun." "Öyle yapıyordu" dedi Ayse. "Kaba bir davranıştı, ama gözlerindeki keder, sesindeki umut, bir noktaya kadar onu anlayışla karşılamamı sağlıyordu. Asıl şaşırdığım konu ise gece boyunca benden aldığı yanıtlardan aradığı kadınla hiçbir bağlantım, hiçbir yakınlığım olmadığını anlamasına rağmen hâlâ benimle ilgilenmeyi sürdürmesiydi. Bu, benim gözümde onu daha ilginç kılıyor, daha çok merak etmemi sağlıyordu. Yoksa artık sadece benimle mi ilgilenmeye başlamıştı?.. Ama böyle düşünmek tehlikeliydi, beni zayıf düşürüyordu. Hayallere kapılmama neden oluyordu. O yüzden hemen kovdum bu düşünceleri kafamdan. Hayır, o benim değil, hâlâ öteki kadının pesinde diye düşündüm." "Mantıklı düşünmüşsün" diyerek destekledi Rafo. "Stefan belki hâlâ gerçeği kendisinden gizlediğini düşünüyordu. Belki aradığı kadınla bir bağlantın olduğuna inanıyordu. Bir nedenle bunu ona söylemekten çekindiğini sanıyordu." "Ben de tam olarak böyle düşündüm. Hatta zaman zaman azalsa da bütün ilişkimiz boyunca bu duyguyu taşıdım." "Kötü olmalı." "Kötüydü, ama bilirsin, askı ask yapan da budur." Rafo anlamıştı, ama emin olmasa gerek, yine de sorma gereği hissetti.
"Hangi duygu?" "Hangi duygu olacak, o derin düş kınklığı. Sen, onu deli gibi severken onun seni umursamaması... Ya da yasak savma kabilinden umursuyormuş gibi görünmesi. Hani istemiyorum, ama yan cebime koy durumu. Sen onun üzerine titrerken, onun bahanelerle senden uzak durması. Senin sevgi dolu ataklarına içtenlikle karsılık verecek yerde, sudan bahanelerle geçiştirmesi. Ama ilişkiyi ayakta tutan da bu karşıtlık değil mi ?" Sanki söz konusu olan Ayşe değil de kendisiymiş gibi onayladı Rafo. "Aynen öyle... Acılar, sancılar, kıskançlıklar, kendini yemeler, boş umutlar, boş hayaller... iste ask tam olarak bu. Artık bunu kavradım. Benim anlayamadığım, böyle olduğunu bile bile bu yutturmacaya, aldatmacaya inanmamız. Bu tuhaf kandırmacam içinde yer almak için yanıp tutuşmamız." "İnsan yeryüzündeki yaratıkların en aptalıdır, dememiş
miydi bir düşünür?" Rafo anımsamaya çalıştı, ama çıkaramadı. "Demiş miydi?" "Dememişse bile, iste ben demiş oldum." "Filozof Ayşe Hanım..." "Ee sen filozof oluyorsun da ben niye olmayayım?" "Ol tabiî... " Duraksadı Rafo. Sözcüklerini tartar gibi ağır ağır konuşmaya başlamıştı. "Yine de aska haksızlık etmeyelim. Acı vermesi kadar mutluluğu da var. Keder kadar sevinç de veriyor. O kadar da kötü değil."
"Ask hep kötü değil canım. Arada sırada mutluluk kırıntıları atıyor önümüze." "O kırıntıları küçümseme... Güzel bir an için bütün yasamını feda edecek ne insanlar var dünyada.Üstelik çok da haksız sayılmazlar. İnsan âsık olunca yeniden doğmuş gibi oluyor. Sevdiğimiz insanın bir bakısı, bir dokunuşu, seslenişi aklımızı basımızdan almaya yetiyor. Nedenini, nasılını bilmiyorum, ama bu olağanüstü bir mutluluk." "Olağanüstü, evet, yine de insanların mutluluğu aradıkları için âşık olduklarım sanmıyorum. Ask, bana imkânsıza ulaşma çaba-sıymış gibi geliyor. Erişilmez olana dokunmak için imkânsızlıklar içinde debelenip durmak... " "imkânsıza ulaşmak mı?" "Belki duymuşsundur. Yunan mitolojisinde Androginos adlı bir varlık vardır..." "Yoo ilk kez duyuyorum... Dedim ya, ben o kadar kültürlü bir adam değilim. Müşteriler ne anlattıysa o... " "Neyse, bu başka bir tartışma konusu... İşte bu Androginos bir tür insanmış. Dört kollu, dört ayaklı, iki baslı olarak yaratılmış, hem dişi hem erkek olan, her bakımdan kendi kendine yeten bir insan... Gel gör ki, bu mükemmel yaratığı tanrılar kıskanmışlar. Kıldan ince bir testereyle dişi ile erkeği birbirinden ayırmışlar. Tanrılar onları ayırınca, dişi ile erkek ömürleri boyunca birbirlerini aramaya başlamışlar. İşte onların buluştukları an aşk çıkarmış ortaya... " Rafo etkilenmişti. "Ne kadar güzel tarif ediyor aşkı..."
"Güzel, üstelik romantik de, ama çok saçma. Çünkü insan hiçbir zaman öyle bir yaratık olmadı. Olmadığı için de ask, imkânsızı aramaktan başka bir şey değil. Olmayacak bir düşün gerçekleşmesini hayal etmek... " "Ama sen o düşü gerçekleştirdin." "Gerçekleştirdim mi?" Sahiden öyle mi dercesine baktı Ayşe. Rafo yanıtlamayınca kendisi açıklamaya çalıştı, belki de anlamaya... "Düşümü gerçekleştirdiğimden de emin değilim. Böyle bir düşüm var mıydı, yok muydu ondan bile emin değilim. Kafam çok karışık. Daha da kötüsü eskiden Stefan'ı düşündüğümde güzel, iyi, masumiyetle ilgili duygular uyanırdı içimde. Coşkuyla, heyecanla, umutla dolardım. Simdi büyük bir öfke var. Bazen insanlıktan çıktığımı hissediyorum. Düşündüklerim beni korkutuyor. Gel gör ki düşünmeden de edemiyorum." Ellerini çaresizlik içinde iki yana açtı. "Olmuyor, beceremiyorum." Gülmeye basladı. "Bir de oturmuş askın saçma olduğunu anlatıyorum. Ben de en az ask kadar saçmayım. Diyeceksin ki seni ask saçma biri haline getirdi. Doğru ama ben de direnemedim. Asıl tutarsızlık bende. İnsan aptalca, anlamsız bulduğu bir tutkunun pesinden gider mi? Bak gidiyorum iste. Hâlâ onu arıyorum... Kafam karışık, canım yana yana gecenin bir yarısında bu bara geliyorum, ondan bir iz bulabilir miyim diye..." Yine bir suskunluk basladı aralarında. Ayşe konuşmanın heyecanıyla unuttuğu müziği yeniden duydu. Hâlâ Chet Baker söylüyordu. Rafo'nun aklı ise Ayşe'nin anlattıklarındaydı. "Niye sustun?" Ayşe kendini toparladı. "Tamam anlatıyorum" diyerek girdi söze. "O gece orkestra çalmayı bırakınca, ben de kalkmak istedim.
Tuhaftır, Stefan panikler gibi oldu. Hiç kalkmayacağımı, hep yanında kalacağımı sanıyor gibiydi. 'Neden gidiyorsunuz ?' diye sordu. 'Vakit geç oldu' dedim. Saatine baktı. 'Oo, evet geç olmuş. Bekleyin, birlikte çıkalım.' Aslında gecenin basından beri, bardan benimle çıkmasını bekliyordum ama, 'Programınız bitti mi?'
diye sormak gereği hissettim. 'Bitti' dedi. 'Bu kadar çalışmak yeter.' Birlikte çıktık. Mart ayının başıydı, ama dışarıda ılık bir gece vardı. Ilık bir rüzgâr erken bahan müjdeliyordu. İstiklal Caddesi tenhalaşmaya başlamış, sokak lambalarının ışıklan tatlı bir kederle pusarmış, meyhanelerin, barların, restoranların müşterileri ağır ağır evlerine çekilmeye başlamıştı. Stefan'la yan yana yürüyorduk. Sadece yürüyorduk, ama benim içim kıpır kıpırdı. Sokağın kösesine gelince üç gencin gitar çalıp, gelip geçenlerden para topladığını gördük. Stefan yanımdan ayrılıp, gençlerin önündeki mendile biraz para bıraktı. Yanıma geldiğinde gülümsüyordu, müzisyenlerle ilgili konuşacak sandım, oysa caddenin iki yanındaki binalara bakarak, 'Burası dünyanın en ilginç yeri' diye mırıldandı. 'Beyoğlu'nu seviyorsunuz' dedim. 'Seviyorum... ' 'Ben de seviyorum... Ama bazen yoruluyorum. Çok kalabalık, çok karışık, kirli... ' Ama cıvıl cıvıl... Her çeşit insan var, her çeşit müzik, her çeşit kötülük, her çeşit iyilik... Sanki canlı gibi. Bu caddenin bir ruhu var. iyiliğe, kötülüğe, zenginliğe ve sefalete açık bir ruh... Hiç doymak bilmiyor. Günün her saatinde, her dakikasında, her anında yasıyor.' Heyecanla konuşuyordu Stefan. Beyoğlu gerçekten de çok etkilemiş olmalıydı onu. 'Berlin yasamıyor muydu ?' diye kestim sözünü. 'Sahi Berlinliydiniz değil mi ?''Aslında Hamburg'da doğdum. Ama Berlin'de yaşıyordum. Hayır, ne Hamburg ne de Berlin İstanbul gibi değil. Onlar yaslı insanlara benziyor. Üstelik İstanbul'dan daha genç kentler olmasına rağmen... Oralarda yasam kurallarla belirlenmiş. Sizi şaşırtacak olaylar yok. Akılla düzenlenmiş davranışlar, her gün tekrarlanan hareketler... ''Ne yani' dedim, 'İstanbul'u, doğduğunuz, yaşadığınız şehirlerden daha mı çok seviyorsunuz ?''Sevmek mi? Yok, sevmek değil... Nasıl söyleyeyim... Hamburg'u da Berlin'i de severim. Ama İstanbul'da yasamayı tercih ederim.' Yüzüme baktı. 'Ölene kadar yasamayı göze alabilir miyim, bilmem. Ama burada çok uzun bir süre yaşayabilirmişim gibi geliyor bana.' Yeri gelmişti, hemen sordum.
'Belki de aradığınız kisi İstanbul'da yasadığı için...' Stefan'm yeşil gözleri kuşkuyla kısıldı. 'O burada mı yasıyor?' 'Nereden bileyim? Sizin öyle düşündüğünüzü sandım.' 'Doğru, öyle düşünüyorum.' Birden yürümeyi bıraktı, bana döndü. Ben de durdum. Adeta yalvarır gibi sordu. 'Onu gerçekten tanımıyorsunuz değil mi ?' Artık fazla olmaya başlamıştı.'Tanımıyorum' dedim. Sesim biraz sert çıkmıştı, ama aldırmadım. 'Kimden bahsettiğinizi bile bilmiyorum.' 'Ben de bilmiyorum' dedi. Bu adam, benimle dalga mı geçiyordu? 'Bilmiyor musunuz? insan kimi aradığını bilmez mi?' 'inanın bilmiyorum. Ona o kadar benziyorsunuz ki, siz tanıyabilirsiniz diye düşündüm.' 'Onu İstanbul'da mı görmüştünüz ?' 'Hayır, Berlin'de... ' 'Neden İstanbul'da anıyorsunuz ?' 'Uzun hikâye... Başımzı ağntmayayım simdi.' Anlatmak istemiyordu. Bu, apaçık okunuyordu yeşil gözlerinde. Üsteleyebilirdim ama canımı sıkmıştı. Artık ne onunla ne de aradığı kadınla ilgilenmek istiyordum. Bir an önce evime gitmek, kendi duvarlanmın arasında kaybolmak istiyordum. Stefan bozulduğumu anlamıştı. Cihangir'e dönerken, kösedeki Dulcinea'ya girip birer konyak içmemizi önerdi. Yorgun olduğumu söyleyip önerisini reddettim.Israr etmedi. Beni apartmanımın önüne kadar getirdi." "Vay be" diye söylendi Rafo. "Su bizim sessiz Stefan'a bak. Ne yere bakıp yürek yakanmış o. Seni evinin kapısına kadar götürüp, hadi bir kahve içelim demeni bekliyor." "Sanmam, öyle bir niyeti yoktu. Hatta çağırsam belki yukarı bile çıkmazdı." "Dulcinea'ya davet etti dedin." "Etti ama gönlümü almak için... O gece beni yatağa atmak gibi bir niyeti yoktu." "Bunu nasıl bilebilirsin ki ?" Ayşe'nin dudaklarına kendinden emin bir gülümseyiş yayıldı. "Kadınlar bilir. Ama keşke benimle yukarı gelmek isteseydi. O zaman benim için daha kolay olurdu." Barmen, Ayşe'nin ne demek istediğini anlayamamıştı. "Nasıl yani, onunla birlikte olmayı mı istiyordun?" "Yoo, onu reddedecektim. Belki böylece benim için ilginçliğini yitirirdi." Rafo alnını kırıştırdı. "Gerçekten de ilginçliğini yitirir miydi ?" "Kesin konuşmak zor, bana yitirirdi gibi geliyor... Olmamış bir olay için yorum yapmak anlamsız. O gece Stefan yukarı gelmek istemedi. Kibarca elimi sıkıp, kendi evinin yolunu tuttu. Ben de artık bu kızıl saçlı Alman'ı aramayacağıma dair kendime söz vererek apartmanın merdivenlerini tırmanmaya basladım. Artık iki gün öncesine, yani bu bara gelmeden önceki huzurlu günlerime dönmem için hiçbir engel yoktu. Böyle düşünmeme rağmen Stefan'a karsı içimde büyüyen öfkenin önüne geçemiyordum. Oysa bana hiçbir kötülüğü dokunmamıştı. Zavallının tek suçu, beni başka bir kadına benzetmiş olmasıydı." "Bundan daha büyük bir suç olur mu ?" diye takıldı Rafo. "Başka bir kadını tercih etmek. Adam kafadan ölümü hak ediyor." Artık aralarındaki buzlar erimiş, neredeyse kırk yıllık ahbaplarmış gibi rahatlıkla konuşmaya başlamışlardı, ama Ayşe Rafo'nun son espirisini komik bulmadı. "Su ölüm lafını kullanmasan olmuyor mu ?" "Kusura bakma, bir daha söylemem" dedi barmen, ama aklına takılmıştı, dayanamayıp sordu: "Ölüm neden bu kadar çok korkutuyor seni ?" "Çok değil, herkes kadar. Sadece Stefan'la ölüm sözcüğünü yan yana duymak istemiyorum." "Ona ölmeyi yakıştıramıyorsun ?" "Stefan için o seçeneği düşünmek istemiyorum." "Seçenek mi? Stefan'ın ölmüş olabileceğini mi söylüyorsun?" "Bilmiyorum." Ayşe'nin sesi titremeye baslamıştı. "Ayşe, benden bir sey mi saklıyorsun?" Rafo'nun ela gözleri endişeyle baktı. "Bir şey saklamıyorum" diyerek toparlandı genç kadın. "Bir mektup bırakıp kayboldu iste...""Böyle endişelendiğine göre, fazlası olmalı... " "Fazlası yok, hikâyenin sonunu dinlersen, sen de anlarsın." Rafo endişesini koruyordu, ama sesini de çıkarmadı. Ayşe anlatmaya başlamıştı bile. "Artık onu kesinlikle görmek istemiyordum. O gece bir duş alıp kendimi yatağıma attım. Ama uyuyamıyordum. Sabaha karsı dalmışım. Tabiî uykuda da rahat yoktu. Rüyamda kimi gördüm tahmin et." "Stefan'ın aradığı kadını... " "Evet, hem de... " Rafo arsızca sırıttı. "Stefan'la sevişirken deme... "
"Daha da kötüsü... " "Daha kötüsü ne olabilir ki ?" Ayşe'nin kara gözlerine utangaç bir ifade yayıldı, bakışlarını barmenden kaçırdı. "Ne? Kadınla sen mi sevişiyordun?" Sağ elini açarak heyecanla sormuştu Rafo. "Sevişme değil canım, öpüşme diyelim." Rafo'nun yüzünden muzip bir parıltı geçti. "Bakışlarından pek öyle masum bir öpüşme olmadığı anlaşılıyor ama." "Her neyse Rafo, uzatma iste. Altı üstü bir rüya. Biz kadınla öpüşüyoruz... Hem de bu barda, kösedeki masalardan birinde... Stefan da bizi seyrediyor." "Vay Stefan da var ha?" "Evet, o da var, ama sadece bakıyor." "Hoşuna gitti mi?" "Ne hoşuma gitti mi ?" "Ne olacak canım, bir kadınla öpüşmek." "Onu çok hissetmedim. Beni Stefan'ın duyguları ilgilendiriyordu. Onu kırmak istemiyordum." "Stefan'ı kıskandırdığın için mutlu olmuşsundur... " "Kıskandırmak mı? Stefan bizi kıskanmadı ki. Hiç yadırgamış gibi bir hali yoktu. Sanki dünyanın en mutlu olayını izliyormuş gibi büyük bir zevkle bize bakıyordu... Onu böyle görünce çok rahatsız oldum. Kadını bırakmak, ondan kurtulmak istedim. Ama kadın beni bırakmıyordu." "Neye benziyordu bu kadın ?"
"Yüzünü hatırlamıyorum. Esmerdi, uzun boyluydu, siyah saçları omzundan aşağıya, ta kalçalarına kadar iniyordu. Çok güzel olmalıydı. Yani çok güzel olduğunu hissediyordum... " "Sonra?" "Sonra uyandım. Yatağımda doğruldum, iste o anda, tuhaf bir duyguya kapıldım... Kapıldım değil de hissettim... Ağır, yoğun bir duygu... Yakalanmışım, ele geçirilmişim gibi... İşte o an Stefan'a âşık olduğumu fark ettim." Rafo'nun gözlerindeki muzip ışık söndü, yerini ciddi, ağır bir ifade aldı. "Balığın zokayı yuttuğu an" diye mırıldandı. "Evet, balığın zokayı yuttuğu an. Belki daha da beter. Çünkü balık zokayı yuttuğu için mutsuzdur. Oysa ben zokayı yuttuğum için mutluydum. Tanıdık bir duyguydu, biliyordum. Yine de tuhaf bir şekilde bana yepyeni geliyordu.
Acı vereceğini de hissediyordum. Ama bu duyguya kapılmaktan heyecan duyuyor, zevk alıyordum." "Herkes zevk alır" dedi Rafo... "Ruhumuzdaki boşluğun dolduğunu hissetmek muhteşemdir." Eliyle karnını gösterdi. "İnsan hayatı burada hisseder. Her soluk alıp verisinde, her gözünü kırpışında, ona her bakışında ruhun yasıyorum yasıyorum diye çığlıklar atar." "Öyle... Ne yazık ki bu her zaman sevinç çığlıkları olmuyor. Çoğu zaman acıyla dolu, keder veren, mutsuz anlar oluyor... Bütün o heyecan kıpırtısının içinde, basıma bunların geleceğini hissediyordum...
Ne hissetmesi bal gibi biliyordum. Yine de bu duyguyu sonuna kadar yasamak istiyordum. Hem de delicesine, pervasızca yasamak istiyordum. Öte yandan aklımın ask tarafından işgal edilmemiş bir kösesi hâlâ yapma kızım demeyi sürdürüyordu. Ama sesi o kadar cılız, benim bilinmeze duyduğum istek o kadar güçlüydü ki... " "Stefan'ı görmeye yeniden gittin... " diye tamamladı Rafo. "Belki gidecektim, belki değil, mutlaka gidecektim, ama güzel bir rastlantı oldu... iyi de oldu; hiç değilse bir defalığına onurumu kurtardım. O sabah canım evde kahvaltı yapmak istememişti... Savoy Pastanesi'ni bilirsin, bizim Cihangir'de. Yazları önüne masa atarlar. Henüz yaza çok vardı, ama o sabah hava ılık diye iki masa çıkarmışlardı dışarıya. Kahvaltımı orada yapmaya karar verdim. Çayımı, böreğimi söylemiştim ki, Stefan tatlı bir sürpriz gibi yanımda bitiverdi. Gülümserken bile üzerinden tam olarak atamadığı o çekingen tavrıyla, 'Afiyet olsun' dedi. Ya da buna benzer bir şey; çünkü onu görünce o kadar heyecanlanmıştım ki, söylediklerini tam olarak duyamamıştım. Belki de bu nedenle, 'Günaydın' demekle yetindim. Stefan da ne yapacağını bilmiyor olacak ki, yürüyüp gitsin mi, yoksa yanımdaki iskemleye mi otursun, bir türlü karar veremeyerek ayakta dikilmeyi sürdürüyordu. 'Buyurun oturun' demeyi akıl ettim sonunda. Rahatsız etmeyeyim gibilerinden baktı, ama yanıma oturmak için yanıp tutuştuğu gözlerinden belli oluyordu.'Otursanıza, kahvaltıyı birlikte yaparız... ' diye ısrar ettim. Kirli bir sakalla gölgelenen yüzü ışıdı. 'Öğlen yemeğini demek istiyorsunuz' diyerek oturdu karşımdaki iskemleye. 'Saat on ikiye geliyor... ' Bütün gece sizi düşündüğüm için uyumadım, bu nedenle geç kalktım diyemedim tabiî. Stefan sadece kahve ısmarladı, bir bardak da su. Son derece dinç görünüyordu. Gece Zanlarına kadar o sağlıksız barda müzik yapıp, ertesi gün böyle zinde uyanmayı nasıl başarıyordu, merak ettim doğrusu. 'Biliyorsunuz gece çok geç dönmüştük... ' diye açıklamaya basladım. Aslında öylesine konuşuyordum, aramıza sessizliğin sıkıcı gölgesi düşmesin diye. 'Ben pek alışkın değilim gece hayatına. İşte böyle öğleye kadar çıkamıyorum yataktan.' Dudaklarından bir türlü silinmeyen o mahcup gülümseme bütün yüzüne yayıldı. 'Aslında öyle görünmüyorsunuz.' Ya nasıl görünüyordum? O bar senin, bu bar benim dolasan, eğlence düşkünü kadınlardan biri mi sanmıştı beni bu adam? Bozulduğumu anlamış olacak, 'Lütfen beni yanlış anlamayın' diye açıkladı. 'Yani içkiye, uykusuzluğa dayanaklı biri gibi demek istedim... '
'Öyle göründüğüme bakmayın... Aslında hiç de güçlü değilimdir. Mesela artık bütün gün baş ağrısıyla uğraşır dururum.' 'O zaman geceleri barlara fazla takılmamalısımz... ' 'Takılmam aslında... ' dedim, ama cümlenin bundan sonrasını nasıl getireceğimi bilemedim. 'Rastlantı oldu, öyle iki gece... ' İyi ki oldu... Böylece sizi tanımış oldum... ' Neyin peşindeydi bu adam ? Hâlâ aradığı kadına ilişkin bir ipucu bulmayı mı umuyordu bende ? Sakin, sevecen bir hali vardı.Ne düşündüğünü çıkarmam çok zordu. 'Kusura bakmayın ama sormak zorundayım' dedim. 'Beni tanımış olmak sizin için neden önemli ?' Şaşırmıştı. Şaşkınlığını gülümseyişinin ardına saklamaya çalıştı, olmadı. Gülümseyişi söndü, yeşil gözleri donuklaştı. 'Evet, önemli... ' Durdu. Neden önemli olduğunu kendisi de tam anlayamamış gibiydi. O düşünürken ne olur, 'Çünkü siz iyi birisiniz' demesin diye dualar ediyordum." Rafo yine sözünü kesti Ayşe'nin. "Neden ?" Bir kadınınki gibi düzgün kasları çatılmıştı. "Neden sana iyi birisin demesini istemiyordun ?" Ayşe düş kırıklığına uğramış gibi baktı barmene. "Bunu anlayacağını sanmıştım... Kimse iyi dediği birine aşık olmaz... Askın iyilikle ilgisi yoktur... " "Doğru" diye mırıldandı barmen dalgınca. "Daha önce bunu hiç düşünmemiştim. Aslmda söylediğini kanıtlayan çok ilişki yasadım. Herkes aksini sanır, ama haklısın askın iyilikle hiçbir ilgisi yoktur."
"Yoktur tabiî" dedi Ayşe. "Ask bir tutku. Nedensiz bir tutku. Çoğu zaman da kötü bir tutku. Birinin tümüyle sana ait olmasını istiyorsun ya da senin tümüyle birine ait olmanı. Bu sadistçe bir duygu ya da mazoşistçe... Üstelik bunu delice, sabırsızca istiyorsun, hem de geçici olduğunu bile bile... " "Seninki pek geçmişe benzemiyor ama... " "Çünkü yarım kaldı... " "Yanda kalan asklar geçici değil mi?" "Değil galiba... En azından ötekilerden daha uzun ömürlü... " "Taraflardan biri için... " Bir keder bulutu geçti Ayşe'nin gözlerinden. Rafo fark etti... "Tabiî Stefan'in su anda neler hissettiğini bilmiyoruz... " diye toparlamaya çalıştı. "Onun ne hissettiği belli... Yoksa yanımda olurdu." Ayşe'nin dudaklarında yenilgiyi kabullenmiş birinin buruk gülümsemesi belirmişti. "Öyle deme Ayşe" dedi Rafo.
"Dünyada ne isler var. Olup biteni öğrenmeden akıl yürütmek doğru değil." Ayşe sevecen bir ifadeyle baktı barmene. "Teşekkür ederim, teselli etmeye çalışıyorsun. Ama alıştım artık böyle yasamaya... " İçkisinden bir yudum aldı. "Evet, biz hikâyemize dönelim istersen... Savoy Pastanesi'ndeki kahvaltıyı anlatıyordum. Stefan, korktuğum sözcüğü kullanmadı." 'Sizi tanımak önemli, çünkü siz ilginç birisiniz' dedi.Bu, iyi birisiniz demesinden çok daha iyiydi. Ama onu konuşturmak için üsteledim.
İlginç olduğumu nasıl anladınız? Sadece iki kere görüştük... ' 'Bununla üç ediyor' diye düzeltti Stefan. Ayrıntıları kaçırmaması hoşuma gitmişti. 'Sık görüşmenin önemli olduğunu sanmıyorum. Bazı insanlar karanlık bir kuyu gibidir, yanında yıllar geçirseniz bile tanıyamazsınız, bazı insanlar ise açık kitap gibidir, daha ilk gördüğünüz anda anlarsınız. Onlar kendilerini gizlemeye gerek duymazlar.' işi alaya vurdum. 'Kendilerini gizlemeye gerek duymadıkları için de kimse onları ilginç bulmaz.' 'Hayır' dedi Stefan basını sallayarak, 'bir insanı ilginç kılan, onun hakkında bilgi sahibi olmayışımız değil, o insanın farklı biri olmasıdır. Bir insanın farklı biri olduğunu anlamak için yanında yıllar geçirmeye gerek yok.' Böyle ciddi ciddi açıklaması hoşuma gitmişti. Oyunu, yoksa flörtü mü demeliyim, sürdürdüm. 'Peki, beni neden farklı buluyorsunuz ?' Stefan kahvesinden bir yudum aldıktan sonra yanıtladı sorumu. 'Gecenin içinden birdenbire çıkıverdiniz karsıma... Ne bileyim öteki kadınlar gibi değildiniz... ' 'Öteki kadınlar... ' 'Mesela arkadasınız, ondan çok çok farklıydınız. Güya o benimle daha çok ilgileniyordu, ama siz daha derin bakıyordunuz bana... Yani ne bileyim... ' Devamını getiremiyordu, ama anlamıştım. 'Ve o kadına benziyordum' diye tamamladım buz gibi bir ses tonuyla. Özür dilercesine baktı. 'Sadece o değil... Siz gerçekten de ilginç... çekici bir kadınsınız. Sizi tanımayı çok isterim.' Söylediklerinde içtendi ya da ona inanmak istiyordum, bu yüzden bana öyle geldi. Mutlu oldum, ama kendimi tutmayı basardım. Ne kadar başardımsa, çünkü dudaklarıma yayılan o salakça gülümsemeyi bir türlü engelleyemiyordum. Öte yandan Stefan'ın sözleri bana cesaret vermişti. Biraz da heyecanımı bastırmak, belki konuşmada ipleri elime almak amacıyla, yan alaycı bir tavırla sordum: 'Yani simdi bana çıkma mı teklif ediyorsunuz ?' Gülümsedi... Hayır mahcup bir gülümseme değildi bu, zekiceydi, cüretkârdı ama aynı zamanda ölçülüydü. 'Yoruma bağlı.' Gözlerindeki ışıltı, sesinin tınısı onun da flört oyununa katıldığını gösteriyordu. 'Ben sizinle vakit geçirmek istiyorum' diye çıkardı ağzından baklayı. Yüzüme cesur bir bakış attı.
'Tabiî siz de isterseniz.' Yanıt vermek yerine çayımdan bir yudum almayı seçtim. Stefan iskemlesine yaslanmıştı, güzel bir ışıkla aydınlanan gözlerini bana dikmiş ne söyleyeceğimi bekliyordu. Onu çok bekletmedim. "Aslında böyle tekliflerden pek hoşlandığımı söyleyemem. Bence ilişki kendi doğallığı içinde gelişir. Biriyle bir ilişki başlatma karan almak, hem de bunu iki kisinin alması... Nasıl söyleyeyim, isin tadını kaçınyor... 'Onu reddedeceğimi düşünen Stefan, 'Ben sadece... ' diye açıklamaya çalıştı. Ne söyleyeceğini bildiğimden konuşmasına izin vermedim. 'Ama isin doğrusu ben de sizi tanımak isterim. Alman bir müzisyenin İstanbul hakkındaki görüşlerini öğrenmek ilginç olacak... " Stefan rahatlamıştı, gülümsedi. 'Ne oldu ?' diye sordum. 'Hoşuma gitti.' Açıkça flört etmeye başlamıştık. Hani böyle zamanlarda karşındakini konuşturmak için sorarsın ya, ben de öyle yaptım: 'Ne hoşunuza gitti ?' Beni tanımak istemeniz, demesini bekledim ama, 'Beni müzisyen olarak görmeniz' dedi. Bozuldum ama belli etmedim. 'Ee... öyle değil misiniz?' 'Değilim, sadece o orkestrada çalan biriyim. Ben kendimi pek müzisyenden sayamıyorum. Çünkü iyi bir
trompetçi, çok iyi bir caz müzisyenidir. Ben değilim. Çok zor istir trompet çalmak. Trompet en zorlu caz enstrümanıdır.' 'Neden zordur ?''Her gün birkaç saat çalışma ister. Üstelik bütün ömrünüz boyunca da çalamazsınız. Çünkü bir süre sonra dudaklarınız yarılır.' Bakışlarım Stefan'ın dudaklarına kaydı. Altdudağı üsttekinden biraz daha kalındı. Bu dudağın yanılacağmı düşününce içim sızladı. 'Acı verici olmalı!' 'Meslekî deformasyon' diye mırıldandı kalender bir gülümsemeyle. 'Louis Armstrong bu yüzden şarkıcılığa basladı. Çünkü dudağı yarılmıştı. Ancak arada bir trompet çalabiliyordu.''Peki niye dudakları yarılıyor?' 'Trompetin insan dudağına değdiği yer metal. Metal dudağı yıpratıyor, bir süre sonra da dudak yanlıyor.' 'Siz de başka bir müzik aleti çalın.' 'Olmuyor iste. Nasıl başlarsanız öyle gidiyor. Ama merak etmeyin, benimkiler muhtemelen yarılmaz. Çünkü ben gerçek trompetçiler gibi günde üç dört saat çalmıyorum.' 'Ama çok güzel çalıyorsunuz... ' 'Teşekkür ederim.' Kısa bir suskunluğun ardından bambaşka bir soruyla konuyu değiştirdi. 'Bugün ne yapıyorsunuz?' Nereye varmak istediğini anlayamamıştım. 'Hiiç, mağazaya gideceğim... ''Zamanınız varsa, Topkapı Sarayı'nda Osmanlı Padişah Tuğraları diye bir sergi var. Birlikte gidelim' dedi. Davet etmesi değil de, davet ettiği yer ilgimi çekmişti:'Osmanlı Tuğraları Sergisi.' Stefan sizin mesleğiniz ne?' Gözlerinde sıkıntılı bir ifade belirdi. Yani müzisyenlik dışında diyorum... ' diye açıkladım. Yanıt vermekte zorlanıyordu. 'Yani başka mesleğiniz varsa... ' diye sorumu yumuşattım. 'Var' dedi kötü bir anıyı hatırlamış gibi. 'Ben polistim... ' Yanlış mı duymuştum ? 'Polis mi?' 'Polis' dedi. 'Berlin'de polis teşkilatındaydım.' işte bu gerçek bir soktu. Öylece bakakalmıştım... " Rafo da öylece bakakalmıştı Ayşe'ye. "Polis mi?" diye yineledi o da, sonra güldü. "Stefan dalga geçiyordu değil mi ?" "Yoo... Son derece ciddiydi."
"Hadi canım! Adamla o kadar zaman birlikte çalıştık... " Ayşe'ye baktı, genç kadının hiç de saka yapar gibi bir hali yoktu. "Stefan gerçekten polis miymiş?" Ayşe'nin bakışlarından olumlu yanıtı alınca, "İnanamıyorum ya... " diye söylendi. "Adama bak trompetçiyim diye aylarca bizi izlemiş... " "Sizi izlediğini kim söyledi?" Adeta çıkışır gibi sormuştu Ayşe. "Ben sadece Stefan'ın polis olduğunu söyledim... " Rafo ellerini iki yana açtı... "Bizim barlara takılan bir polis neyin pesindedir? Ya uyuşturucunun ya da bir kaçağın. Adam Dnterpol'den, Narkotik'ten filan olmalı." "Ne Interpol'ü, ne Narkotiği? Rafo nereden çıkarıyorsun bunları? Stefan Cinayet Masası'ndanmış. Üstelik İstanbul'a gelmeden önce de istifa etmiş." "İstifa mı etmiş ?" "Etmiş ya, bırakmıyorsun ki anlatalım... " "Ya ne bileyim Ayşecim! Polis deyince kan birden beynime sıçradı valla." Rafo şaşkınlığını hâlâ atamamıştı... Anlamak ister gibi baktı Ayşe'ye... "Sahi niye istifa etmiş polislikten?"
İş bilir bir anlatıcının gizemiyle basım usulca salladı Ayşe. "Bunu anlatırsam, hikâyenin sonunu bastan söylemiş olurum. Bana göre hava hoş, istersen söyleyeyim. Ama önemli ayrıntıları kaçırmış olacaksın... " "Yok... Yok" dedi panik içinde ellerini kaldıran Rafo. "Sakın söyleme... Sen kaldığın yerden devam et. Ben sonuna kadar sabretmesini bilirim." Ayşe boşalan kadehini gösterdi. "O zaman kadehimi doldur lütfen."
Rafo derhal söyleneni yaptı. Ayşe taze içkisinden küçük bir yudum aldıktan sonra basladı kaldığı yerden anlatmaya. "Stefan polis olduğunu söyleyince, ben de seninkilere benzer tepkiler gösterdim. Seninkilere benzer sorular sordum. 'Polisliğin bana göre olmadığını anladım, bu nedenle istifa ettim' demekle yetindi. Açıklama benim için yeterli değildi, ama onu zorla konuşturacak halim de yoktu. Söylenenlerle yetinmek zorundaydım. Ama Osmanlı tuğralarının bir Alman polisin neden ilgisini çektiğini sormadan edemedim. Stefan da hiç yüksünme-den yanıtladı sorumu. 'Eski devletler ilgimi çeker... Roma imparatorluğu, Hun imparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu... Onların kullandığı eşyalar, işaretler bana ilginç gelir. Bir tür hobi... Bu tür sergileri kaçırmam... ' Olabilirdi, eski polisler bu tür hobiler edinmez diye bir kural yoktu. Üstelik Stefan gibi renkli bir kişiliğin böylesi meraklan olması doğaldı. Ancak konuşurken gözlerini kaçırmasından mı, sesinin bir perde alçalmasından mı, bana doğruyu söylemediğini hissettim. Buna üzüldüm, ama belli etmemeye çalıştım. Biraz da gerçeği öğrenmek için tuğra sergisine gitmeyi kabul ettim. Mağazayı arayıp, bugün geç geleceğimi söyledikten sonra tuğraların sergilendiği Topkapı Sarayı'nın yolunu tuttuk. Topkapı Sarayı'na gidene kadar Stefan benimle yakından ilgilendi. Neredeyse gerçek bir âşık gibiydi. Ama sergi salonuna girince bambaşka biri oluverdi. Sanki yanında olduğumu unutmuştu. Küçük bir deftere notlar alıyor, fotoğraf çekilmesine izin verilmediği için bazı tuğraların önünde dikilerek, hiç üşenmeden defterine çiziyordu. Onun tuğralara duyduğu ilgi hobiden çok, bir tutkuya benziyordu. Ben de kollarımı kavusturmuş şaşkınlık, öfke karısımı duygularla onu izliyordum. Sonunda aradığını bulmuş gibi gelip bir tuğranın önünde durdu. Sanki büyülenmiş gibiydi. Gözünü ayırmadan dakikalarca tuğraya baktı. Stefan'a sinirlendiğimden tuğranın yanındaki açıklayıcı yazılan okumayı bile istemiyordum. 'iste bu' diye mırıldandı tuhaf bir ses tonuyla. 'Demek Genç Osman'ın tuğrasıymış... ' Sanki konuyu çok önceden biliyormuşum gibiydi. Heyecanla bana döndü. 'Genç Osman'ı anlatır mısınız bana?' Ters ters baktım, ama olaya kendini o kadar kaptırmıştı ki, kızmış olduğumu anlamadı bile. Öfkemi içime atıp, 'Genç Osman, Osmanlı padişahlarından biridir' diye kısaca açıkladım. 'Onu biliyorum, başka... ''Başka... Ben de bilmiyorum, tarih ilgimi çekmez. Ama bir yeniçeri ayaklanması sonucu öldürülmüş.' 'Yeniçeriler mi ?' 'Osmanlı askerleri. O dönem sık sık isyanlar yaşanıyormuş. Askerler ayaklanmışlar. Genç Osman'ı yani kendi padişahlannı yakalayıp, Yedikule Zindanlan'na götürmüşler. Orada öldürmüşler. Bir rivayete göre de öldürmeden önce genç padişaha tecavüz etmişler.' Stefan gerilmişti, heyecanla, İşte bu önemli' diye fısıldadı. Artık sabrım tükenmeye baslamıştı. 'Stefan, sen neden bahsediyorsun?' dedim. Sizli bizli konuşmayı bir yana bırakmıştım. 'Benimle vakit geçirmek istediğini söyledin... Beni buraya davet ettin, ama sanki yanında yokmuşum gibi davranmaya başladm. Hiç hoş değil. Simdi de kendi kendine konuşup duruyorsun. Neler oluyor? Sen neyin peşindesin? Ne istiyorsun?' Derin bir uykudan uyanıyormuş gibi baktı. 'Özür dilerim, çok özür dilerim. Kendimi kaptırmışım... 'Neye kaptırdın? Genç Osman'ın tuğrasına mı?' Elimi tuttu. 'Çok özür dilerim. Kendimi affettireceğim. Hadi çıkalım.' Bu adam beni hep böyle şaşırtacak mı, diye düşündüm. Az önce kendinden geçmiş bir halde, tuğralarla ilgilenirken, simdi bunların hiç önemi yokmuş gibi gidelim diyordu. Ama önerisini kabul ettim. Çünkü padişahlardan da, tuğralardan da gına gelmişti. Dışarı çıkınca, hemen bir taksi durdurdu. 'Nereye gidiyoruz ?' diye soracak oldum. O tatlı, mahcup gülümseyişini takındı. 'Kendimi affettirmeye.' 'Yeni bir tuğra sergisi olmasın da... ' dedim, ama yine de bindim taksiye. 'Yok yok... ' Şoföre döndü. 'Kuzguncuk... ''Kuzguncuk'ta ne var?' diye sordum.
'Balık, rakı... ismet Baba'nın restoranım bilmiyor musun?' 'Oraya mı gidiyoruz ?''Evet, acıkmadın mı ?'Bayılırdım böyle sürprizlere... 'Acıkmadım, ama gidene kadar acıkırım.' Günün geri kalanı şahane geçti. Ne tuğralardan ne de Osmanlı İmparatorluğu'nun bahtsız padişahlarından bahsettik. Erken gittiğimiz için İsmet Baba Restoranı'nın Boğaz'm kenarındaki muhteşem manzaralı masalarından birinde yer bulabilmiştik. Meğer Stefan burayı çok severmiş. Benim de bir iki kez gelmişliğim vardı, ama onun kadar etkilendiğimi söyleyemeyeceğim. Stefan genellikle öğleden sonraları gelir, güneşi burada batırmış. Günesin Boğaz'a düşen son ışıklarının muhteşem olduğunu söyledi. Eliyle gökyüzündeki karınları kırmızı, pamuk şekeri gibi beyaz bulutlan gösterdi. işin aslına bakarsan, ne ak bulutlar ne de günesin batısı umurumdaydı, Stefan'la olmak, onunla konuşmak, onun yeşil gözlerine bakmak bana yetiyordu. O da benim yanım-dayken mutlu gibi görünüyordu." Rafo sabredemeyip yine kesti sözünü Ayşe'nin. "Ne demek mutlu gibi görünüyordu ? Dnsan bilmez mi ? Mutlu muydu, değil miydi ?" "Yanında olmam hoşuna gidiyordu, bunu biliyorum. Ama bir gölge, bir uzaklık, bir soğukluk vardı. Arada bir dalgınlaşmasından, bakışlarının denizin sularına dalıp gitmesinden anlıyordum bunu. Benimle olmak istiyordu, bundan kuşku duymuyordum... Ama o gölge araya giriyor, kendini tümüyle bana vermesine engel oluyordu. Bana olan ilgisi, gökyüzünde parçalanan aksam bulutlan gibi çabucak dağılıp gidiyordu." "Ama ilk görüşmeniz. Daha birbirinizi yeni tanıyordunuz... " "Tam da bu yüzden... Yani ilk görüşme olduğu için, benimle daha çok ilgilenmesi gerekmez miydi?" Rafo ne diyeceğini bilemedi. "Almanlar iste... " deyip kaçıverdi soruyu yanıtlamaktan. "Adamlar tepeden tırnağa mantık... " "Hiç sanmıyorum, bu isin Alman'ı, Türk'ü yok. Ask Almanya'da da, Türkiye'de de aynı. Sorun Stefan'ın duygulanyla ilgiliydi. Ama o gün ben de senin gibi düşündüm. Çünkü bir açıklamaya ihtiyacım vardı. Henüz ilk buluşmamız dedim, belki adam çekiniyordur... Kibar olmaya çalışıyordur. Bu nedenle gözlerini sık sık denize çeviriyor, benimle ilgilenmiyor gibi görünmek istiyordur. Benim bu hassasiyetim dışında çok güzel bir gün geçirdik. İlk kez bana kendini anlattı. Hamburg'daki çocukluk günlerinden bahsetti. Denizsiz kentleri sevemediğini söyledi. Ben de İstanbul'u anlattım... Sokak aralanna düşen sabah güneşini, bahar aylarında yalıların duvarlarını süsleyen erguvanlan, yaz ikindilerinde boğazın lacivertlesen sulannı, kış aylarının kül rengi akşamlannı... Eski sokaklarda, bodrum katlarında olsa bile varlığını sürdüren Bizans'ın sapellerini, Osmanlı'nın yatırlannı... O sapelleri, yatırlan ziyaret ederek, kötü yazgılanna söz geçirmeye, kuru yaşamlanna renk getirmeye çalışan Hıristiyan, Müslüman, Musevî İstanbullulan, onların hüzün veren, neyse saçan, hayranlık uyandıran hikâyelerini anlattım. İsmet Baha'dan kalktığımızda vakit geceyi çoktan bulmuştu. İkimiz de çakır keyiftik.
Bir süre Kuzguncuk'un deniz kokan karanlık sokaklannda yürüdük. İçimde öyle güzel bir duygu vardı ki, incecikten esen rüzgânn, bu sakin gecenin, daha birkaç gün önce bana tümüyle yabancı olan Stefan'ın bir parçasıymışım gibi hissediyordum kendimi. Sanki onu yıllardan beri tanıyormuşum gibi, sanki ben doğduğumdan beri yanımdaymış gibi, öyle rahat, öyle güven içindeydim yanında. Stefan da kendini gecenin güzelliğine kaptırmıştı, belli belirsiz bir şarla mınldanıyordu. Caddenin sonunda yol sarplaşmaya basladı. Ayağımda topuklu ayakkabılar vardı. Yürümekte zorlanıyordum. 'Koluna girebilir miyim?' diye sordum. 'Tabiî' dedi. Girdim koluna. Üzerimizde ceketlerimiz vardı ama kolunun sıcaklığını, bedeninden benimkine geçen elektriği hissedebiliyordum. Yasadığım heyecanın, bedenimi, ruhumu ürperten o tuhaf hissin tadını çıkanyordum. Göz ucuyla Stefan'a baktım. Profilden yüzü, Yunan tanrılarının heykellerine benziyordu. Alacakaranlık, gereksiz aynntılan gizleyerek, muhteşem bir erkek çehresi çıkarmıştı ortaya. Ya da ben öyle görüyordum. O sabah uyandığımda yasadığım duyguyu yeniden hissettim. Evet, kesin olan benim Stefan'a kapıldığımdı."
Ayşe sustu. Sanki aylar öncesini yeniden yasıyor gibi dalgınlasmıştı. Rafo, genç kadının susmuş olmasını yadırgamadı. Onun aklı başka bir noktaya takılmıştı. "Âsık olduğunu fark etmen tuhaf' dedi. "Çoğu insan bastan fark etmez bunu. Fark ettiğinde ise iş isten geçmiştir." Ayşe daldığı anılardan çıktı. "Bunu ben de düşündüm. Hatta bir parça sevindim bile. Kendi durumumun farkına varabiliyorsam, demek ki gözlerim o kadar da kararmamış diye. Belki de ben Stefan'a aşık değildim de öyle sanıyordum. Ama sonra öyle olmadığını anladım. Bunun, benim kişiliğimden kaynaklandığını anladım. Kendimi birine tümüyle kaptırdığım anlarda bile bilincimi yitirmiyordum. Ancak kendime de engel olamıyorum." "Bense aklımı, tümüyle duygularımın emrine veririm" dedi Rafo olanca içtenliğiyle. "Hiç öyle ince eleyip sık dokunmam. Öyle yanlış yapıyorum filan diye düşünmem. Çoğu zaman yaptığımın farkına bile varmam. Kendimi olayların akısına bırakırım. Yasam beni nereye götürürse, zevkle sürüklenirim... "
"Keşke ben de, senin gibi olabilsem. Daha az acı çekerdim, kendimi böyle yiyip bitirmezdim. Bile bile sürüklenmek en kötüsü. Girdiğin sokağın çıkmaz olduğunu gördüğün halde, düş kırıklığına uğrayacağını fark ettiğin halde geri dönecek iradeyi bulamamak. Kendine engel olamamak... " Ayşe'nin sesi boğuklaşmıştı. Rafo, genç kadının ağlayacağını düşündü. "Boş ver" dedi kötü düşünceleri kovmak istercesine elini boşlukta savurarak. "Kafayı taktığına değmez. İşin doğası bu. Ya hiç bu islere bulaşmayacaksın ya da her mihnet kabulüm, yeter ki bir sevgilim olsun diyeceksin... " "Keşke o kadar kolay olsaydı. Su dediğini yapabilmek için neler vermezdim. Ama olmuyor. Bir kez kapıldın mı boş veremiyorsun... Umut etmeye devam ediyorsun... İmkânsız da olsa vazgeçemiyorsun..." "O kadar da imkânsız değil, baksana Stefan gelip seni bulmuş. Çıkma teklifi ondan gelmiş... " "Doğru ondan geldi. Ama birine çıkma teklif etmek başka, aşık olmak başka..." "Stefan sana âşık olmadı mı ?" "Aşık olsa gider miydi ?" Rafo dudaklarını büktü. "Bilmem... " "Nasıl bilmezsin ? Sen olsan aşık olduğun insanı bırakıp gider miydin?" "Gitmem... " Düşündü. "Ama giden insanlar duydum... Aşklarının biteceğini anlayınca, o yıkımı yaşamaktansa, kaçmayı seçmişlerdi... " "İnanmıyorum. Böyle bir şey olmaz. Artık bıkmışlardır ya da başka nedenleri vardır. Kimse askı bırakıp gidemez, ancak ask seni bırakır. O zaman bile gidemezsin. Gitsen bile her yere o da seninle birlikte gelir." "Doğru aslında... Ama her insan askı farklı yasar... Bilmiyorum, belki de sen haklısın. Neyse, biz Stefan'a dönelim. Kuzguncuk'tan sonra ne oldu ?" "Bir şey olmadı. Cihangir'e dönünce ben evime girdim, Stefan da caz bara trompet çalmaya gitti. Gitti ama sanki yanımdaymış gibi mutluydum. Odam, yatağım, içim dışım onunla doluydu. Banyo yapıp yatağıma uzandım,ama uyumak ne mümkün. Birlikte geçirdiğimiz anları zihnim kendi kendine tekrar edip duruyordu. Baktım uyku tutmuyor, yataktan kalktım. Bir süre odanın içinde amaçsızca dolaştım. Pencereden dışarı baktım. Stefan simdi sokaktan geçse, onu görsem diye geçirdim içimden. Sonra neden ben bara gitmiyorum diye düşündüm. İçimden hâlâ yapma diye beni uyarmaya çalışan cılız sese aldırmayarak, giysilerinle yöneldim. Simdi keşke o gece bara gitmeseymişim diyorum ama... " "Ne fark edecekti ki" dedi Rafo. "O gece gitmeseydin ertesi gece giderdin." Muhtemelen öyle olurdu. Ama hani bir laf vardır. Tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar, diye. Belki kendimi tutsaydım, o gece gitmeseydim. Belki onun bana gelmesini bekleseydim. Farklı olurdu. O gece, yani ayrılmamızın üzerinden daha saatler geçmişken yeniden ona koşmasaydım, ilişkide benim yerim daha sağlam olurdu. Yani ilişkiyi isteyen tarafın
sadece ben olmadığım ortaya çıkardı... "
"Böyle düşünmenin bir yararı yok. Yaşanmış olanı değiştiremezsin. Hem bence sen o gece değil, çok önceden ipleri kaptırmıştın. Tavşan korktuğu için kaçmaz diyorsun. Nasıl kaçmasın, kurt pesine düşmüş zavallının, kaçmazsa ölecek. Bunun davranışla ilgisi yok. Bunun gerçeklerle ilgisi var. Gerçek de su; sen Stefan'a âşık oldun. Ya da ondan etkilendin... Yok o gece gitmezsem söyle olacaktı, yok böyle olacaktı. Bunlar boş laf. Sen kapılmışsın bir kere. Ne yapsan boşuna. Geçmişi düşünüp, kendini kahretme... " "Belki de sen haklısın Rafo, belki değil, büyük ihtimalle sen haklısın. O gece gitmeseydim, ertesi gece giderdim bara. Adama âşık olmuştum bir kere... Neyse... Bara gittiğimde Stefan, daha birkaç saat önce ayrılmış olmamıza rağmen beni yeniden karsısında görünce çok sevindi. Yoo, numara yapmıyordu, gerçekten sevinmişti. Hatta o gece benim için bir parça bile çaldı: 'All I Do is Dream of You.'" "Yaptığım tek şey seni düşlemek" diye çevirdi şarkının ismini Rafo. "Vay be, demek yaptığı tek iş seni düşünmekmiş." "Nasıl da geliştiriyorsun Rafo. Stefan böyle demedi, şarkı öyle söylüyordu." "Hadi canım sen de! Eminim o şarkıyı dinlerken sen de benim gibi düşünmüşsündür." Suçlu suçlu baktı Ayşe. "Haklısın, öyle düşündüm." "Kim olsa öyle düşünürdü" diyerek tezini güçlendirdi Rafo. "Diyorum sana, Stefan da seni seviyordu. Yoksa neden öyle bir parça çalsın ?" Ayşe inanmak istiyordu. "Değil mi, yoksa neden o parçayı çalsın ?" Ama gözlerindeki ışık parladığı gibi çabucak söndü. "O gece tam da böyle düşünmüştüm. Belki de Stefan artık o kadını unutmaya karar vermişti. Beni tanımak istemesi bu yüzdendi. Böyle düşündükçe rahatlıyor, kendimi daha çok duygulanma bırakıyordum. O kadının gölgesinin üzerimizden kalkacak olması beni Stefan'a daha çok bağlıyordu... O gece yine Stefan'la birlikte çıktık bardan. Beyoğlu'nun sokaklarında yürürken, birden bütün yaşamımın bir günde değişmeye basladığını hissettim. Sonra bu duygunun gerçek olmadığını düşündüm. Aslında görünürde hiçbir şey değişmemişti, isim aynıydı, evim aynıydı, arkadaşlarım aynıydı, sadece Stefan girmişti yaşamıma. Günlük yaşamım olduğu gibi akarken, bir insanla tanışmak, nasıl bu kadar yoğun, bu kadar farklı duygular hissetmeme yol açabilirdi? Cihangir'e girdiğimizde bu gece birlikte olacağımızı biliyordum, sanırım o da biliyordu. Oturduğum apartmanın önüne geldiğimizde, ona hoşça kal demedim. O da ben artık gideyim demedi, isin ilginci, yukarı gel bir kahve iç filan da demedim. Ama benim kapıyı açısından, bakışlarımdan, onun sessizliğinden, uysallığından belliydi ki evime birlikte girecektik. Öyle de oldu. İçeri girince, kendi evimde yabancılık hissettim. Yoo, kötü bir duygu değildi bu, güzeldi. Sanki yıllardır oturduğum salon birden değişmiş, kanıksadığım tabloların çizgileri, renkleri farklılaşmış,mobilyalar yenilenmiş, çiçekler daha önce hiç fark etmediğim bir canlılığa bürünmüşlerdi. İnan bana kokulan bile değişmişti. Stefan'ın üzerinde de
çekingenlik vardı. Koltuklardan birinin ucuna oturup, meraklı gözlerle etrafa bakınması beni kendime getirdi. Burası benim evimdi, Stefan da konuğum. Ceketimi çıkarken sordum: 'Ne içersin? Rakı, şarap, votka, kahve, çay... ' 'Rakı... Rakıyla açmıştık, rakıyla kapatalım.' Ben mutfağa geçip, rakılarımızı koyarken, içeriden Shirley Bas-sey'nin ılık sesi yükseldi: 'Kiss me honey honey.' Salona döndüğümde Stefan müzik setinden uzaklaşmış, yeniden koltuğuna oturmuştu, rahatlamış görünüyordu. Elimde tepsi, rakılarıımızla içeri girince sordum: 'Bu müzikle rakı gider mi ?' Anlamamıştı. 'Rakı diyorum, müziğe uygun mu?' Omuz silkti. 'Müzikle içkinin uyumu... Bilmem bunu daha önce hiç düşünmemiştim.' Önemli bir sorunu çözecekmiş gibi baktı. 'Böyle bir kural var mı? Su müzikle, su içki içilecek. Biliyorsun ben burjuva değilim. Bırak müzik ile içkiyi, hangi yemeğin yanında ne içilir, onu bile bilmem.
Canım rakı istedi o yüzden içiyorum, CD'lerinin arasında Shirley Bassey'ninkini gördüm, dinlemek istedim. Hepsi bu.' Aslında beni suçlamıyordu, ama utandım. Kendimi özenti düşkünü, züppe kadınlardan biriymişim gibi hissettim. Bozuntuya vermemeye çalıştım. Rakısını uzattım, sonra divanın karsısındaki koltuğa iliştim. Kendi boşboğazlığıma kızıyor, aramıza bir soğukluk girecek diye korkuyordum. Hiç de korktuğum gibi olmadı, Stefan rakısından bir yudum aldıktan sonra, az önceki konuşmayı tümüyle unutmuş gibi basıyla kadehini işaret ederek anlatmaya basladı:
'İstanbul'a ilk geldiğim geceydi. Kaldığım otelden çıkıp bir restorana gittim. Bir balık restoranıydı. Garson balığın yanında ne içeceğimi sordu: rakı mı, şarap mı? Rakının sadece adım duymuştum. Ama merak ediyordum. Rakı, dedim. Garson kanıksamış bir ifadeyle, 'Büyük mü, küçük mü ?' dedi. Büyük de diyebilirdim, neyse ki akıl edip, küçük dedim, ilk kadehi de hoop, bir dikişte bitirdim, ardından ikincisini... Aradan yarım saat bile geçmemişti ki, basımın dönmeye basladığını hissettim. Önce balıktan zehirlendim mi diye korktum, ama bu zehirlenmeden çok sarhoşluğa benziyordu. Üçüncü kadehi öylece bıraktım. Garson durumumu anlamış olacak ki, 'Bol su için' dedi.'Size bir de Türk kahvesi getirdim mi toparlanırsınız.' Suyu içtim, ama Türk kahvesi midemi altüst etmeye basladı. Kendimi tuvalete zor attım. Ne yedimse hepsini çıkardım. Çıkarınca rahatladım, ayılır gibi oldum. Otele kadar yürüdükten sonra kendime gelebildim. Ülkenize geldiğim ilk gece, öğrendiğim ilk şey rakının hızlı içilemeyeceği oldu.' O kadar doğal bir tavırla anlatıyordu ki, ona sanlmamak için kendimi zor tuttum. 'Sonra öğrenmişsin rakı içmeyi' dedim. 'Öğrendim. Çok seviyorum rakıyı... Ama siz yanında mezeyi çok yiyorsunuz. Ben çerezle içmeyi seviyorum. Karnımı doyurduktan sonra tabiî... ' Yeniden rakısından bir yudum aldı, sonra kadehi önündeki sehpaya koymak üzere uzandı, iste ne olduysa o anda oldu, kadeh Stefan'ın elinden kayıp sehpanın sert yüzeyine çarptı. Stefan kadehi yakalamaya çalıştı, başaramadı, kadehin içindeki rakı önce sehpaya, oradan da yere döküldü. Ben hemen fırladım, mutfaktan kaptığım bir bezle sehpanın üzerini ve yeri silmeye basladım.
Bir yandan da, 'Önemli değil, önemli değil' diyordum. zavallı Stefan utanç içindeydi. 'Ne kadar sakarım' diyerek çevremde dolanıyor, yardım etmek istiyor, ama bunu nasıl yapacağını bilemiyordu. Tam o anda ben elimdeki bezle doğruldum ve ne kadar üzgün olduğunu anlatmak için yanıp tutuşan Stefan'la burun buruna geldim. Birbirimize öyle yakındık ki, en son hatırladığım Stefan'ın ağzından dökülen, 'Özür' sözcüğü oldu. Birden bir güç bizi birbirimize doğru çekti, benim elimdeki bez yere düştü, Stefan'ın özür sözcükleri yarıda kaldı... " "Her sey kendiliğinden oldu yani" diye yine girdi araya Rafo. "Öyle oldu" dedi Ayşe, sonra kadehine uzandı. Rafo'nun gözlerinde merak yüklü kıvılcımlar yanıp sönmeye başlamıştı, ancak sormakta zorlanıyordu. Sabırsızlıkla Ayse'nin içkisini içmesini bekledi. Ayşe kadehi masanın üzerine koyarken daha fazla dayanamayarak sordu: "Peki nasıldı?" Ayşe söyle bir baktı Rafo'ya. Barmen yine azarlayacak diye düşünerek yutkundu, ama korktuğu gibi olmadı.
"İyiydi" dedi Ayşe. "Şaşılacak kadar iyiydi." "Neden şaşılacak kadar dedin?" Ayşe sanki bu isleri bilmiyorsun da gibilerden bir bakış attı. "Çünkü, Rafocum senin de çok iyi bildiğin gibi genellikle ilk sevişmeler o kadar iyi olmaz. İki beden birbirine yabancıdır. Kimin neden hoşlandığını öteki bilmez." Rafo katılmadığını belirtmek istercesine abartılı bir biçimde basını salladı. "Orası belli olmaz Ayşecim. Eğer taraflar tecrübeliyse, ilki hepsinden daha iyi bile olabilir. Çünkü ilkinin heyecanı hiçbirinde yoktur." Dudaklarında muzır bir gülümseyiş belirmişti. Ayşe ayrıntıya girilmesinden pek hoşlanmışa benzemiyordu. "Olabilir" diye kestirip attı. "Biz senin kadar tecrübeli değiliz bu konularda... " "Niye canım, senin de takıldığın biri varmış ya. Su makul mimar... " Ayşe'nin suratı asılır gibi oldu. "Rafo, sen benim cinsel hayatımı mı öğrenmek istiyorsun, Stefan'ın hikâyesini mi ?" Barmen oturduğu yerde toparlandı. "İleri gittiysem özür dilerim. Tabiî Stefan'ın hikâyesini..." Ayşe uzatmadı, yeniden hikâyesine döndü. "Böylece Stefan'la ilişkimiz baslamış oldu. Aslına bakarsan, bu benim için biraz hızlı bir başlangıçtı. Ama Stefan'la birlikte olunca, birdenbire hafifletiyordum, bütün sinirlerim gevşiyor, frenlerim tutmuyordu. Her ne kadar yalnız kalınca, bu kadar dağılman hiç iyi değil, kendini kontrol etmelisin deyip duruyorsam da bunun bir yaran olmuyordu. Daha kötüsü giderek yalnız kalmaktan hoşlanmaz oldum. Artık her anımı, her dakikamı onunla geçirmek istiyordum. Bu yüzden her gece bara gelmeye başlamıştım... " "Şey, kızmazsan bir sorum olacak... Geceleri birlikte mi kalıyordunuz ?" "Evet, onun evi pek güzel sayılmazdı. Firuzağa Camii'nin arkasında güneş görmeyen bir dairede kalıyordu. Benim eve taşınmasını önerdim. Kabul etmedi, ama zaten pratikte taşınmış gibiydi.
Çünkü her gece bardan birlikte çıkıyor, benim evime geliyorduk. Sabah birlikte kahvaltı yapıyor, eğer ise gitmezsem, bütün günü birlikte geçiriyorduk. Bir anlamda onun yasamına uyum sağlamıştım. Bütün zamanımı ona göre ayarlıyor, islerimi ona göre planlıyordum. Daha önce birisi çıkıp bunu yapacağımı söylese, onun çıldırdığını düşünürdüm. Ama olmuştu iste, adeta önceki yaşamım sona ermiş, edindiğim davranış biçimlerini, alışkanlıklarımı, hatta düşünce tarzımı bir yana bırakmış, bilmediği kıyılara sürüklenen bir yelkenli gibi Stefan'ın rüzgârına kapılmıştım." "İstediğin de bu değil miydi zaten?" dedi Rafo. "Tam olarak bu değildi. Evet, Stefan'ı seviyordum, onunla olmak benim için çok önemliydi, ama bu kadar bağımlı olmak, onsuz yapamamak, beni ben yapan yaşamdan uzaklaşmaya baslamak... Bu kadar hızlı değişimin doğru olmadığını düşünüyordum. Düşünüyordum ama bundan rahatsızlık da duymuyordum. Çünkü mutluydum, yasama bambaşka bir gözle bakmaya başlamıştım. Daha önce gördüklerimi artık görmüyor, daha önce fark etmediklerimi simdi fark ediyordum. Değişikti, hareketliydi, canlıydı, tuhaftı, güzeldi... " "Ya senin mimar, o ne dedi bu ise ?" "İlhan mı? Anlayışla karşıladı. Mutlu olmadı tabiî, ama öyle olmuş gibi göründü. Dostluğumuzu sürdürme karan aldık. Tabiî ilişkimiz bitmişti. Asıl soka uğrayan Nesrin'di. Bendeki değişiklikleri fark edince, 'Önceki ilişkilerinin hepsi boşmuş, sen gerçek askı simdi buldun' diyordu. Ve tahmin edeceğin gibi beni yürekten destekliyordu. İlhan'la yollan ayırmamı söyleyen de o oldu. Şimdiden önlemini al da bu herif aranıza girmesin, dedi." "Doğru söylemiş. Peki Stefan, öteki kadından vazgeçti mi?" diye sordu Rafo. "Öteki kadın" diye mırıldandı Ayşe. "Stefan artık ondan bahsetmiyordu. Onu aramıyordu, bana bakarken, ben olduğum için bakıyordu. Bunu nasıl anlıyorsun diye sorma, anlıyordum iste. Sanki öyle biri yokmuş gibi davranıyorduk ikimiz de... " Ayşe, içkisinden bir yudum aldı. Rafo gözlerini dikmiş genç kadına bakıyordu. Ancak Ayşe bir türlü konuşmaya başlamıyordu. "Sonra ?" diye sormak zorunda kaldı Rafo. "İkiniz de o kadın yokmuş gibi davranıyordunuz." Ayse gözünün önüne düşen saçlarını eliyle geriye attıktan sonra anlatmaya basladı. "Yokmuş gibi davranıyorduk, ama vardı. O kadın Stefan'ın aklında, yüreğinde yasamaya devam ediyordu. Stefan'ın tüm gizleme çabasına, tüm kibarlığına rağmen hissedebiliyordum onu. Gölgesi her an üzerimizdeydi. Bir süre sonra kurmaya basladım. Acaba diyordum Stefan benimle sevişirken onu mu düşünüyor ? Beni öperken, onu öptüğünü mü hayal ediyor? Bunları düşünmek korkunçtu. Yaşadıklanmızın anlamını değiştiriyordu, sevişmenin
bütün zevki kaçıyor, bir tür işkenceye dönüşüyordu. Sohbet kendi tadını yitiriyor, bir tür gizli sorgu halini alıyordu. Suskunluk an-lan bile dayanılmaz hale gelmişti; çünkü Stefan simdi onu hayal ediyor diye geçiriyordum aklımdan. O kadın hakkında hiç konuşmasak da aramızda bir gerilim oluşmaya başlamıştı. Belki de konuşmadığımız için bu gerilim giderek artıyordu. Stefan sonunda bu gerilime dayanamadı. islere çok boş verdiğini, çalışması gerektiğini neden göstererek artık evine gitmek istediğini söyledi. Hem de öyle eğilip bükülmeden, Almanlara özgü dobralıkla küt diye. Çok bozulmuştum, ama ne yapabilirdim ki ? 'Nasıl istersen öyle olsun' dedim. Böylece Stefan artık geceleri evinde kalmaya basladı. Heyecanımızı yitiriyorduk. İlişkimiz için tehlike canlan almaya başlamıştı. Ben yine kendimi suçladım.
Gereksiz yere kuskulara kapılarak, Stefan'a soğuk davrandığımı düsünmeye basladım. Alman sevgilimi yeniden kazanmak için, bir sabah kucak dolusu papatyayla çaldım kapısını. Birlikte kahvaltı eder, yeniden o cosku dolu günlere döneriz diye düsünüyordum. Kapıyı açıp da karsısında beni gören Stefan çok sevindi. Onu böyle sevinç içinde görünce ben de mutlu olmustum. Ama içeri girer girmez mutluluğum yanda kaldı. Odanın duvarlan tuğra çizimleriyle doluydu. Dçlerinde en büyüğü ise Genç Osman'ın tuğrasıydı. Neredeyse yanm metrekare büyüklüğünde bir çizimdi. Çizimleri görünce bütün tadım kaçtı." Barmen, Ayse'nin neden bozulduğunu anlayamamıstı. "Neden ? Altı üstü tuğra çizimleri ? Neden bozuldun ?" "Onlar basit birer tuğra değildi. Stefan için baska anlamlan vardı. Tuğralar ile o kadın arasında bir bağ olduğunu sezinliyordum." Bu kadan da artık fazla gibilerden baktı Rafo. "Sezinliyordun... " diye mınldandı manidar bir sesle. "Evet sezinliyordum." Gözlerini inatla Rafo'yadikti. "Sezgilerim de boş çıkmadı üstelik." "Yani kadının tuğralarla ilgisi varmıs... " "Tuğralarla değil, Genç Osman'ın tuğrasıyla... " "Kadın sanat tarihçisi filan mıymış ?" "Hayır hayır... Nereden çıkanyorsun canım?" "Ee ne diye tuğralarla ilgileniyormuş o zaman?" "Kadın tuğralarla ilgilenmiyormus, sadece Genç Osman'ın tuğrasından bir brosu varmıs." "Stefan bu yüzden mi kadını anyormuş ?" Ayse yeter artık der gibi, sağ elini havaya kaldırdı. "Böyle olmayacak, her sey çorba olmaya basladı. En iyisi ben kaldığım yerden devam edeyim." "Tamam ama acele etsen iyi olur, meraktan çatlayacağım." "Stefan'ın evinde tuğralan görünce kan beynime sıçramıstı. Artık duygulanım da gizleyemiyordum. Çalısıyorum dediğin bunlar mı ?' diye sertçe sordum.
Stefan neden tepki duyduğumu anlamamıştı.'Neler oluyor Ayşe ?' 'Sen söyle, neler oluyor?' Hâlâ boş boş yüzüme bakmayı sürdürünce, parmağımla Genç Osman'ın tuğrasını göstererek sordum: 'Bu tuğra neden bu kadar önemli ?' 'Eski devletlerin ilgimi çektiğini söylemiştim' diyecek oldu. 'Stefan lütfen bana karsı dürüst ol' diye bağırdım. Bu tuğranın o aradığın kadınla ilgisi olduğunu ikimiz de biliyoruz.' Yanıt vermek yerine bakışlarını kaçırdı. 'Öyle değil mi ?' diye üsteledim. 'Bu konuda konuşmak istemiyorum.' Öfkeyle yüzüne baktım. Geri adım atmaya hiç niyeti yoktu. Sakin ama kararlı bir ses tonuyla, 'Bana bu konuda soru sorma' dedi, 'anlatamam.' 'O zaman ben gidiyorum' dedim. Elimdeki çiçekleri öfkeyle masanın üzerine savurdum, zavallı papatyalar odanın her yerine saçıldı. Kararlı adımlarla kapıya yöneldim. Stefan engel olmaya çalıştı. 'Lütfen gitme!' Aldırmadım, onu asıp yürüdüm. Kapıyı açıp kendimi dışarı attım. Dışarıda da inadına güzel bir bahar. Pırıl pırıl bir güneş etrafı aydınlatıyor, ılık bir rüzgâr tatlı tatlı esiyor. Benim içim kapkaranlık, ruhumda yaprak kımıldamıyor. Sokaktan aşağıya inerken, gözyaşlanmı da tutamadım. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da kendime kızıyordum. Neden kapılmıştım ki bu adama... Bu kızıl saçlı Alman bunlara değer miydi ? O bir kaçıktı. O bir deliydi. O akimi, siyahlı kadınla, bir de Genç Osman'ın tuğrasıyla bozmuştu. Ama kabahat bendeydi. Böyle olacağım bile bile onunla çıkmayı kabul etmiş, onunla sevgili olmuştum. Kahrederek bilinçsizce yürüdüm sokaklarda. Adımlarım mağazamın olduğu sokağa götürmüştü beni. Gözyaşlarım dinmediği için mağazama giremedim, bir de çalışanlara rezil olmak vardı isin ucunda, sokağım basından geri döndüm. Açılıncaya, gözyaşlarım dininceye kadar dolaştım. Biraz toparlanınca da canım mağazaya gitmek istemedi. Eve döndüm; yatıp uyumak, hiçbir şey düşünmemek istiyordum. Giysilerimi bile çıkarmadan kendimi yatağa bıraktım, yorganı da basıma kadar çektim. Zil sesini duyduğumda aradan birkaç saat geçmisti. Biri ısrarla kapının zilini çalıyordu. Bir an açmasam mı diye geçirdim aklımdan, sonra ya önemliyse diye çıktım yataktan. Kapıyı açtığımda Stefan'ı karşımda buldum. Özür dileyen gözlerle bakıyordu. Bir süre kapıda öylece dikildik. 'Girebilir miyim ?' diye sordu. Onu evime almamak gibi bir niyetim yoktu, sadece şaşkınlıktan öyle dikilip kalmıştım. 'Tabiî' dedim yana çekilerek, 'buyur.' içeri girdi. Güvensiz adımlarla salona yürüdü. Her zamanki yerine geçmedi, masanın yanındaki iskemleye oturdu. Oturmaktan çok ilişti demek daha doğru olur. Ben karsısında ayakta durmayı seçtim. 'Bana zaman ver' dedi. Gözleri dolu dolu olmuştu, neredeyse ağlayacaktı. 'Bana zaman ver' diye yineledi. 'Bu tutkudan, bu hastalıktan kurtulacağım.' Tutku, hastalık, güçlü bir duygudan bahsediyordu, ama zaten bunu biliyordum. Öte yandan benden de vazgeçemiyordu. Belki de ondan kurtulmak için bana ihtiyacı vardı. Ya da benden vazgeçemediği için ondan kurtulmak istiyordu. Hızla geçti bu düşünceler aklımdan. Önemli olan beni istemesiydi. Gözlerim doldu, ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Karsısındaki iskemleye oturdum. 'Bana anlatmalısın' dedim. 'Başka yolu yok Stefan! Bana anlatmalısın. Bu kadın kim ? Senin için neden bu kadar önemli ? Neden yana yana onu arıyorsun ?' Yüzünde çaresiz bir ifade belirmişti, yeşil gözleri yardım dilercesine bakıyordu. 'O lanetli biri' diye mırıldandı. 'Zavallı biri...' Durdu, kadını tanımlamak için uygun sözcükleri bulmaya çalışıyordu. 'O bir katil... o bir canavar... ' Katil derken, gerçekten de cinayet işlemiş birinden bahsetmediğini sandım. Ona derin ask acılan çektirmiş bir sevgiliyi kastediyor diye düşündüm.
Stefan geçmişi yeniden yaşıyormuş gibiydi. Sanki benimle değil de kendi kendisiyle konuşur gibi... 'O, insanları acımasızca boğazlamaktan çekinmeyen biri. O, bir seri katil. Seri katillerin en güzeli, en zekisi, en acımasızı... Onunla tıpkı seninle olduğu gibi bir caz barda karşılaştık. Berlin'de bir geceyarısı... Beklenmedik bir şekilde, hiç ummadığım bir anda çıkıverdi karsıma. Oysa üç aydır peşindeydim... ' Olanları anlamaya başlamıştım. 'O zaman bu ilk karşılaşmanız değildi' dedim. 'ilk karşılaşmamızdı, onu daha önce hiç görmemiştim.'
'Üç aydır peşindeydim diyorsun.' Yeniden yüzüme baktı. 'Peşindeydim, çünkü o bir seri katildi.' Tüylerim diken diken olmuştu. Dehşet içinde sordum: 'Gerçek bir seri katilden mi bahsediyorsun?' 'Evet, gerçek bir seri katil. Tam dokuz erkeği öldürdü. Tam dokuz kızıl saçlı erkeği bıçaklayarak öldürdü.' Stefan'ın anlattıkları korkunçtu, ama o anda içime bir sevinç dalgasının yayılmasına engel olamadım. Eğer aradığı kadın bir seri katilse, Stefan onu âşık olduğu için değil, hapse atmak için arıyordu. Görevi gizli olduğu için de güvenlik gereği bunu bana söyleyememişti. 'Sen onu yakalamaya çalışıyordun' diye mırıldandım sevincimi bastırmaya çalışarak. 'Evet, isin basında ben onu yakalamaya çalışıyordum. Berlin Cinayet Masası beni bu isle görevlendirmişti. Ben de kurbanlar gibi kızıl saçlıydım, üstelik müzisyen olduğum için kimse polis olduğumu anlayamazdı. Böylece bir barda trompetçi olarak çalışmaya basladım, ilk haftalarda gözüm kulağım bara giren müşterilerdeydi. Bütün esmer, uzun boylu kadınları şüpheli olarak görüyor, fark ettirmeden hareketlerini gözlüyordum.' 'Katilin esmer, uzun boylu bir kadın olduğunu nereden biliyordun ?'
İki ayn görgü tanığı kadını tarif etmişti. İki kurbanı en son gören onlardı. Birbirinden habersiz olarak her iki görgü tanığı da kurbanların esmer, uzun boylu, son derece güzel bir kadınla birlikte çıktıklarını söylemişlerdi. O yüzden esmer, uzun boylu, güzel bir kadını anıyorduk. Ancak günler geçiyor aradığımız kadın bir türlü gelmiyordu. Üstelik cinayetler de kesilmişti. Yoksa katil cinayet islemekten vaz mı geçmişti ? Müdürüm, katilin uykuya yatmış olabileceğini savunuyordu...''Uykuyayatmak da ne demek?' diye sordum. 'Seri katiller arasında görülen bir davranıştır. Bazen aylarca cinayet işlemeyi bırakır, normal yaşamlarını sürdürürler. Biz buna uykuya yatma diyoruz. Yapacak bir şey yoktur. Yeniden harekete geçmesini beklersiniz. Ne zaman, nerede? Hiç kimse bilemez. Bu nedenle belki de benim artık bana bırakıp, emniyete dönmem gerekiyordu. Ancak müdürümüz yukarıdan gelen baskı nedeniyle olsa gerek, bu isin peşini bırakmamamızı emrediyordu. Böylece benim müzisyenlik hayatım da uzamış oluyordu. Aslına bakarsan bu durumdan son derece memnundum. Çünkü müzik yapmayı çok seviyordum. Bizim seri katilden haber çıkmayınca, giderek kendimi gerçek bir müzisyenmiş gibi görmeye, öyle hissetmeye basladım. Emniyete ise genel geçer raporlar yazarak, durumu idare ediyordum. Yasadığım hayattan hiçbir şikâyetim yoktu. Ancak bazı geceler -ki böyle geceler sıkça yasanmaya başlanmıştı -alkol duvarını asınca ertesi gün toparlanmak zor oluyor, bu da beni mutsuz ediyordu. Her defasında bir daha içmeyeceğim diye sözler vermeme rağmen, konserimiz bittikten sonra kendimi elimde bir kadeh içkiyle buluyordum. Bir kadeh, iki oluyor, derken üç, dört, geceyi yine sarhoş bir halde tamamlıyordum. İşte o sarhoş gecelerden birinde geldi; tam da bizi artık gelmeyeceğine inandırmaya basladığı anda... Neredeyse bir sise votkayı bitirmiş olmama rağmen o geceyi çok iyi hatırlıyorum. Bar boşalmıştı, garsonlar iskemleleri ters çevirip masaların üzerine koymaya başlamışlardı. Ben de kadehimdeki içkiyi bitirip, artık eve gitmeye niyetleniyordum. O sırada duydum sesini. Belki sesinden önce kokusunu hissetmişimdir. Geceyi çoktan tüketmiş müşterilerden artakalan ağır bir tütün kokusunun arasında bile hissedilebilen baygın bir yasemin kokusuydu. Baygın ama rahatsız edici değil, insanı sonu belirsiz serüvenlere çağıran bir parfüm. Onu görmek için başımı çevirmeme neden olan sesi miydi, yoksa parfümü mü tam kestiremiyorum. Ama ne söylediğini çok iyi biliyorum. 'Bu gece çalmıyor musunuz ?' Basımı kaldırınca simsiyah gözlerle karşılaştım. Evet, önce gözlerini fark ettim. Hiç bu kadar koyu gözler görmemiştim. İnsanı çekip götürüyordu. Ama gözlerin güzelliğinden çok, derinliklerinde saklanan sır ilgimi çekti. O gözleri daha ilk gördüğüm anda bir sır sakladıklarını anladım. Gözlerin etkisinden kurtulunca da kadının yüzüne dikkat ettim. O anda nefesim kesilir gibi oldu. Olağanüstü güzeldi. Omuzlarından aşağıya dökülen saçları da, gözleri gibi simsiyahtı. Cesur kişiliğini ele veren geniş bir alnı vardı. Kasları bir oğlan çocuğununki gibi kalıncaydı, ama o iri siyah gözlerin üzerinde o kadar güzel duruyorlardı ki...
Küçük, belki biraz sivri burnu, ince yüzüyle tam bir uyum içindeydi. Siyah taslı küçük küpeler takmış, siyah uzun bir elbise giymişti. Öyle ki, siyah saçları nerede bitiyor, siyah elbisesi nerede başlıyor, bana karanlığında tam olarak seçilemiyordu. Bu elbise, hiç de kısa olmayan boyunu daha da uzun gösteriyordu. Ellerinde siyah eldivenler vardı. Elbisesinin üzerindeki tek parlak takı, dekolte yakasının sol tarafını süsleyen iri bir metal para büyüklüğünde altından yapılmış bir broştu. O zamanlar bu broşun tuğra olduğunu bilmiyordum tabiî. Her neyse... Bütün bu anlattıklarım birkaç saniye içinde olup bitmişti. Ben o birkaç saniye içinde karşımda aylardır aradığımız seri katilin durduğunu anlamıştım. Nereden anladın diye sorarsan, yanıtlayamam. Meslekî deneyim mi, önsezi mi, yoksa o kadının, tanıkların verdiği tarife uyuyor olması mı bilmiyorum, ama anlamıştım. Birden ayılır gibi oldum. Hayır, aradığımız katille karşılaşmanın heyecanı değildi beni ayıltan, kadının üzerimde yarattığı etkiydi. Onun gözlerini gördüğüm ilk anda, polisliği de, bir katilin pesinde olduğumu da unutmuştum, yeryüzünde bu kadar güzel bir kadın var mıymış diye şaşkın şaşkın düşünmeye koyuldum. Düşünmeye koyulmak değil de, kendimi onun etkisine, büyüsüne, artık adına ne diyeceksek, cazibesine kaptırdım. Bak kaptırdım diyorum, ama hissettiklerimin yanında inan bana bu sözler bile cılız kalıyor... ' Stefan bunları anlatırken, bir yandan delice bir merakla söyleyeceklerinin sonunu bekliyor, bir yandan da kör bir kıskançlık duygusu içinde kıvranıyordum. insan ilk kez gördüğü bir kadına nasıl bu kadar yoğun duygular hissedebilir, nasıl bir anda âsık olabilirdi? Yüzümdeki ifadeden ne düşündüğümü anlayan Stefan anlatmayı bırakarak bana döndü... 'Anlattıklarım canını mı sıkıyor? İstersen... ' Canımı sıkmak ne demek, söylediği her sözcük adeta ateşten bir kor gibi tenimi yakıyordu, ama gerçeği öğrenmek için bu kadarına katlanabilirdim. Too yoo, lütfen anlat.' 'Emin misin?' 'Eminim, anlatmanı ben istemedim mi zaten?' 'Sen istedin... ' Sözlerimin doğruluğunu anlamak için yüzüme baktı. Rahat görünmeye, gülümsemeye çalıştım, galiba becerdim de; çünkü Stefan ricamı kırmadı, yeniden öyküsüne döndü. 'Biliyorum çok saçma bir duygu. Çok saçma bir durum. Hele benim gibi yıldırım askına inanmayan biri için... Kadının karsısında öylece kalakalmıştım. O ise ayakta dikilmiş sorduğu sorunun yanıtını bekliyordu. Şaşkınlığım uzayınca, anlamadığımı sanarak yeniden sordu: 'Bu gece çalmıyor musunuz?' 'Çaldık...' diyebildim sonunda. 'Üzgünüm biraz geç kaldınız. Müzik çoktan bitti.' 'Yazık' diye mırıldandı boş masalara bakarak, 'sizi yeniden dinlemeyi çok istiyordum.' 'Daha önce gelmiş
miydiniz?''Bir kez. Ama o zaman da müziğin sonuna yetismistim. Sadece bir parça dinleyebildim. Muhtesemdi..." 'Hatırlıyor musunuz, hangi sarkıydı?'
'Çok iyi hatırlıyorum: It's Always You. Sarkıdan hemen sonra çıkıp gittiniz, galiba aceleniz vardı...' Olamazdı, onu daha önce görmüş olsam, mutlaka hatırlardım. 'Ne zamandı bu ?' diye sordum. Sonra hâlâ ayakta dikilmekte olduğunu görerek, yaptığım kabalığın farkına vardım. Elimle boş iskemleyi gösterdim. 'Oturmaz mısınız?'
'Teşekkür ederim' diyerek oturdu. Otururken bir an bana iyice yakınlaşmış, bedeninin sıcaklığını hisseder gibi olmuştum. 'Tam hatırlamıyorum' diye yanıtladı az önce sorduğum soruyu. 'Ama birkaç hafta önce olmalı, ilk o zaman gördüm sizi. Çok iyi çalıyorsunuz.' 'O kadar iyi olduğumu sanmıyorum... Ben iyi bir müzisyen değilim, ama yine de teşekkür ederim' dedim. Neden bu kadar açık konuştuğumu bilmiyorum. Üzerimde öyle güçlü bir etki bırakmıştı ki, ona karsı dürüst olmam gerektiğini hissediyordum. Tuhaf bir duyguydu bu. Onun varlığı sanki bir anda bütün benliğimi ele geçirmiş gibiydi. Sana biraz şairane gelecek ama ruhum onun hizmetine girmek, onun ilgisini, beğenisini, sevgisini kazanmak için hiçbir cömertlikten kaçınmayacak gibiydi. Beni artık tanıyorsun, hiç de öyle yumuşak baslı bir adam değilimdir, hatta ilk tanıştığım insanlarla kolay kolay ilişki bile kuramam, ama onun karsısında ilgi isteyen yüzsüz bir oğlan çocuğu gibi davranmaktan çekinmeyeceğimi hissediyordum. Bu, beni korkutmuyor da değildi. Ancak beni ele geçiren duygu o kadar güçlüydü ki, hissettiğim korku beni engelleyemiyordu. İşin tuhafı o da bunun farkındaydı. Hiç de şaşırmış gibi bir hali yoktu. Son derece rahat bir tavırla benimle konuşmaya basladı. 'Herkes gitmiş... Siz niye gitmediniz?' 'Bilmem' dedim bakışlarımı onun siyah gözlerinden alamayarak, 'canım biraz daha kalmak istedi... ' 'Yalnız yasıyorsunuz anlaşılan... ' dedi, sonra yanıtımı bile beklemeden, kadehime uzandı. İçkimden kallavi bir yudum içti. 'Sizin için de bir bardak isteyelim mi ?' dedim. Gözlerinin siyahlığı derinleşti. 'Sakıncası yoksa sizinkinden içmeyi tercih ederim' dedi. Kara gözleri hayâsızca parıldıyordu. 'Merak etmeyin, hasta filan değilim.' 'Öyle düşünmedim zaten.' 'İyi o zaman' deyip çantasını açtı. İçinden sigara paketi ile gümüş kaplı bir çakmak çıkardı. Bir an bana baktı, kendisini izlediğimi fark edince, 'Sorumu yanıtlamadınız?' dedi. Sersem gibiydim, ne sorduğunu bile hatırlamıyordum. Hemen hatırlattı: 'Yalnız mı yasıyorsunuz ?' 'Evet, yalnız yasıyorum... Tek basıma...' 'Güzel' dedi. Daha ben bu 'güzel' lafını nasıl yorumlayacağımı bilemezken, paketten bir sigara çıkardı, dudaklarının arasına yerleştirmeden önce yineledi. 'Güzel, yalnız yasayan erkekleri severim.' 'Ya siz... ' dedim. 'Siz de mi yalnız yasıyorsunuz?' Laf olsun diye sormuştum. Öylesine. Sanki ağzımdan yakışıksız bir laf çıkmış gibi yüzüme söyle bir baktı, sonra çakmağı bana uzatarak abartısız bir işveyle gülümsedi. 'Yakar mısınız ?' Uzattığı çakmağı alarak emrine uydum. Emrine uyarken de, bunu neden ben düşünmedim diye kendi kendimi yedim. Sigarasını yakarken, sol eliyle elimi tuttu. Önce alev alan sigarasının ucuna, sonra da gözlerime baktı... Biliyorum, bütün bu olanlar ucuz bir ask melodramının sahnesi gibi, ama inan bana gerçek. Sigarasını akarken içim ürperdi, olduğum yerde titredim. O ise kendini rolünün sahiciliğine kaptırmış bir oyuncunun sakinliği içindeydi. Kendinden ve oynadığı rolün kusursuzluğundan emin elimi bıraktı, sigarasından çektiği dumanı üfleyerek iskemlesine yaslandı. 'Ben de yalnız yasıyorum' diye mırıldandı. 'Adım Jasmine...' Kesinlikle sahte bir isim diye düşündüm, parfümünden yola çıkarak yakıştırmış olmalıydı bu adı kendine. 'Güzel bir isim' diye mırıldandım. 'Sanırım Alman değilsiniz...' 'Demek fark ettiniz, değilim.' 'Nerelisiniz ?' 'Yukarıdan... Kuzeyden... ' Ona inanmadım; kuzeyden böyle esmer kadınlar çıkar mıydı? 'Fokların ülkesinden' diye açıkladı. 'Buzlu denizlerden...' Sesini kısarak ekledi. 'Çetin denizcilerin ülkesinden...' Sigarasını kül tablasına bıraktı. Sanki, gerçeği biliyorum, sakın bana yalan söyleme, der gibi yüzüme bakarak sordu: 'Ya siz ? Siz kimsiniz ?' Bir an itiraf etmek geldi içimden. Her şeyi itiraf edip, ona zarar vermeyeceğimi söylemek... Biliyorum çok saçma. Benim gibi yüzlerce zanlıyı sorgulamış bir polis için böyle bir anda çözülmek, darmadağın olmak kabul edilebilir bir durum değil. Üstelik kimse beni buna zorlamamışken. Doğaüstü güçlere inansam biri büyü yaptı diyeceğim. Kendimi onun etkisinden kurtaramıyordum. Ona doğruyu söylemek zorunda hissediyordum. Ama en zor anlarda bile insanın yardımına yetişen bir güç vardır ya, sanırım o harekete geçti ve kendimi toparlayarak isi sakaya vurdum. 'Ben bir fokum' dedim, "kafayı bulmuş bir fok.' Tuhaf! Şaşırdı; kendine güveni bir anda tuzla buz oldu. Yüzündeki anlam tümüyle değişti. Siyah gözlerinde içten bir ifade belirdi. Sanki yanlış duymuş gibi sordu. 'Fok musunuz ?' Onu şaşırtmak cesaretimi artırmıştı. 'Evet, ben ayyaş bir fokum' diye yineledim. 'Bu çivisi çıkmış dünyada, bu çivisi çıkmış ülkede ayakta kalmak için bir kadehten ötekine dalıp dalıp çıkıyorum.' Şaşkınlığı çabucak kayboldu, ama ciddiyetini hâlâ koruyordu. 'Sahiden, neden fokum dediniz ?' 'Bilmem...' dedim gülümsemeye çalışarak. 'Siz fokların ülkesindenim deyince... Hem fokları da severim...' 'Ben de severim' dedi. Kül tablasına bıraktığı sigarasını yeniden almıştı. 'Bir zamanlar fokları kurtarmak için çalışmıştım. Balıkçılar acımasızca davranıyorlardı onlara... ' 'Belki beni de kurtarmak istersiniz' dedim. Ne istediğinin farkında mısın dercesine baktı. işte o anda karşımdaki kadının aradığımız seri katil olduğundan kesinlikle emin oldum, ama bu beni
yıldırdı mı dersin,' hayır, tersine ona duyduğum isteği daha da artırdı. 'Evet, neden beni kurtarmayasınız ?' dedim. 'Madem foklara yardım ediyorsunuz.' 'Olabilir tabiî. Kurtarılmayı gerçekten istiyorsanız... ' 'Dstiyorum. Her gece, her gece bu bar... Sıkıldım artık.' 'Sizi tutan ne ? Neden bırakıp gitmiyorsunuz ?' 'Bilmem... Belki bir kurtarıcı bekliyordum' dedim oyunu sürdürerek. 'Kuzeyden gelecek esmer bir denizkızı.' 'Denizkızı ha! Onlar kurtarıcı değildir' dedi. Kederlenir gibi oldu. Gibi oldu diyorum, çünkü yüzü güzel dudaklarının arasından çıkan dumanların arkasına gizlenmişti. 'Denizkızları insanlara felaket getirir. Bu yüzden insanlar onlardan kaçar... ' 'Benim okuduğum kitaplar öyle demiyor.' 'Ne diyor?' Sesi titremeye mi başlamıştı, yoksa bana mı öyle geliyordu kestiremiyordum. 'Denizkızları o kadar güzelmiş ki insanlar onları görür görmez âşık olurlarmış' diye açıklamaya çalıştım. 'Üstelik kaçmasınlar diye onların şapkasını, kuşağım, tarağını,aynasını çalarlarmış. Çünkü eşyası alınan denizkızı sulara dönemezmiş. Denizkızı eşyasını çalan adamın kölesi olurmuş.'inanmamış gibi mırıldandı. 'Kölesi!' 'Evet ama bazen de denizkızları o insana gerçekten âşık olurlarmış. Belki sen de duymuşsundur...
'Denizkızları eğer bir insam gerçekten severse ona mutluluk getirirmiş'
Denizkızları eğer bir insam gerçekten severse ona mutluluk getirirmiş... Hem de sonsuza kadar... ' 'Yanlıs!' dedi. 'Denizkızları kimseyi sevemezler. Çünkü tanrılar onların ruhlarını çalmıslardır. Sadece beğendikleri genç erkeklerle gönül eğlendirirler. Onları kandırırlar. Su altında birlikte yasamak için bastan çıkarırlar. Ancak bu imkânsızdır. Çünkü insanlar suyun altında yasayamaz.' 'Ama ask mucizeler yaratır... ' dedim aptalca. 'Kim söylemiş bunu?' 'Sairler, yazarlar, müzisyenler... '
'Sanatçılar' diye dudak büktü. 'Onların yazdıklarını oku, müziklerini dinle, ama onlara güvenme... Denizkızlan gibi onlar da insana mutsuzluk getirir... ' 'Neden bu kadar karamsarsınız ?' Öyle derin, öyle içten baktı ki, içimde ona yardım etme isteği uyandı. 'Eğer bir derdiniz varsa... ' diyecek oldum. Birden gülmeye basladı. Hem de ne gülmek, kahkahalar atıyordu. Davranışı o kadar dengesizdi ki ne yapacağımı, ne diyeceğimi şaşırdım. Öylece durup onun gülmesini izledim. Neden sonra gülme krizi geçince, gözlerindeki yası silerek, 'Özür dilerim' dedi. 'Bir an kendimi tutamadım.' 'Neden güldüğünüzü anlayamadım... ' dedim. 'Çok mu abuk sabuk konuştum.' 'Abuk sabuk değil de biraz tuhaf... Sanırım, bana yardım etme isteği uyandı içinizde... ' 'Bunun nesi tuhaf?' Nasıl anlayamıyorsun der gibi şaşkınlıkla baktı.
'Tanrı askına, siz bu dünyadan değil misiniz? Artık kimse kimseye yardım etmiyor... ' Sustu. 'Sizin de bana yardım etmemeniz gerekir.' 'Peki ne yapmalıyım ?' Öfkeyle, inançla, cesurca, apaçık baktı. 'Beni becermeye çalışmalısınız... Anlamıyor musunuz dünya bunun üzerine kurulu.' Sesi ilk kez gergin çıkıyordu. 'Her erkek böyle düşünmez' dedim. 'Düşünmez mi ? Siz ne diyorsunuz! Tanıdığım bütün erkekler benden bunu istediler. Bunu yapmaya çalıştılar... ' 'Belki siz kötülerle karşılaştınız...''iyi erkek yoktur... Hepsinin kafasındaki birinci mesele hoşlarına giden kadını becermektir. Bunun için planlar yapar, yalanlar söyler, gerekirse cinayet bile işlerler... Sırf o kadını elde etmek için teklifsizce yaklaşır, peşinizden koşar, insanı çileden çıkaracak hareketler yaparlar.' 'Beni onlardan biri gibi görmüyorsunuz umarım.' Yanıtlamakta zorluk çekince ekledim. 'Unutmayın, masama kendiliğinizden geldiniz... ' Durdu, hâlâ burun kanatlan öfkeyle açılıp kapanıyordu, ama gülümsemeyi basardı. 'Ee' dedi gerginlikten sıyrılmış bir ses tonuyla, 'körle yatan sası kalkarmış. Bunu bana erkekler öğretti. Hep av olmak o kadar da güzel değil, biraz da avcı olayım dedim.' Yeniden kadehime uzandı, bir yudum daha içti. 'Ama bakın, ben kartları açık oynuyorum' dedi. 'Avcı olduğumu iste yüzünüze söylüyorum. Erkekler bunu yapmaz.' Onun bıraktığı kadehi bu kez ben aldım. Gözlerine baka baka içtim. Kadehi masaya bırakırken, 'Bence tam tersi' dedim. Kalın kaslan çatıldı.
'Av olan her zaman erkektir' dedim. 'Ancak kadınlar bizi avcı olduğumuza inandırmıştır. Kadınların en büyük başarısı budur. Avı avcı, avcıyı av gibi göstermek...'Buz gibi bir ifadeyle bakmaya basladı. 'İstatistikler öyle demiyor ama. Ask ilişkilerinde kurbanların çoğu kadın... Kaybedenler demek istemiyorum, ölenler diyorum. Genellikle erkek öldürür... Sevdiği için, kıskandığı için, öfkelendiği için, terk edildiği için... ' Aslında ben cinayetlerden söz etmiyordum. Ama onun aklına önce cinayetler gelmişti. Bu da onun aradığımız seri katil olduğunu gösteren bir başka kanıttı. Çünkü nasıl yaşarsan öyle düşünürsün. Öte yandan söylediklerinde haklıydı, genellikle kurbanlar kadındı, katiller ise erkek. Bu yüzden ben başka bir şeyden söz ediyorum diyemedim. Sessiz kalmam, bir başka deyişle yenilmem onu yumuşatmıştı. 'Yanlış mı düşünüyorum ?' diye sordu. Yanıt vermek yerine gülümsedim. Gülümsediğimi fark edince, 'Öyle değil mi ?' diye yeniden sordu. Soruyu sorarken sanki küçük oğluyla konuşan genç bir annenin şefkat dolu yumuşaklığı belirmişti sesinde... 'Şiddet konusunda haklısınız... ' dedim. 'Yani genellikle haklısınız... Ama ben kadın ile erkek arasındaki ilişkinin niteliğinden bahsediyordum... ' 'Kadınlan öldüren de ilişkinin niteliği değil mi?' diye yapıştırdı soruyu. Yine sertleşmeye başlamıştı Ben ise onu üzmek, kırmak, öfkelendirmek istemiyordum. Yine de soruyu yanıtlamak zorunda hissettim kendimi. 'Öyle tabiî. Ama her ilişkide kadın ölmüyor, bazen de kurban erkek oluyor. Üstelik ben, kadın avcı derken, onun ilişkide daha tutarlı taraf olduğunu söylemek istiyordum.' Bu sözler hoşuna gitmiş olmalı ki siyah gözlerindeki sertlik yumuşar gibi oldu. 'Tutarlı ama aynı zamanda tutucu... ' dedim. 'Kadın eninde sonunda evlenmek ister. Çocuk yapmak ister. Bu doğanın da isteği. ' Erkek böyle değildir. Evliliği çok seven az sayıda erkeği buna katmıyorum. Erkeğin doğası daha sorumsuzdur. Tabiî daha özgür... Erkek daha çok kadınla birlikte olmak ister, bu yüzden daha kolay aldatır, bir tek kadına bağlı olmak istemez, evlilikten, evden kaçmak ister... Evlilik, erkek doğasına terstir.' 'Ama kadın için uygun...'dedi. Manidar bir ifade takınmıştı. 'Emin değilim. Belki onlar için de uygun değil. Belki evlilik öncesi çağlarda kadınlar da erkekler kadar mutluydular... Ancak kadınlar evlilik kurumuyla uyum sağlamasını becerdiler. Ne yazık ki doğa kadınlara acımasız davranır. Kırklı yaslarına gelen bir kadın ile bir erkeğe baktığınızda bunu anlarsınız. Kendine bakma fırsatı bulan, genleri öyle olduğu için genç kalan çok az sayıdaki kadını bunun dışında tutuyorum. O yüzden evlilik, tabiî çocuk, kadının garantisi gibi. Ya da böyle algılanmakta... Bu yüzden kadın erkeği avlayıp evlenmek, çocuk yapmak ister... '
'Özür dilerim, ama bu görüşünüze de katılamayacağım. Bir düşünün, genellikle evlilik teklifi erkeklerden gelir, kadınlardan değil. Kadının pesinde evlenelim evlenelim diye affedersiniz köpek gibi dolasan genellikle erkeklerdir; çünkü kadının güzelliğinden etkilenmişlerdir. O güzelliğin sadece kendilerine ait olmasını isterler. Evlenerek sevdikleri kadını eve hapsetmek amacındadırlar. Siz ona özgürlük duygusu diyorsunuz, ama bence maymun iştahlılıktır. Erkekler maymun iştahlı oldukları için taptıkları kadından bir süre sonra bıkarlar... Hem hangi kadın, hangi erkeği zorla nikâh masasına oturtabilir ki... ' 'Birini nikâh masasına oturtmanın bin türlü yolu vardır. Konu o değil. En tutkulu aşklarda da, basit bir flörtte de seçici olan kadındır. Erkek, tüm o çapkınca tavrına, afrasına tafrasına rağmen gerçekte kuzu kuzu seçilmeyi bekler. Tıpkı bu gece sizin gelip benim masama oturmanız gibi... ' Yeniden gözlerime baktı; uzun uzun, neler yapabileceğimi anlamaya çalışır gibi. 'Rahatsız olduysanız giderim' dedi. Sanki bütün bedeni gibi sözleri de meydan okuyordu. Gidecek olması fikri bile paniğe kapılmama yetmişti. 'Yoo yoo hiç rahatsız olmadım' dedim aceleyle. 'Niyetim kabalık etmek de değil. Sadece konuşuyorum... ' Paketten bir sigara daha çıkardı. Bu kez o söylemeden, çakmağı kapıp yaktım sigarasını. Sigara dumanını kayıtsızlık içinde üflerken, masama ilk oturduğundaki ruh halini yeniden kazanmıştı. Söze baslamadan önce kadehimdeki son içkiyi bitirdi. Çok önemli bir ayrıntıyı açıklıyormuş gibi bana doğru eğildi. 'Az önce söylediklerime bakmayın, aslında ilişkileri pek umursamıyorum. Ciddi ilişkiler beni yoruyor... Ben de kimsenin sorumluluğunu almak istemiyorum... 'O konuşurken samimi olmadığım biliyordum, inanmadığı düşünceleri anlatıyordu bana. Beni kandırmak için, beni avlamak için. Karsı çıkmadan onu dinliyordum; adeta beni kandırmasını, beni avlamasını istiyordum. Belki tam olarak bunları istemiyordum, ama onun planının bir parçası olmak, onun pesi sıra sürüklenip gecenin içinde onunla birlikte kaybolmak istiyordum. Bu serüvenin sonunda ölüm olduğunu bilmeme rağmen hislerini ona uymamı, ona itaat etmemi söylüyordu. Ve ben bunu yapmamam gerektiğini çok iyi bildiğim halde hislerime uyuyordum.
O ise muhtemelen benden önceki kurbanlarına da yaptığı konuşmayı yineliyordu karşımda. 'Bana göre de en güzeli bir gecelik ilişkiler. Dki insan birbirinden hoşlanmışsa, el ele tutuşup o gecenin tadını çıkarırlar, sonra elveda. Ne sorumluluk, ne acı, ne fedakârlık... Bu sana da uyuyor, öyle değil mi ?' 'Bilmem' dedim basımı sallayarak, 'bazen bu tür ilişkiler de güzel olabilir, ama iki insanın birbirini tanıması gerekir.' Küçük bir kahkaha attı. 'Yoksa bana âşık mı oldunuz ?''Yoo, sizi tanımıyorum bile.' 'Doğru tanımıyorsunuz... Ama yanınızda olmam hoşunuza gidiyor... ' Çapkınca baktı. 'Değil mi?' 'Öyle, hoşuma gidiyor, ama bir gecelik ilişki... ' diye açıklayacak oldum. 'Boş verin bu laflan. Az sonra benimle gelmeyecek misiniz?' Sustum.
Öylece baktım yüzüne. Bir âşığm sevgilisine baktığı gibi mi, yoksa bir kurbanın katiline baktığı gibi mi ? Bunu kestiremiyordum. Ancak bakışlarımda ondan yardım istediğimi biliyordum. Ama o bunu görmedi ya da görmezden geldi. 'Suskunluğunuzu hayır anlamında mı yorumlamalıyım ?' diye sordu yeniden. 'Aksine evet anlamında yorumlamaksınız.' Ancak coşku eksikliğini fark etmişti. 'Pek hevesli değilsiniz' dedi. 'Sizi yeniden göreceğimi bilsem, bu gece sizinle gelmeyebilirdim.' Gizemli bir ifade takındı. Bilemezsiniz, ben de bilemem. Ama bu gece yanınızdayım.' 'Ya bu gece, ya hiç... ' Yine güldü. 'Sizin gibisini hiç görmedim. Hakikaten tuhaf bir adamsınız.' Yüzüme şakacıktan, abartılı bir ciddiyet takınarak mırıldandım. Ben bir adam değilim, ayyaş bir fok olduğumu söylemiştim.' 'Kurtarılmak için kuzeyden gelecek denizkızını bekleyen ayyaş bir fok... ' diye yineledi. Havaya girmiş, benim alaycı tavrıma uyum sağlamıştı. Ben de hiç bozmadım. 'Evet aynen öyle... ' dedim 'İyi ya, beklemenize gerek kalmadı, iste geldim... ' 'Beni gerçekten de kurtaracak mısınız ?' Sigara dumanını açıkça yüzüme üfledi. Görmüyor musunuz kurtarmaya basladım bile. Masaya ilk oturduğumda o bezgin haliniz kayboldu. Simdi karşımda duyarlılığı artmış pür dikkat beni izleyen, acaba ne yapsam diye düşünen bir adam var.' Bakın bunda haklısınız iste...' 'Hadi o zaman gidelim. Çünkü aynı mekânda uzun zaman kalmak beni bezginleştiriyor, canımı sıkıyor.' 'Nereye gideceğiz?'diye sordum. Gitmeyeceğimden değil, o gidelim dediğinde toparlanmaya başlamıştım bile. Sordum, çünkü, tedirgindim, şaşkındım, mutluydum, tuhaf bir haldeydim. Belki de o değildir diye hâlâ kendi kendimi kandırmayı deniyordum. Her esmer, uzun boylu kadının bizim aradığımız seri katil olması gerekmiyor, diyordum. Kendimi yanılttığımı bile bile. 'Merak etmeyin, sizin rahat edeceğiniz bir yere gideceğiz' dedi. Yabancılık çekmeyeceğiniz bir yere... ' 'Neresiymiş orası?' Neresi olacak, sizin eviniz... Bir eviniz var değil mi?' Yanıtım gecikince, 'Ne o yoksa korkuyor musunuz?' diye beni kışkırttı. 'Yok canım neden korkacakmışım ?' 'Ne bileyim, suspus oldunuz birdenbire... ' Yok sadece düşünüyordum...' dedim toparlanarak. Tabiî evim var. Hem de kimsenin bizi rahatsız edemeyeceği bir ev.' 'Güzel, buna sevindim iste. Rahatsız oldum diye geceyarısı duvara vuran komşulardan nefret ederim.' Bizi ateşli bir sevişmenin beklediğini ima ederek iştahımı kabartmak istiyordu. 'Komşum filan yok... Kimse bizi rahatsız etmeyecek... ' 'Harika' dedi yeniden. 'Hadi gidelim.' Birlikte çıktık bardan. Ben barmenle konuşurken, o uzakta durmuştu. Daha önceki olaylarda barmenlerin ya da bar görevlilerinin onu neden ayrıntılı olarak tanımlayamadıklarını simdi anlıyordum. Daha da tuhafı, benim davranışımdı. Barmen kiminle gittiğimi öğrenmek için ona doğru baktığında, adamın önüne geçerek, birtakım sorular sormaya başlamıştım. Hiç düşünmeden yaptığım bu hareket kuskusuz onu korumak, yakalanmasını önlemek içindi, ama daha da çok, son anda birilerinin çıkıp bu geceyi elimden almaması için. Onu istiyordum, onunla beraberliğim gideceği yere kadar gitsin istiyordum, bedeli ne olursa olsun... ' Stefan bunları anlatırken, artık benden çekinmiyordu. Sanki olayları yeniden yaşıyormuş gibi hikâyesinin akısına bırakıver-misti kendini. Dinlediklerim beni şaşkına çevirmişti, ama Stefan'ın hali yüreğimi acıtıyordu. Bir erkek, bir kadına nasıl olur da böylesi kör bir tutkuyla bağlanabilir, onu canı pahasına isteyebilirdi. Hem de tanışalı henüz bir saat bile olmamışken...'Anlayamıyorum Stefan' diyerek böldüm konuşmasını. 'Demek öleceğini bile bile gidecektin o kadınla?'Yüzüme baktı; suçlu biri gibi değil, anlayış bekleyen bir adam gibi, ama kararlılığını yitirmeden. 'Gidecektim değil, gittim' dedi. 'Öldürüleceğimi ile bile... ' 'Bu beni asar, bu benim anlayabileceğim bir konu değil... ' 'Umarım basına hiç gelmez, ama gelirse anlarsın... ' Boş laflardı bunlar, ama yüzündeki gerginlik, gözlerindeki alev, sesindeki titreme onun yasadıklarını bana da hissettiriyordu. Ancak bunu kabul etmek istemiyordum. 'Çok saçma' dedim. 'Bir insan hiçbir zaman kontrolünü bu kadar kaybetmez... ' Stefan'ın yüzünde acıklı, zavallı bir ifade belirdi. 'Ama ben kaybettim... Saçma olduğunu ben de biliyorum ama oldu... '
İkimiz de sustuk. Eminim Stefan anlatmak istiyordu. Ancak son çıkısım onu engelliyordu. Söylediklerinin beni incitmesinden korkuyordu ki, bunda hiç de haksız sayılmazdı. Ben de dinlemek istiyordum, ama gururum bu merakımı açığa vurmamı engelliyordu. Hal böyle olunca sıkıntılı sessizliğimiz sürüyordu. Sonunda ben boyun eğmek zorunda kaldım. Dudaklarıma zoraki bir gülümseme yerlestirip, 'Ee, neden anlatmıyorsun ?' dedim. Suçlu çocukların yaramazlıkları hosgörüyle karsılandığında takındıklarına benzer utanç rahatlama karısımı bir ifade belirdi Stefan'ın koyu yesil gözlerinde. 'Anlatıyorum' diyerek basladı kaldığı yerden. 'Eve bir taksiyle gittik. O büyük olasılıkla bara da bir taksiyle gelmisti. Barın birkaç yüz metre uzağında inmiş olmalıydı ki taksi soförü onun bara girdiğini görmesin, benim ölümümden sonra yapılacak sorusturmada onu tarif edemesin. Taksinin arka koltuğuna oturduk. Öne doğru eğilip soföre nereye gideceğimizi söyledim, yeniden arkaya yaslanırken, o birden sokularak koluma girdi. Basını omzuma yasladı. Önce soföre yüzünü göstermemek için bunu yapıyor diye düsündüm, ama sonra amacının beni sasırtmak olduğunu anladım. Sasırtmak, evet, yöntemi buydu. Erkeklerin hiç beklemediği, ama karsılastıklarında hoslarına gidecek cesur girisimlerle onları sasırtmak, baslarını döndürmek, onları korunmasız hale getirip, sonra da soğukkanlılıkla gırtlaklarını kesmek. Ama o anda bunlar aklımın ucundan bile geçmiyordu. Sol elimi avucu-nun içine aldı.
'Ne kadar kocaman elleriniz var' diye fısıldadı kulağıma. 'Tıpkı bir balıkçının elleri gibi iri.' Yüzüme bakmak için biraz geriye çekildi. 'Biliyor musunuz ? Eskiden sizinki gibi derisi çillerle kaplı ellerden nefret ederdim.' 'Nefret mi ederdiniz ?' 'Evet, nedenini sormayın, uzun hikâye, ama sonra sevmeye basladım.' Sadece bakmakla yetindim. 'Sizin önce nefret ettiğiniz bir seyi sonradan sevdiğiniz olmadı mı hiç?' 'Bilmem, hatırlamıyorum, olmustur belki...
'İradesi güçlü olan insanlar, kendi korkularını yenebilirler'
' 'Bence olmuştur, siz iradesi güçlü birine benziyorsunuz... ' Alay mı ediyordu, yoksa ciddi miydin kestiremiyordum. İrademin güçlü olmadığını, en azından bu gece öyle davranmadığımı o da, ben de çok iyi biliyorduk. 'İradesi güçlü olan insanlar, kendi korkularını yenebilirler, ön yargılarının üzerine gidebilirler... ' 'Çilli elleri sevmemek bir ön yargı mıydı ?' 'Elleri çilli olan erkekleri sevmemek' diye düzeltti. 'Evet, bir ön yargıydı. Beni epeyce uğraştıran bir ön yargı. Ama gördüğün gibi onunla basa çıkmayı becerdim.' 'Tebrik ederim... Ayrıca sevindim böyle olduğuna, yoksa size hiç dokunamayacaktım.' İrademi kullanmayı babam öğretti bana... Babamın denizci olduğunu söylemiş miydim ? Amatör denizci. Teknesi vardı. En büyük mutluluğu denize açılmaktı. Basımıza bir kaza, bir felaket geleceğini filan düşünmez annemle beni de götürürdü denize. Çocukken denizden de tekneden de çok korkardım. Ama babam bu korkumu yenmeyi de öğretti bana. insan isterse yenemeyeceği korkusu yoktur derdi. Babamın haklı olduğunu çok sonraları anlayacaktım.' 'Sağlam adammış. Ne yapıyor simdi babanız ?' 'Öldü... ' Bunu söylerken elimi bıraktı, bedenini benden uzaklaştırdı. 'Üzüldüm' dedim. 'Evet, çok üzücüydü. Annemle birlikte bir deniz kazasında yasamını kaybetti.' 'Ne zaman oldu bu olay ?' 'On beş yıl önce... Ben çocuk sayılırdım.' 'Sizin için zor olmalı... ''Zordu ama atlattım... ' Gülümsemeye çalıştı, yemden yanıma sokuldu. 'Neyse, hayat devam ediyor' diyerek elimi avuçlarının arasına aldı. Taksiden ininceye kadar da bırakmadı. Eve girince hiç yabancılık çekmedi, sanki kırk yıldır orada yaşıyormuş gibi rahatça girdi içeri. Ev biraz dağınıktı, bilirsin iste, içinde yarım kalmış kahvesiyle bir fincan, koltukların üzerinde unutulmuş bir gömlek, oraya buraya saçılmış nota yazılı sayfalar... Başka zaman olsa dağınıklıktan dolayı utanır, çekingen davranırdım, ama o anda aklım odamın nasıl göründüğünde değil, yanımdaki kadındaydı. O kendini divanın üzerine bırakırken, 'Ne ?' diye sordum. 'Barda içtiğimizden... Tabiî varsa... Ama oradaki gibi aynı kadehten...' 'Var tabiî' diyerek isteğini gerçekleştirmek için içki dolabına yöneldim. Yandan fazlası dolu olan votka şişelerinden birini çıkardım. Bir kadehe boşaltırken, ensemde nefesini hissettim. Ne zaman oturduğu yerden kalkmıştı, ne zaman yanıma gelmişti? Ürperdim, döndüm. Döner dönmez dudaklarıma yapıştı. Bir elimde sise, ötekinde kadeh öylece öpüşmeye basladık. Bir süre sonra elimdekilerle öpüşmek imkânsız hale gelince, şişeyle, kadehi oraya bıraktım. Yeniden sarıldım, usulca, onu incitmekten korkuyormuş gibi. Durdu, kara gözleriyle bana baktı. Sanki hiç ummadığı bir davranışta bulunmuşum da anlamaya çalışıyor gibiydi. Yüzünde masum bir ifade belirmişti. Siyah giysilerinin bastan çıkarcılığı, dudaklarımdaki rujun davetkârlığı, rahat davranışları su an yüzünde beliren masumiyeti gölgeleyemiyordu. Bir tek gözlerindeki ateş... Bu şehvet miydi, gözyaşına dönüşmemiş derin bir acı mı ? Onu yavasça kendime çektim, uysalca yanaştı. Teninin sıcaklığından önce, daha bardayken basımı döndürmeye baslayan kokusu karşıladı beni. Dudaklanna dokundum. Dudakları kuruydu, dilimle ıslattım onları. Bedenime yaslanan bedeni çok eski bir ask şarkımı fısıldar gibi ağır ağır kıpırdanmaya basladı. Ama tuhaftır şehvetten çok, şefkate benzer bir duygu uyandı içimde. Bu canımı sıktı... Ne de olsa ben bir erkektim, bu kadın da benimle birlikte olmak için gelmişti evime, üstelik sevişmeye de başlamıştık, simdi bu türden duygulara kapılmanın ne âlemi vardı? İçimde uyanan şefkati, acımaya benzer duyguyu bastırmak için istekle sarıldım ona. Dudaklarımı sertçe yapıştırdım dudaklarının üzerine. Bir an, çok kısa bir an gözlerinde bir düş kırıklığı gördüm, ama hemen göz kapaklarım kapadı ve hafif bir inilti çıktı dudaklarının arasından. Ellerimi kalçalarına indirdim serttiler, diriydiler, boynunu öpmeye basladım. Ama tuhaftır aslında uyarılmıyordum. Yani daha açık konuşacak olursam, cinsel organımda en ufak bir hareket bile yoktu... Olacak diye düşündüm, onu elinden tutup yatak odasına doğru sürükledim. Hiç itiraz etmeden geldi benimle. Yatağın basında yeniden öpüşmeye basladık. O da öpüşlerime ateşli bir biçimde karsılık veriyordu. Birlikte yatağın üzerine yıkıldık. Dokunuşlarından, öpüşlerinden çok deneyimli olduğu belli oluyordu. Son derece ustalıkla yapıyordu bu isi, ama bir şey eksikti. Yabancı gibiydi, içten değildi, sevgisizdi. Seks için sevgi gerekli değil diyebilirsin.
Biliyorum, bunu ben de yasadım. Hiç tanımadığım kadınlarla harika geceler geçirdim. Ama nedense onun dokunuşlarında samimiyet, sevgi, ne bileyim iste sahicilik arıyor, ama bulamıyordum. Belki de bu nedenle tüm çabalanma rağmen erkekliğim uyanmıyordu. Ne ki öyle kolay kolay vazgeçmeye niyetim yoktu. Aklıma yenilgiyi getirmeden, gözümü karartıp, sevişmeyi uzattıkça uzatıyordum. O ya bunun farkında değildi ya da değilmiş gibi yapıyordu. Bense insanüstü bir çabayla bu gece yatakta başarılı olmak için yırtmıyordum. Ama boşuna, bacaklarımın arasında en ufak bir kıpırtı bile yoktu. Sonunda bu isi yapamayacağımı anladım, birden durdum. Özür dilereyek, sırtüstü yatağa uzandım. 'Ne oldu?'dedi. Sesinde küçümseme yoktu, baygınlaşan siyah gözlerinde şaşkınlık ve merak vardı sadece. 'Kusura bakma' dedim isi piskinliğe vurarak, 'tanımadığım kadınlarla birlikte olamıyorum.' Alay etmesini bekledim, yapmadı. Tersine gözlerinde anlayışlı bir ifade belirdi. 'Biraz dinlen, yeniden deneriz.'
'Yok... Ne kadar dinlenirsem dinleneyim, bu gece olacağı yok... ' Elini uzatıp terli alnımı sildi. İçkiyi azaltmalısın' dedi. 'Çok içiyorsun... ' Ben bir şey söylemedim. Boynuma sarıldı. 'Hadi uyuyalım artık.' Öyle şefkatle sarılmıştı ki, bu, sevişirken bana göstermediği duyguydu. Tıpkı yavru bir fok gibi sokuldum ona. Basımı göğsüne gömdüm. O enfes kokusunu içime çekerek öylece kaldım. Kalp atışlarını duyuyordum, sakin, uyumlu, ardı ardına, huzurlu bir ailenin salonundaki eski bir saatin tiktaklar gibi. Biliyorum, uyumak hiç akıllıca bir iş değildi... Ama o uyuyalım dediğinde çok yorgun olduğumu fark ettim. Uyumamalısın, uyumamalısın diye kendime telkin ederek onun kalbinin vurusunu dinlerken uyuyakalmışım. O gece tuhaf rüyalar gördüm. Karışıktı, açık seçik hatırlayamıyorum ama foklar vardı, galiba bir de denizkızı. Ondan çok emin değilim, belki de denizkızı yoktu. Ama deniz vardı. Bakmaktan hoşlanmadığım bir deniz... Tam hatırlayamıyorum. Güzel bir rüya değildi. Gözlerimi açtığımda yatakta yalnızdım. Ev oldukça sessizdi. Banyoyu dinledim, ses seda duyulmuyordu. Panik içinde doğruldum, evdeki odaları dolaştım, yoktu. Bir not, bir mektup filan bıraktı mı diye sağa sola bakındım; bırakmamış, öylece çekip gitmişti. Beni öldürmediği için sevinmem gerekirken içim burkuldu. Daha şimdiden onu özlediğimi fark ettim. Yeniden dönüp yatağıma oturdum, o anda halının üstündeki sarı metali gördüm. Bu onun göğsüne taktığı broştu, düşürmüş olmalıydı. Uzanıp aldım. Sonradan Genç Osman'ın tuğrası olduğunu öğreneceğim o broşu sevgiyle, şefkatle, tutkuyla okşadım. Simdi ben ne yapacaktım ? Olanları rapor etsem, basım belaya girecekti. Bırak basımın belaya girmesini, onun hakkında polise birçok ipucu verecektim ki, bu bilgiler onun yakalanmasını kolaylaştırabilirdi. Alçakça gelebilir, ama bunu yapmak istemiyordum. Dün gece hiç yaşanmamış gibi davranmaya karar verdim. Ama gece bara gittiğimde beni bir sürpriz bekliyordu. Hayır, kendisi gelmemişti, ama aksam üzeri bana bir mektup bırakmıştı. Hemen açıp okumaya basladım. 'Sevgili Ayyaş Fok' diye başlıyordu. Dün aksam senin yanına niye geldiğimi, neden seninle birlikte olmak istediğimi sen de, ben de çok iyi biliyoruz. Önce senin polis olduğunu anlamamıstım tabiî. Dün gece sen uyuduktan, daha doğrusu sızdıktan sonra evinde yaptığım küçük bir arastırma bunu anlamama yetti. Çekmecelerden birinde bulduğum rozetini görür görmez, benim peşimdeki sivil polislerden biri olduğunu anladım. Caz bara takılan kızıl saçlı bir adam... Tipik kurbanlarından biri... Evet, artık açıklamamda bir sakınca yok, zaten açıklamasam da sen çoktan anlamışsındır kim olduğumu. Ben aradığın kişiyim. Kızıl saçlı erkekleri öldüren o acımasız katil... Erkek düşmanı o dişi canavar... Gazeteler böyle yazmıştı değil mi? Sanırım seni neden öldürmediğimi merak ediyorsundur ? Aslında ben de, neden beni yakalamadığını, neden öyle kuzu kuzu isteklerime boyun eğdiğini düşünüyorum. Benim kim olduğumu anlamayacak kadar aptal birine benzemiyorsun. Hatta sanırım beni daha ilk gördüğünde kim olduğumu anladın.
Sonradan düşününce farkına vardım bunların. Ama beni neden yakalamadığını, dahası göz göre göre ölüme sürüklenmene neden karsı çıkmadığını anlayabilmiş değilim, belki de hiçbir zaman bunu öğrenemeyeceğim. Sana ilginç birisin demiştim. Sahiden öyleymişsin... Gerçek su ki, beni etkiledin. Hem de yıllardır hiçbir erkeğin etkileyemediği gibi. Seni öldüremedim. Neden yapamadığımı kendime açıklayabiliyorum. Merak etme sana da anlatacağım, ancak sunu söylemeliyim ki kendi açıklamalarım beni ikna etmiyor, umarım seni eder. Eminim seri katiller hakkında çok şey biliyorsundur, en azından benden daha çok bilgiye sahip olduğun kesin. Evet, ben de onlardan biriyim. Kaç erkeği öldürdüğümü, onları öldürürken neler hissettiğimi burada yazacak değilim. Sana kendimi anlatmak istiyorum. Beni anlaman için mi, daha yakından tanıman için mi, yoksa başka bir nedenle mi, su an bunu anlayacak halde değilim, sadece anlatmak istiyorum. Adımın Jasmine olduğunu söylemiştim. Yalandı, zaten anlamışsındır. Babam hakkında söylediklerim ise doğruydu. O bir denizciydi. Babamla annemin denizde öldükleri de doğruydu, ama bir kaza değildi. Bir cinayetti; daha doğrusu bir katliam. İçlerinden sadece benim sağ kurtulduğum bir katliam. Babamın en büyük merakı teknelerdi. Pek de uzun olmayan yasamı boyunca birkaç tekne değiştirmişti. Yaz aylarında annemi, beni, yani ailesinin tüm üyelerini yanına alır, tekneyle denize açılırdı. Hem öyle yalanlara filan değil, uzak denizlere. Dokuz yasına girdiğim yılın yazıydı. Yine tekneyle tatile çıkmıştık. Günlerce süren yolculuktan sonra kuzey denizlerine gelmiştik. Arada bir benim canımın sıkılması dışında tatilimiz güzel geçiyordu. Ben de canımın sıkıntısını küçük köpeğimiz Jasmine'le oynayarak geçiriyordum. Evet, Jasmine adını zavallı köpeğimizden almıştım. Günesin batmadığı gecelerden biriydi. Bilirsin kuzeyde yaz aylarında güneş tam olarak kaybolmaz, beyaz geceler yasanır. İşte o gecelerden birinde, aksam yemeğini henüz bitirmişken, telsizimizden bir yardım çağrısı aldık. Her denizcinin yapması gerektiği gibi babam, hemen yardım çağrısına cevap verdi. Yardım isteği bir balıkçı teknesinden geliyordu. Zor durumda olduklarını, motorlarının bozulduğunu, teknelerinde bir hasta olduğunu söylüyordu. Babam teknelerinin yerini öğrenip, haritada belirledikten sonra hemen harekete geçtik. Çok değil yarım saat sonra yardım isteyen tekneyi bulmuştuk. Dışarıdan bakıldığında hiç yadırganmayacak balıkçı teknelerinden biriydi. Yaklaşmakta olan fırtınayı haber veren bir rüzgârla ağır ağır sallanıyordu. Babam telsizle yardıma geldiğimizi anons etti. Teknenin ön güvertesinde bir adam belirdi; kızıl saçlıydı, iri yarıydı, bize el sallıyor, hastayı almamız için kendilerine doğru yanaşmamızı işaret ediyordu. Babamın aklında en küçük bir kuşku olmadığı için hemen söylediklerini yapmaya koyuldu. Rüzgâr henüz o kadar güçlü değildi, yanaştık. İste ne olduysa o zaman oldu. Birden balıkçı teknesinden üç erkek ellerinde silahlarla üzerimize atladı. Babam şaşkınlığından kurtulup onlara karsı koymaya çalıştı, ama çok geçti, adamlardan ikisi anında babamı etkisiz hale getirdi. Küçük köpeğimiz Jasmine havlayarak üzerilerine atladı, ancak adamlardan ufak tefek olanı, iki el ateş ederek öldürdü zavallıyı. Annemle ben çığlıklar atarken, yelkenler için kullandığımız kaim halatlarla babamın ellerini, ayaklarını bağladılar. İnanılmaz bir görüntüydü, karşımızda yıllar öncesinden çıkıp gelmiş üç vahşi korsan duruyordu. İçlerinde en iri olanı o kızıl saçlı adamdı. Elinde kılıca benzeyen kocaman bir bıçak tutuyordu. Elindeki bıçağı babanım boynuna dayayarak, paranın nerede olduğunu soruyordu. Babam zaten çok az olan paranın yerini söyledi. Parayı buldular, ama o kadar azdı ki tatmin olmadılar. Adam bıçağım babanım boynuna bastırarak, 'Asıl parayı nerede saklıyorsunuz?' diye sordu.
Zavallı babam başka paramız olmadığım anlatmaya çalıştı ama dinleyen kim. Adam, babamdan istediği yanıtı alamayınca, onu bırakıp anneme yöneldi. 'Simdi ben senin dilini çözerim' diyerek, elindeki bıçakla annemin giysilerini yırtmaya basladı. Korkunç bir andı. Babam adama önce yalvardı. Bizi bırakırsa ona istediği kadar para vereceğini söyledi, ama adam onu duymuyor gibiydi. Bunun üzerine babam adama küfretmeye basladı. Adam yine aldırmayarak, annemi öpmeye çalıştı. Annemin adama vurmaya basladığını gördüm, ama iki arkadaşı ona yardıma gittiler. Biri annemin ellerini, öteki ayaklarını tuttu. Sanki onları engelleyebilirmişim gibi dayanamayıp adamların üzerine atlamaya kalktım. Kızıl saçlı adam anında yakaladı beni. 'Bekle bebeğim sana da sıra gelecek' diyerek bana sarılmaya çalıştı. Nefesi leş alkol kokuyordu. Bütün gücümle adamın suratını tırmaladım. Canı çok yanmış olmalı ki, sert bir tokat indirdi, savrularak yere düştüğümü hatırlıyorum. Kendime geldiğimde önce kanı gördüm. Kendi kanımı, bacaklarımın arasından usulca suya sızıyordu. Sonra suyun içinde olduğumu fark ettim, teknemiz ağır ağır batıyordu. Korkuyla anneme, babama bakındım. Annemi görmem zor olmadı, birkaç metre kadar ilerde yatıyordu. Onun bedeninden benimkinden daha koyu, daha yoğun bir kan yayılıyordu teknemizi ele geçiren denize.Panik içinde doğrulmaya çabaladım. Elim birine değdi. Evet, babamdı. Sırtüstü yatıyordu, gözleri açıktı, durgundu. Sanki hava durumunu anlamak için gökyüzünde çoğalmakta olan bulutlara bakıyordu. Korku içinde ağlamaya basladım. Ama ağlamak çözüm değildi, babamın bana öğrettiği gibi telsize gitmeli yardım istemeliydim. Ayağa kalkmaya çalıştım, başaramadım. Çok bitkindim, bacaklarımın arasında büyük bir acı vardı. Suda adeta sürüklenerek telsizin bulunduğu bölmeye ulaştım. Ancak beni büyük bir düş kırıklığı bekliyordu. Korsanlar telsizi bozmuşlardı. Son umudum da böylece tükenmişti, kudurmuş bir denizin ortasında batmakta olan bir teknede yapayalnız
kalmıştım. Yeniden ağlamaya basladım. Sonra sürüklenerek annemle babamın yanma geldim.
Onları ölmemiş gibi düşünmeye basladım. Sonra ölümün kötü bir şey olmadığına inandırmaya çalıştım kendimi. İkisinin arasına uzandım, teknenin batmasını ekledim. Beklerken de bir elimle annemi, öteki elimle de babamı tutuyordum. Beni ölüme onlar götürsün istiyordum. Sonunda tekne iyice suya gömüldü. Tekne suya gömülürken, annemle babamı bırakmışım, içgüdüsel olarak yüzmeye çalışırken buldum kendimi. Ama buna imkân yoktu, hem sahilden çok uzaktaydım, hem de incecik kollarımda yüzecek güç kalmamıştı. Birden denizin içinden bir varlığın beni sürüklediğini hissettim. İlk aklıma gelen köpekbalığı oldu. Kan kokusuna gelmiş olmaklardı. Korkudan çılgına dönmüştüm, avazım çıktığı kadar bağırmaya Ama boşuna, ne denizin ortasında kimse sesimi duyuyor ne de beni sürükleyen yaratık bedenimi bırakıyordu. Bir süre sonra sakinleşip artık ne olacaksa olsun dedim. Ama bir şey olduğu yoktu, altımdaki yaratık hızla yüzerek beni sürüklüyordu. Yeniden panikledim, kendimi denize mi atsam diye düşünürken kıyıyı gördüm. Altımdaki yaratık her beni kıyıya götürüyordu. Kayalıklara yaklaşınca yavaşladı, birden beni bırakıp denize daldı. Ben ise çırpınarak kıyıya ulaştım. Kıyıya çıkınca, onu görmek dönüp geriye baktım, ama faydasızdı. Kül rengi suların içinde yitip gitmişti. Onun bir fok olduğunu düşündüm, sonra buna kesin olarak inandım. Bana neden yardım ettiğini bilmiyorum; belki ona da bir insan yardım etmişti, belki de yalnızca içinden gelen bir güdüyle kurtarmıştı beni, bilemiyorum... Fokları bu yüzden seviyorum, dedim. İnsanların kâbusa çevirdiği hayatımı bir fok kurtarmıştı. Sonra beni kıyıdakiler fark ettiler. Hastaneye götürdüler. Yaralarımı diktiler, psikolojik yardımda bulundular. Beni ülkeme yolladılar. Bir süre sonra ben normale döndüm. Daha doğrusu normale döndüğümü sandım. Annesiz babasız her normal çocuk gibi büyümeye basladım. Babaannem sahip çıkmıştı bana. En iyi okullara yolladı beni. Bir dediğimi iki etmedi. Büyüdüm, ergen oldum, genç kız oldum. Bir sevgilim oldu. Çok iyi bir çocuktu. El ele tutuşuyorduk, sonra öpüşmeye basladık tenha yerlerde. Güzeldi... Ama insan orada kalamıyor. Bir gün sevişmeye basladık... Hayır, düşündüğün gibi olmadı. Onunla seviştim. Pek hoşuma gitmedi, ama bakire olmamama rağmen biraz canım yanmıştı. Sonra yine denedik, ikincisi daha iyiydi. Hani insan küçükken tecavüze uğrarsa bir daha sevişemez filan derler ya, bende öyle olmadı. Sanki yasadığım o korkunç olay beni hiç etkilememişti. Ta ki, yurt dışına çıkıncaya, orada bir doğum günü partisine katılıncaya kadar. Üniversiteyi yurt dışında okumama karar verdi babaannem. Aslında onu yalnız bırakmak istemiyordum ama, senin geleceğin, benim uzun gecelerde çekeceğim yalnızlık duygusundan daha önemli, diyerek konuyu kapattı. Yurt dışına geldiğimin on birinci ayıydı. Hiç de içe kapanık biri değilimdir, oldukça geniş bir arkadaş çevresi edinmistim kendime. O gece arkadaşlarımdan birinin doğum günü partisi vardı. Davetlilerin çoğu bizim üniversitedendi. Tek tük baska okullardan insanlar da vardı. Müthiş eğleniyorduk, müzik güzeldi, sohbet güzeldi, acayip içki içiliyordu. Geceyarısına doğru, mumlar söndürülüp doğum günü pastası kesildikten hemen sonra kendimi evin salonunda dans ederken buldum. Partnerim yoktu, çevremde dans eden baska çiftler vardı, ama ben yalnızdım. Kendimi müziğin uyumuna bırakmış dönüyordum ortalıkta Birden birinin yanıma geldiğini fark ettim. Uzun boyluydu, yapılıydı. İçerisi yeterince aydınlık olmadığı için yüzünü tam olarak seçemiyordum, ama iri bir kafası, güzel bir gülümseyişi olduğunu görebiliyordum. Hiçbir teklifte bulunmadan benimle dans etmeye basladı. Önce birbirimize uzaktık, sonra müzik değişti, daha yumuşak bir şarkı çalmaya basladı. Böylece yakınlaştık; ben onun omzunu tuttum, o benim belimi. Müziğin ritmine uyarak sallanmaya basladık. O anları bilirsin, içki ve müzik bütün ruhunu ele geçirir, seni tümüyle savunmasız bırakır. Müthiş duygular hissedersin, şahane olacak diye düşlersin. En büyük pişmanlıklar bu tür gecelerden sonra yasanır aslında... Ama yine de büyülüdür, yine de olağanüstüdür. İtiraf etmeliyim ki ben de bu tür duygulan hissettim. Dans sürdükçe birbirimize daha çok yakınlaştık. Bir ara kendimi onunla öpüşürken buldum. Dans bittikten sonra da yanımdan ayrılmadı, sanki az içmişim gibi birlikte içmeye devam ettik. Konuşuyorduk, heyecanla anlatıyordu, söylediklerinden aklımda tek kalan onun bizim üniversiteden olmadığıydı, başka hiçbir şey hatırlamıyorum. Parti dağılırken nereye gideceğimi sordu. 'Evime' dedim. 'Bana gelsene' dedi. Aslında öyle ilk kez tanıdığı bir erkeğin evine giden kızlardan değildim. Ama o gece, yaşadıklarımız o kadar güzeldi ki, 'Olur, gelirim' dedim. Partiden birlikte çıktık. Herkes sarhoş olmuştu. Doğum gününü kutlayan arkadaşıma bir hoşça kal bile diyemedim. Arabası vardı, ona bindik. Arabayı kullandığına göre benden daha ayık olmalıydı. Ağaçların içinde bir eve götürdü beni. Ev tanımı biraz haksızlık olur, burası gerçek bir villaydı. Kafam o kadar kıyaktı ki, ne burası senin mi diye sordum ne de burada yasayan başka kimse var mı diye.
İçeri girdik. Işıkları yaktı. Geniş salon parlak bir ışıkla aydınlandı. Işığı kısması ya da tümüyle kapatması için ona baktım. Bası sandığım kadar büyük değildi, ama gerçekten çok güzel gülümsüyordu. Işıktan rahatsız olduğumu anlamış, kısmak için düğmeye uzanmıştı, iste saçlarının kızıllığım o anda fark ettim. Aslında güzel bir kızıllığı vardı saçlarının, üstelik ona da çok yakışıyordu. Ama ben irkildim. Unuttuğum, belleğimin en alt katmanların asakladığım katliam birdenbire canlanıverdi gözlerimin önünde. Gözlerimi kapadım, yeniden unutmak istedim. Annemle babamın cesetlerini, cılız bacaklarımın arasından sızan kanın görüntüsünü kovmak istedim. Olmadı, gözlerimi açtığımda, tıpkı o korkunç gündekine benzer bir ışıkla karşılaştım. Kül rengi, umutsuz, insanın içine karamsarlık yayan bir ışık. Ve karşımda tıpkı yıllar önce teknesinde bizden yardım isteyen adam gibi gülümseyen, kızıl saçlı, iriyarı bir adam. Basım döndü, düşecek gibi oldum. Kızıl saçlı adam hemen uzanıp tuttu beni. Tutmaktan çok kucaklamaya çalıştı. Yıllar önce beni kucaklayan adam gibi hoyratçaydı hareketleri. 'Bırak beni!' diye bağırdım. Bıraktı, şaşırmıştı: 'Ne oldu? Yanlış bir şey mi yaptım?' 'Gitmek istiyorum' dedim. Birdenbire ayılmış gibiydim. 'Gidersin' dedi, 'ama iyi öle görünmüyorsun. Bir kahve yapayım, iyi gelir.' Basımı sallayarak istemediğimi söyledim. Bunu söylerken o yeniden yaklaşmıştı yanıma: 'İstersen bir duş al ayılırsam. Bu halde dışarı çıkman doğru değil.' 'Hayır, gideceğim' dedim. 'Neden böyle yapıyorsun ?' diyerek yeniden sarılmaya çalıştı. 'Birlikte çok eğleneceğiz.' 'Dur, bana dokunma!' diye bağırdım. Ama sözlerim onu durdurmaya yetmedi, bütün bedeniyle üzerime abanmaya çalıştı. Tıpkı ailemin öldürüldüğü o günde olduğu gibi elimle suratım tırmaladım. Acıyla haykırarak geri çekildi, sonra tıpkı o kızıl saçlı katil gibi yüzüme okkalı bir tokat indirdi. Kendime geldiğimde, hâlâ üzerimdeydi. Soluk soluğa
üzerimde gidip geliyordu. O üzerimde tepinirken, ben teknede baygınken görmediklerimi yasıyor gibiydim. Kızıl saçlı adamın anneme tecavüz edişini, annemle babamı öldürmelerini, sonra da bana saldırmalarını. Nedense hep annemle babam öldürüldükten sonra bana tecavüz ettiklerini düşünüyordum. Üzerimdeki kızıl saçlı hayvanın soluğunun giderek hızlanmasına, sonra bir domuz gibi böğürerek boşalmasına kadar bunları yasadım. İçim nefretle dolmuştu, ama daha fazla nefrete ihtiyacım vardı, acımı, utancımı içime atıp, sessizce öfkemi biriktirmeye basladım. O kızıl saçlı hayvan boşaldıktan sonra bir süre üzerimde öylece hareketsiz kaldı. Hiç kıpırdamadan, gözlerimi kapayarak kalkmasını bekledim. Kalktı, pantolonunu bile giymeden salondan çıktı. Sanırım banyoya gidiyordu. Ardından ben de kalktım, sessizce onu takip ettim, gerçekten de banyoya girdi. O banyoya girince mutfağı araştırdım, bulmak zor olmadı. İhtiyacım olan alet dolaplardan birindeydi. Enli ama keskin bir bıçak. Bıçağı elime alıp banyoya yaklaştım. İçerden su sesi geliyordu, tecavüzcüm banyo yapacaktı. Bir süre bekledim, su sesinin iyice arttığı bir anda kapıyı açıp içeri girdim. Girdiğimi fark etmemişti bile, az önce üzerimde tepinen bedeni bir perdenin arkasındaydı. Hani Hitchcock'un ünlü filmindeki gibi. Perdeyi usulca çektim, o anda hissetmiş olmalı, bana doğru döndü. Ama çok geçti. Elimdeki bıçağı göğsüne sapladım. Hareketim o kadar ani olmuştu ki, şaşkınlıktan ne yapacağını şaşırmış, sadece bir köpek gibi acıyla uluyabilmişti. Bıçağı çektim, yeniden saplamak için kaldırdığımda eliyle karsı koydu. Boşuna, bıçak o kadar keskindi ki, sağ elinin iki parmağını koparıp attı. Ama ben de bu kez yeterince güçlü saplayamamıştım bedenine. Yaralı eliyle bana vurdu. Savrularak banyonun duvarına çarptım.
Bıçak elimden düşmüştü. Adam duşun altından çıkmış üzerime geliyordu. Uzanıp bıçağı aldım, ben ayağa kalkarken adam da yere düştü. Ölüp ölmediğine bile bakmadan üzerine atlayıp bıçağı gelişigüzel saplamaya basladım. Durduğumda her tarafım kan içindeydi. Altımdaki adamın bedeni ise bir pelteye dönmüştü. Onun cesedine bakarken büyük bir rahatlık duyduğumu fark ettim. Ne korku vardı içimde ne de pişmanlık. Sadece bir doygunluk hissediyordum. Huzur dolu bir doygunluk. Hiç paniğe kapılmadan kalktım, bıçağı yıkadım, sonra güzel bir duş aldım. Onun bedenime bulasan sıvılarından kurtuldum. Kendi soğukkanlılığıma şaşarak, evde bırakabileceğim bütün izlerimi sildim. Parmak izlerimi, saç tellerimi, kokumun bulaştığı adamın giysilerini, hepsini yok ettim. Evden çıktığımda iyice ayılmıştım. Bir süre yürüdüm. Yeterince uzaklaşınca bir taksiye binip evimin yolunu tuttum. Yatağıma uzanınca üzerimden ağır bir yük kalkmış gibi geldi bana Yıllardır farkına varmadan içimde biriktirdiğim ağırlık birden yok olmuştu. Annemin, babamın ve dokuz yasındaki o çırpı bacaklı kızın intikamını almıştım sonunda. Ama bununla yetinmeyecektim... Bildiğin gibi sana gelinceye kadar benimle birlikte olmak isteyen kızıl saçlı erkekleri öldürdüm. Çünkü yasadığım dinginlik, o huzur veren doyum uzun sürmüyordu. Birini öldürdükten kısa bir süre sonra bir başkasını daha öldürmek istiyordum. Ben değil, yıllar öncesinden çıkıp gelen o zayıf, çırpı bacaklı kız... Onun umutsuz gözyaşları, onun cılız sesi, onun
korkusu... O kadar zavallı, o kadar masum, o kadar örselenmiş bir hali vardı ki, onu kıramıyordum. Sonrasını biliyorsun... Belki yapamayacaksın, ama benim peşimi bırakmanı öneririm sana Zaten buralardan gidiyorum. Henüz bunu söylemem için çok erken, ama sana rastladıktan sonra sanki içimde bir şeyler kırıldı. Belki diyorum, su dokuz yasındaki kız artık öldürmemi istemekten vazgeçer. Mektubun basında da yazdığım gibi, seni neden öldürmediğimi ve neden sana bu açıklamayı yaptığımı bilmiyorum. Senin hakkında kendi kendime yineleyip durduğum bir cümle var: 'Ne kadar tuhaf bir adam!' Bu cümlenin anlamı nedir, onu da bilmiyorum. Bilmekten de korkuyorum. Çünkü ben, normal biri değilim, ben bir seri katilim. Senin gibi kızıl saçlı erkekleri öldüren bir seri katil. Kendine iyi bak ve beni unut. Son olarak sunu söylemeliyim ki: çok iyi bir müzisyen ama berbat bir polissin. Yerinde olsam polisliği bırakır, müzisyen olurdum. Jasmine Evet, Jasmine'in ya da adını bilmediğim o gizemli kadının mektubunda bunlar yazıyordu iste. Birinci tavsiyesine uymadım, yani onu unutamadım, ama ikincisine uydum. Polisliği bırakıp kendimi müzisyenliğe verdim. Mektubunda yazdığı gibi buralardan gitmiş olmalıydı, çünkü cinayetler sona ermişti. Elimdeki tek somut kanıt tuğraydı. Tuğranın Osmanlı sultanlarına ait bir nesne olduğunu öğrenince de Jasmine'in Türk olduğunu düşünmeye basladım. İstanbul'a da bu yüzden geldim, onu bulmaya. Ama gördüğün gibi bulamadım.' Stefan söyleyeceklerini
noktalamıs, yüzüme bakıyordu. Ben darmadağın olmuştum. Bu kadarım beklemiyordum. Bir yandan o kadına acıyor, öte yandan Stefan'ın ona duyduğu bu büyük tutkuyu hâlâ deli gibi kıskanıyordum. Keşke ben de o kadın gibi olsam diyordum. Evet, onun kadar acı çekmiş, onun kadar acımasız, onun kadar güçlü olmayı istiyordum. Onun bir katil olmasının, birçok suçsuz insanı öldürmüş olmasının hiçbir önemi yoktu o anda benim için. O kadın sıradan biri değildi, benim hiçbir zaman olamayacağım kadar değişik, farklı, çekici biriydi. Stefan'ı ona çeken yanın bu değişiklik olduğunu düşünüyordum. Ve sana tuhaf gelecek Rafo, o katil kadına benzemek istiyordum. Hem de öyle olamayacağımı bile bile... Ama bu duygularımı Stefan'a göstermek aptallık olurdu. Bu nedenle, 'Onu değil, ama beni buldun' dedim umursamaz görünmeye çalışarak. 'Üstelik o zannederek.' 'Ama sen o değilsin. Sen ondan daha güzelsin, sen şefkat dolusun, sen sahicisin, sen gerçeksin... ' 'Kötü olan da bu ya... O gerçek olmadığı için daha ilginç... ' Stefan oturduğu iskemleden kalkıp elimi tuttu. 'Öyle söyleme. Onu unutacağım. İnan bana artık onu aramayacağım. Onu hayatımdan çıkaracağım. Seni kaybetmek istemiyorum.' Yasadıkları o kadar olağanüstü, duygulan o kadar güçlüydü ki bunun imkânsız olduğunu biliyordum. Ama ben de Stefan'ı kaybetmek istemiyordum. Belki de bu kadın bir daha karsısına hiç çıkmayacak, aramıza hiç girmeyecekti. Geldiği gibi Stefan'ın yasamından çekip gidecekti. Ortalıkta olmayan, adeta bir hayalet gibi yasayan bir kadın için âşık olduğum adamdan neden vazgeçecektim ki... Stefan bana karsı dürüst davranmış, olanı biteni anlatmıştı. Simdi benden yardım istiyordu.
Onu geri çeviremezdim. İşi alaya vurmaya çalıştım. 'Onu unutamazsın' dedim basımı sallayarak. 'Neden?' 'Neden olacak hâlâ broşunu saklıyorsun. Hatırlasana, denizkızından kurtulmak için ona ait olan eşyadan da kurtulmalısın. Yoksa onun askından asla kurtulamazsın.' Saka yaptığımı anlamadı, sözlerimi ciddiye aldı. 'O tuğradan kurtulacağım. O tuğradan ve ondan kurtulacağım, ne olur beni bırakma!' 'Seni bırakmayacağım' dedim. Birbirimize sarıldık." Ayşe susmuştu. Rafo şaşkınlık içindeydi. Duyduğu hikâyenin etkisinden kendini kurtaramamış, ne diyeceğini bilemeden öylece genç kadına bakmayı sürdürüyordu. Ayşe gülümsemeye çalıştı. "Bakıyorum da artık konuşmamı bölmüyorsun ?" dedi. "Nasıl böleyim Ayşecim?" dedi. Sesi titriyordu. "Bu nasıl hikâye ya?" Hayretler içinde basını salladı. "Vay be! Neler yasamış bizim Stefan! Zavallı adam... " Ayşe'ye baktı yemden. "Sen de çok çekmişsin. Ne kadar acı ya! Acayip is." Ayşe susmayı tercih etti. "Peki o tuğrayı gerçekten de attı mı Stefan?" diye sordu Rafo. "Sence?" dedi Ayşe. Aldırmaz gibi görünmeye çalışıyordu.
"Olanları biliyorsun, sence attı mı o tuğrayı?" "Yok... yok... o kadarını bilmiyorum. Nereden bileyim Ayşecim? Sizin işleriniz karışık. Hem de çok karışık, iyisi mi sen anlat." Ayşe umursamazı oynamayı sürdürerek kadehine baktı söyle bir. "Anlatırım, ama bak kadehimiz yine boşalmış." Rafo kadının kadehini yarı yarıya cinle doldurdu, üzerine bir parmak kadar da tonik ekledi. Ayşe içkisinden içti.
"Sonra" dedi. "Sonra yine mutlu günlerimiz basladı. Stefan artık geceleri, gündüzleri hep bende kalıyordu. Müzik çalısmalarını bile benim evimde yapıyordu. Mutluydum, arada bir dalıp gitmeleri de olmasa daha çok mutlu olacaktım. Belki de o kadım düsünmüyordu, ama ben öyle sanıyordum. Sormaya da cesaret edemiyordum, ne düsünüyorsun diye. Yeniden aynı konuyu açmaktan, o kadını konusmaktan korkuyordum. Nankörlük etme diyordum kendi kendime, kaç kadın âsık olduğu erkekle birlikte yasıyor ki? Sen sanslısın. O kadını artık aklından çıkar. Kendi kendime yaptığım bu telkinler ise yaramaya baslamıstı. Stefan da üzerime titriyordu üstelik. Son doğum günümde bana 'Beyoğlu'nun Küskün Çiçeği' adında bir beste yapmıstı. Hatta bir öğle yemeğinde, tümüyle istanbul'a yerlesmekten, Türk vatandası olmaktan bile söz etti. Bir tür evlenme teklifi gibi algıladım bunu. Sonra hemen kendime kızdım. Adam öyle demiyor, otur oturduğun yerde diye. Adam evlenme teklif etmiyordu, ama ilişki de bir yerlere doğru gidiyordu. Bizim Nesrin saka yollu takılmaya başlamısşı: Adamı biz bulduk, sen kafaladın. Siz artık yakında evlenirsiniz.' Sanırım ben de alttan alta bu düşünceye ısmmaya başlamıştım. Ama bir yandan da ilişkinin bu kadar iyi olmasından korkuyordum. Her şey o kadar iyi gidiyordu ki, bunun gerçek olamayacağını düsünüyordum. Düşüncelerimde pek de haksız olmadığımı çok geçmeden anlayacaktım. Yazın sonuna doğruydu. Bizim Nesrinlerin Sapanca'da göl kenarında bir yazlıkları var. Stefan'la beni hafta sonu için oraya davet etti. Stefan'ın bir konseri vardı, 'Ben gelemem' dedi. Aslında ben de gitmeyi çok istemiyordum, ama bizim Nesrin yine gedikli sevgilisinden ayrılmış, fena halde teselliye ihtiyaç duyuyordu. Onu kıramadım. Hafta sonunu Nesrin'le birlikte geçirdim. Aslında fena da olmadı. Dağlara çıktık, ormanlarda gezdik. Nesrin'e iyi gelmişti, biraz rahatlamış gibi görünüyordu. Uzun konuşmalarımızın sonunda artık o heriften tümüyle ayrılması gerektiğine karar verdik, ilk günün gecesi Stefan'ı aradım, cep telefonu kapalıydı. Konseri vardı, telefonunu kapatmıştır diye düşündüm. Gece aradım, yine kapalıydı, içime bir kurt düştü,ama aldırmamaya çalıştım. Geceyarısı evden aradım, yine kapalıydı. İçimden bir ses, kalk İstanbul'a git diyordu. Ama kıskanç âşık durumuna düşmemek için bunu yapmadım. Ertesi sabahı iple çektim. Sabah kalkar kalkmaz da Stefan'ı yeniden aradım. Cep telefonu kapalıydı, evi aradım, yine kimse yanıt vermiyordu. Nesrin'i yatağından kaldırdım. 'Ben gidiyorum' dedim. Kızcağız şaşırmıştı. 'Ne oldu, nereye gidiyorsun ?' dedi. 'Stefan' dedim. 'Stefan'a kötü bir şey oldu. Ona ulaşamıyorum.' 'Tamam birlikte gideriz' diyerek çıktı yataktan. Sabahın dokuzunda düştük yollara. 'Daha hızlı, daha hızlı' diye kızı rahatsız ediyorum. Nesrin akıllı kız hem beni idare ediyor hem de arabayı. İyi ki o var. Arabayı ben kullansam kesin kaza yaparım. Yolda birkaç kez daha Stefan'ı aradım. Hayır, ulaşılamıyor. Evin önüne gelince, Nesrin'in arabayı park etmesini beklemeden fırladım dışarı. Korku, telaş içinde tırmandım merdivenleri. Anahtarımı çıkarırken, bir umut bastım kapının ziline.
Yok, kimse yok! Kapıyı açıp girdim içeri. Deli gibi dolaştım odaları. Çok şükür, korktuğum manzarayla karşılaşmadım, ama Stefan yok. Nerede bu adam, diye dolaşırken, masanın üzerindeki zarfı gördüm. Üzerinde adım yazıyor. Yazı Stefan'ın. Daha mektubu görür görmez anladım ne olduğunu. Ama insan inanamıyor. Hızla açtım zarfı. Topu topu beş satır vardı. Beş satırda özetlemiş Stefan söylemek istediklerini. Beni affet Ayşe. O geldi. Dün gece. Sanki hiç ayrılmamışız gibi... Geldi ve beni buldu. Gerçi tuğrasını atamamıştım -evet sana yalan söyledim-ama onu unuttuğumu sanıyordum. Unutamamışım. Onunla gidiyorum. Nereye mi? Bilmiyorum? Belki mutluluğa, belki ölüme... Delice diyeceksin, haklısın. Ne var ki kendime engel olamıyorum. Benim için kaygılanma. Kötü de düşünme ne olur. Çünkü seni gerçekten sevdim. Ama.. Biliyorsun iste... Hoşça kal. Stefan Nesrin içeri girdiğinde, elimde mektup, ayakta dikilirken buldu beni. Oturttu, bir bardak su verdi. Gözlerimin içine baktı. 'Onu unutmalısın' dedi. 'Tamam' dedim basımı sallayarak, 'onu unutacağım.' Nesrin, Stefan'ı unutamayacağımı biliyordu. Tıpkı bir zamanlar Stefan'ın bana o kadını unutacağım dediğinde, unutamayacağını bildiğim gibi... Ama üstelemedi. Ben de salya sümük ağlamadım zaten. Aynı yalanı kendime de söyledim çünkü. Onu unutacağım." Sustu Ayşe, kadehine uzandı. Bir yudum içti. Kadehi yerine koyarken, barmenin en az kendisininki kadar üzgün yüzüne baktı. "Ama unutamadım Rafo! Onu arayıp duruyorum. Stefan'ın hayaleti o denizkızıydı, benimki Stefan oldu. Ne zaman kalabalıkların arasında kızıl saçlı bir adam ilişse gözüme, ne zaman karanlık sokakların köşelerinde onu andıran bir siluet geçse, ne zaman uzun saçlı esmer bir kadının yanında bir adam görsem, içim ürperiyor.
Onu bulduğumu sanıyorum. Her hevesim düş kınklığıyla bitiyor tabiî... iste böyle Rafo... Anlat dedin, anlattım. Bu gece artık son demiştim kendime. Artık o bara gitmeyeceğim. Olmadı Rafo, yine geldim. Nasıl ki bir köpek, onu terk eden sahibini bırakmaz, kokusunu aldığı her yerde pesinden koşar durur, ben de öyle oldum iste Rafo. Stefan beni istemediği halde, bir başka kadın için beni terk edip gittiği halde ben onu bırakamıyorum, sahibini arayan bir köpek gibi hâlâ pesinden koşturup duruyorum... Nesrin onu unutacaksın demişti, ben de öyle demiştim, olmadı. Peki sen ne diyorsun Rafo ? Sen bilirsin bu isleri, ne dersin, bir gün sahiden unutabilecek miyim onu ?" Rafo ne diyeceğini bilemedi. Az önceki kararlılığım yitirmişti, bakışlarını kaçırdı. Belli ki yalan söyleyecekti. O yalan söylemek için gereken gücü, cesareti toparlamaya çalışırken, yeniden dönmeye baslayan CD'den Chet Baker'ın sesi yükseldi: "Time after time... " "iste böyle Rafo... Anlat dedin, anlattım. Bu gece artık son demiştim kendime. Artık o bara gitmeyeceğim. Olmadı Rafo, yine geldim. Nasıl ki bir köpek, onu terk eden sahibini bırakmaz, kokusunu aldığı her yerde pesinden koşar durur, ben de öyle oldum iste Rafo. Stefan beni istemediği halde, bir başka kadın için beni terk edip gittiği halde ben onu bırakamıyorum... " Aşk, imkânsızı ümit etmektir.
Kaydol:
Yorumlar (Atom)
.jpg)
