28 Haziran 2015 Pazar

En bayağı insan, en yücesinin zaaflarını sezebilir; en aptalı da en zekisinin düşüşündeki hataları

Herkes almış sazı eline, türkü söylüyor. Sazı çalmayı unutmuş, sözde bildiğini sandığı türküyü de yanlış çığırıyor. Dünyada kurcalanması gereken çok konu var. Her birey 'bence'ler üzerinden konuşmaya kalkınca her şey alt üst oluyor. Kendini haklı çıkartmak için o ipi öyle bir gerdiriyor ki, ucunu en olmayacak yere bağlıyor. 

Bugün onur yürüyüşü vardı. Taksim yine her zamanki Taksim, Facebook kısmı anlayışlı insanların birbirine laf soktuğu bir havuz, Twitter desen yığın haber ve yalan yanlış görsellerle dolu bir kova. Belki havuz Twitter, kova da Facebook'tur bilemiyorum. Nereden başlasam...İlk rahatsız olduğum cümleden başlayayım gerisi gelir herhalde. 

Eşcinsel evlilikleri yanlış buluyormuş. Çünkü inandığı din buna yasak kılmış. Hani İslam hoşgörü diniydi? Bir inançsız (ateist değil) olarak başörtülünün hakkını bile korumaya çalışırken, şu cümle bana bile ağır geldi. Bir insan ancak bu kadar bir dini, kültürü yanlış anlayabilir. Yazık.."Evlilik gibi kutsal kurum" diye devam ediyor üstelik. Koli bandı getirin bana! 

'Kutsal' tam ne demek, nerede kullanılır, neden bir insan bir şeyi kutsal kılar anlamış değilim. Hepiniz Mehdi'yi arıyorsunuz ama yok be öyle bir şey. Ölüp gideceğiz. Haydi kutsal olsun, bir insan hem kutsallığı hem de kurumu aynı cümlede nasıl kurar? Evliliği kurum olarak gören akıl da bir zahmet ticarete girip gönül gözünü kapatsın. 

Evlilik, sen dişlerini fırçalarken karının klozette sıçması kadar basit. İnsan kendine katlanamazken, birini tüm akrabalarıyla birlikte hayatına alıyor. Ya çok seviyor ya çocuk istiyor ya da yalnızlıktan korkuyor bu kadar. Yani çok yanlış gittin gay arkadaşları eleştirmeye. Diğer eleştiri daha komikti. Kadın cinayetlerine susarken bu eşcinsel bireylerin yanında olmayı son derece yanlış buluyormuş. Neredeeeen nereeeyeeee, hey gidi hey. Biri cinayet diğeri eylem. Ne meraklısınız, insanlar birbirini öldürsün de tepki vereyim demeye.

Kadın, erkek ya da çocuk. Cinayet çok daha başka bir durum. Tepkisini anında ortaya koyamazsınız. Bunu çok riyakar kılar. Ağırdı bir kadına tecavüz edilip ardından öldürülmesi. Bu duruma ilişkin bir düşünce ortaya koymak vakit almalı. Patır patır dökülmemeli cümleler. Evlat senin değil, her ateş düştüğü yeri yakar. Üzülmek kendi evladını o kızın yerine koymak ya da "Benim başıma gelseydi ya" deyip kendi anneni düşünürken insanın canı gerçekten yanar. Zor  yani bunlar zaman alır. İki durumun birbiriyle hiçbir alakası yok.

Ayrıca ne biliyorsun belki adam o esnada yılda bir kere hakkı olan bir tatilini geçiriyordu ailesiyle. Tüm iletişim aletlerinden uzak kalmak istemesi en doğal hakkı. Döndükten iki ay sonra başka bir olay olur, onunla ilgili konuşabilir. Yoksa aklım şuna da eriyor. LGBT eylemine giden birçok erkek günlük yaşamlarında "Aman bana bulaşmasınlar da" diyen insan sürüsüyle dolu. Sanki sokağa çıktığında her kadın üstüne atlıyor.

Kadın cinayetlerine gelince aynı versiyon, "Şu kızın kalçasına, o kızın füzelerine" derken tompolamaktan tut da daha nice geyikleri yapan erkeklerin, gündem değişince nasıl mazlumu oynadıklarını görüyorum. İşte bunlar hep insan olmaktan. Karısını döven koca mükemmel bir baba, eşini aldatan kadın da hayatını derneklere adayabiliyor. İnsanın olduğu her yer garip. Hatta basit bir algıyı yine böyle kelimelere döktüğüm için kendimi yiyesim var.

Burada eşcinsel evliliklerin yasal hale getirilmesi durumun şirin kısmı. İlla kötü bir şey istiyorsan, çocuğu trans diye oğlunu öldüren bir babanın hikayesi var bu ülkede ya da ah o yabancılar şubesindeki duvarların dili olsa da bir konuşsa. İki çocuk babası, devlet adamı, amir...Şekilsiz transı arkadan kuru kuru sikti be. Diğer polis memurlarını da unutmadı tabi. Askerlik zaten işkence. Güzel şeyler gördüğünüzde bırakın güzel olarak kalsın. Eleştireceksen de gerçekçi olsun. 

Bugün çok sevimsiz sloganlar gördüm mesela. Sen "Şaban ile Recep'in aşkına Ramazan engel olamaz" dersen ben seni nasıl savunayım? Çok öfkelisin anlıyorum. Olmuyor öyle basit değil farkındayım. Ama böyle de olmaz ki, ben zaten çok az arkadaşı olan bireyim.

Saygı, sevgi derken hem çok düşman ediniyorum hem de her şeyi başa almama neden oluyorsun. Sen Hacca gidene saygı duy, o da kendince inandığı Allah'ına seni kötülüklerden koruması için dua etsin. Evini açsın örneğin hırpalandığında. Kanayan burnuna merhem olsun. Yoksa inanmayan bana bu cümlen koymaz da ona dokunuyor işte. 

Huzur zor bulanan bir şey. Eğlenmek çok basit. Huzuru yakalamak güç. O inandığından keyif alıyorsa, sen de onun sana göstermesi gereken saygıyı sun. Ya ne bileyim başlayalım işte bir yerlerden. Yoksa ben de biliyorum sen gay o muhafazakar diye kimseyi incitmeyecekler anlamına gelmiyor bu hayatta. 

Yakın zamanda HDP'nin oylarına çok sevindim. Yine olsa yine sevinirim, algım bir onlara uyuyordu. Ama gerçekleri de bir o kadar biliyorum. Leyla Zana ve Ahmet Türk gibi diline barıştan başka bir şeyi savunmayan güzel insanları saf dışı bıraktılar. Aslında kızgınım. İşte parti ama ne siyasetçisine ne partisine bağlanmayacaksın. Ne güzel kadın dediğim Figen Yüksekdağ, Suriye'ye müdahale planlarını, "Nasılsa savaşacak Mehmet çok" diyerek yine biri beni bir kez daha hayal kırıklığına uğrattı. İşte böyle. 

Ben ne istiyorum biliyor musun, yani hayal ettiğim bir dünyam var. Hiçbir zaman gerçekleşmeyecek ancak olsun isterdim. Hepimizin birbiriyle dalga geçtiği bir yeryüzü. Aynı mahallede cami, Budist tapınağı ve kilise olsa mesela. Biri ağlama duvarının önünde gözyaşlarını tutamazken diğeri yanında abdest alsa, yolun ortasından da keşişler geçse. 

Kiliseden çıkan, keşişin kafasını okşayıp kaçsa (saygısızlık olarak kabul ederler), camiden çıkan, "Ne ağladın be" dese diğerine. Bir trans gelse o esnada. "Lan şekilsiz hiç giyinmeseydin" dese. Trans da "Sen şu kafandaki takkeye bak, ya azıcık modaya uy" dese. Karşılıklı gülüşseler. Bir kör olsa mesela. Zerafet yağmuru yağsa ayda bir kere ülkemin üzerine. "Gökkuşağını da göremiyon ya üzülüyom haline" dese yanındaki sağır. "Sen kendi sesine bak" dese kör, "Adın Nermin ses Muzaffer..."

Profil resmimi kasten gökkuşağı yapmadım. Çünkü böyle dönemlerde insanların algılarıyla yaptıkları bir olmaz. Barış barış derler, destursuz laflar yazarlar birbirine. Profil resmini değiştirmedin diye sana bir sürü laf sokarlar. Değişirmediysen algı sende sıfır çünkü. Eğlenirim bende o hallerine. Seviyorum bazen olduğumdan farklı görünüp insanların tepkileriyle keyiflenmeyi. Yüklendikleri gazlarla birbirine saldırırlar. 

Duyarlılıklarını sorumluluk olarak kabul ederler. Sorumluluğun yükü ağırdır. Hayatından çok fedakarlık ister. Tuşlarla, günü gelen yürüyüşlerle değil, bizzat içlerinde olup emek vermeniz gerekir. İşiniz başka ve hayatınızda yeterince sorumluluk duymanız gereken insanlar mevcutsa bunu gerçekleştirmeniz oldukça güç. Bak bu çok güzel: "En bayağı insan, en yücesinin zaaflarını sezebilir;en aptalı da en zekisinin düşüşündeki hataları" Adorno, Minima Moralia

21 Haziran 2015 Pazar

Chefchaouen Maviliğinde Kaybolmak

İnsan 17 yaşında olunca büyüklerine kendini dinletemiyor. Ben de ifade yoksunu olabilirim ama kimsenin beni dinleme konusunda en ufak bir çabasına şahit olmadım. Ailemden bahsediyorum. Ne zaman onlara bir şey anlatmaya kalkışsam iki cümleden sonra annemin "Bak Önder, İnci yine aidat parasını getirmemiş" diye babama çıkışması olası hareketler konusunda hayatımın büyük bir kısmını kaplıyor. 

Musluğun vanası da bu klişelerden bir diğeri. Ne dedilerse yaptım, birçok şeyi onlar istedi diye yaptım. Çoğu anne babanın göremeyeceği şahane bir not ortalaması getirdim onlara. Yine de istediğim tatili bu yaz da gerçekleştiremedim. Star Wars yeni bitirmiştim üstelik. Dersten arta kalan zamanımda onu izliyordum. ""Deneme. Yap ya da yapma. Deneme diye bir şey yok" diyordu. 

Her şeye rağmen yapmak istediklerimi yapmalı mıydım? Bir şeyler izleyip okumak insana güzel şeyler katıyor da. Uygulamaya dökemediğini görünce gerçek hayatı anlamak, insanı biraz olgunlaştırıyor aslında. Çocukluğumdan beri ne öğrendiysem didikleye didikleye gerçekleştirdim. 

Bu yüzden dişlerim çürür diye alınmayan ikinci çikolataya ağlamadım. Ama şimdi ağlayasım var hem de hüngür hüngür. Böyle içimi çeke çeke. Ne yapayım yani, istemiyorum teyzemlerle tatile çıkmak. Her yıl ortaklaşa kiralanan yazlık evlerinizden bıktım. Kuzenlerimden de bıktım. 

Her yaz tüm senenin erkek arkadaşlarını anlatmasından daral geldi bana. Bir sürü isim, hiçbirini tanımıyorum. O kadar konuşuyorlar ki, kitap da okutmuyorlar. Geçen yıl 3 ay kaldık. Biliyor musunuz hiç kitap okumadım koskoca yaz. 

Neden? Çünkü Aslı'nın sevgilisi en yakın arkadaşıyla onu aldatmıştı ve ben ona destek olmam gerekiyordu. Teyzemin, "Aman kızım yanından ayrılma sakın. Yalnız bırakma onu. Vallahi korkuyorum kendine bir şey yapacak diye." laflarıyla kendimi mecbur hissetmiştim bayağı. Yine çok direnmeme rağmen olmadı işte. Gittik Ayvalık'ın incisi Sarımsaklı'ya. Ne büyük marifet!

18 olayım bir Var ya...Umurumda olmaz, evden bile kaçarım. Ne güzel Fes'e gidecektim ben. Mavi bir kasaba var orada 'Chefchaouen.' Bir sürü fotoğraf çekecektim. Fotoğraf makinem de vardı ki hem. Para biriktirdim aylarca onun için. Fotoğrafçılık kulüplerine katılıp kendimi geliştirdim. 

Gezerken "Bliss - Dunia" dinleyecektim. Ayaklarıma kara mı kırmızı mı artık ne renk su inerse çıkarsa önemsemeden yürüyerek gezilmedik hiçbiri bırakmayacaktım. Ben böyle düşünürken Sarımsaklı'ya gelmiştik bile. Kuzenim daha yere ayak basar basmaz "Seninle konuşmamız lazım" dedi. Eee bravo, gerçekten ben de tam bunu aklımdan geçiriyordum.

Ayvalık eskiden daha güzeldi. Daha çekilesiydi en azından. Bu beşinci gelişim olunca analiz etmek zor olmuyor. Saça sapan müzikler duyuyorum her yerden. Sesleri o kadar yüksek ki, kulaklık hak getire. Ben de dinliyormuş gibi yapmayı denedim. Yoksa bu tatil bana ızdıraptan başka bir şey vermeyecekti. Daha bir saat olmadan annemle teyzem birbirine girdiler. 

Teyzemin 3 yaşında bir oğlu daha vardı. Benim de 5 yaşında kız kardeşim olunca yaramazlık hak getire. Kardeşim çelme takmış da teyzem kızmış da oğlu bir şey yapmamış da anneme ne oluyormuş da. Böyle gidiyor işte. Hemen dışarı attım kendimi. Yemek filan da istemiyorum. Aldım fotoğraf makinemi. Tam da gün batımı istesem böyle olmaz.

Dolaşmaya başladım. Artislik yapıp evden çıktım ama bak şimdi karnım acıktı. Mecbur alacaktım cüzdanım. Dönerken bir ses duydum. Çok ses duyuyorum ama cümle güzeldi; "Hem akşamın olduğu vakit bekle diyorsun hem de gelmiyorsun." Ne güzeldi, okuduğum kitapların karakterlerinden ikisi geçmiş ağacın arkasın konuşuyorlardı. Çok ayıp biliyorum ama dinlemek istedim. Ne oluyordu merak ediyorum. Kimdi bunlar? Sevgili? Karı koca? Arkadaş?

- Biliyorsun ha deyince evden çıkamıyorum

- Bu daha ne kadar sürecek böyle? Her görüşmemizde bu sefer konuşacağım diye gidiyorsun. Değişen bir şey göremiyorum. Hayatım boyunca seni bekleyemem ben

- vaziyetimiz pek hoş değil. Hem başka bir kadın için onu terk edeceğimi hem de uğruna terk ettiğim kişinin de en yakın hatta tek arkadaşı olduğunu öğrenecek. Gerçekten kolay değil, anlamıyorsun

Vay be benim kuzenin olayı gibi. Aslında biraz üzgün olmam lazım. Ama o kadar yabancısı olduğum bir gerçek vardı ki karşımda, izlemekten, heyecanla beklemekten kendimi alamıyordum. Bir kadın geldi. Eşiydi galiba. Zaten çözmem çok zamanımı almadı. Belli ki her şeyin en başından beri farkındaymış. Elindeki bıçakla saplayıverdi ikisine de defalarca. 

"Siz arkadan iş çevirirseniz ben de arkadan işimi görür, intikamımı alırım" dedi herhalde. Tabi gerçekten kimin canı yandı onu kimse bilemez. Eve koştu hemen, yüzümü yıkadım olmadı, soğuk suyun altına girdim yine olmadı. Uyumayı denedim (böyle anlarda bunu yapmak ahmaklıktan başka bir şey değil) tabi ki işe yaramadı.

Sabaha karşı hamağa uzandım. Sallandım sallandım durdum. Güneş doğuyordu ve benim canım hiç fotoğrafını çekmek istemiyordu. İzledim sadece."Bliss - Dunia" açtım yine. İnsan ne garip, hem eşini incitmek istemiyor hem de terk etmek istiyor. Aynı anda! Zihin çıldırır, hiçlik çöker, baskısına dayanamazsın. 

Ya eşi? O eller şahane yemekler yaparken birden nereden çıktı da kan görür oldu. Eller de öyle bak. Biri buluş yapıyor, öbürü piyano çalıyor, birine de cinayet işlemek düşüyor. Ya ben Fes'e gitmek istemiştim. Fil kadar hem de. Chefchaouen maviliğinde kaybolasım vardı, olmadı.

15 Haziran 2015 Pazartesi

Yalanın Erdemi

Bahar tuhaf kadındı. Bu aralar iki kelimeye çok takıldım. Garip ve tuhaf! Nereden buluyorlar bu millet acayip acayip lakırdıları. Yok ileri görüşlü, yok modern, açık fikirli, aydın. En sevdiğim de aydın yalnız. Aydın aydın olalı böyle rezalet görmedi. Adım Aydın olsa kesin değiştirirdim. Sakız gibi her yola geliyor. 

Ne olduğu belli değil. Ya ne diyorum ben. Bahar'ı anlatacaktım. Uzun uzun mektuplar yazıp bir türlü okutamadığım kadın. Küçümserdi çünkü bilirim. O kendi etrafında döne döne yaşıyor bu hayatı. Zamanı tüketme biçimi bu. Halbuki ben kitaplar için canımı bile verirdim. "Kültür" adı altında bildiği tek şey müzik. O konuda çok iyi ama. Bilmediği müzik türü yok neredeyse. Sırf dünyanın bütün müzik dillerini öğrenmek için yedi öğrenmiş bir kadın. Çok akıllı bir kadın Bahar. Aklı tuhaf çalışıyor. Yere düşse "Olsun daha iyi yenil hep düş, daha güçlü ol" düşüncesi yerine "Hazır düşmüşken kaldırımda oturayım" deyip miskinliğe bayılırdı. 

Nasıl aşık oldum dersen, bir festivalde gördüm onu. Hayatımda ilk defa gittiğim bir etkinlikti. Sevemedim öyle ortamları. Ne bileyim leş yerler. Ne satılan yiyeceklerde tat var ne tuvaletler temiz.O çimler yeşilden çok her renge benziyor. Ama Bahar'ı görünce. Sapsarı kıvırcık saçları var Bahar'ın. Gözleri de masmavi ama iri sayılmaz. Saçlarıyla uyuyorlar ama birbirine. İyicene sevimli yapıyor onu. Bu şirinlikle kolay yaşlanabileceğini sanmıyorum. Ufacık zaten. Kısa boylu biraz. İnsanın koruyası geliyor. Bence sevgilim olsaydı üstün olan hep o olurdu. 

Kızamazdım ki ona, güneşte parlayan kıvırcık kirpikleriyle bana bir baktı, hala toparlanamıyorum. Zor yani. Onunla karşılaştığımda çok sarhoştu. Tek ayağı üzerinde durmuş elleri havada tek bir noktaya odaklanmış öyle bakıyordu. Yere baktığından ilkin gözlerini görmedim. "İyi misiniz" dedim, kafasını kaldırdı, yüzüme baktı. "Geceyi aydınlatacak bir şey arıyorum" dedi. O kadar çok gülmüştüm ki, hem lafa hem tipine. Bayağı da ciddi he. 

Resmen karanlığa güneş arayacak bir şey bulmaya çalışıyordu. "Off"dedi sonra. "Kuş olmak isterdim. Keşke yırtıcı bir kuş olsaydım" diye devamını getirdi. Dileğini benim üzerimde gerçekleşeceğini fark etmem biraz zaman aldı. Onula ne biz olabildik ne de 'sen' ve 'ben'. Sürekli yalan söylüyordu. Yalan onun için hayatın bir parçasıydı. Bunu neden yapıyordu gerçekten hiç anlayamadım. İşin ilginç tarafı bunu kesinlikle sinsilikle gerçekleştirmiyordu. Sadece ısrarla ikna ediciydi. Neden yalan söylüyorsun dediğimde, "Ne demek istiyorsun neden yalan diyecekmişim" gibilerinden üste çıkmaya çalışırdı. 

Kalabalık bir yer görmeye dursun, insanların ilgisini çekmek adına uydurmadığı şey kalmazdı. Bu riyakar davranışları ondan bir mil bile soğutmadı. Aksine daha da çok sevdim. Korumak, kollamak istiyordum. Başından geçmeyen ne varsa anlatırdı. Hayal gücü dehşet üstüydü. Hikayeler anlatır, bizzat hem kendi yaşar hem de bize yaşatırdı. Aslında çok eğlenceli gelirdi bu halleri. O kadar gerçeğin içerisinde keyifliydi, gülümsetiyordu. 

Tek üzüldüğüm nokta onun da eğlenmesine rağmen yalanlarına inanmasıydı. Bir insanın gerçekle yalanı ayırt edemediği bir yaşam sürmesi, ne denli sahici olabilirdi ki? Bir gün çok sinirlendim. Hayat böyle gitmezdi. En nihayetinde rızası olmadan da olsa gerçek yüzüne çarpacaktı ve bunu kaldıracak gücü yoktu. Çok çocuktu, yedi yaşındaki yeğenimin ondan daha olgun olduğuna eminim. Ayakları yere bassın istiyordum. Kendimi de suçladım. Sırf eğlenceli geliyor diye durdurmak yerine izlemekle yetinmiştim. Bencilce davranmıştım. 

Hem korumaya çalışıyorsun hem de bir gün bana bir şey olsa onu yalnız bırakacağın için gram endişe duymuyorsun. Ne biçim sevgiydi bu. Yalanları kadar etrafında gerçek olan hiçbir insan yoktu. Ona sevgimi versem kahkaha atardı. Ben de gerçeği tanıtmak istedim. Ona verecek başka da hiçbir şeyim yoktu. Ne bileyim belkide bu da bencilceydi. Onun hatırına kalan bir iz olmak istiyordum. Yara değil hatıra. Ona iyi gelecek bir şey. Beni unutamazdı o zaman. Evet Bahar için unutulmayacak biri olmalıydım. Elimden geleni yaptım. Önce fark etmeden sürdürdüm bu oyunu. Baktım anlamıyor, yeterince sinirlendiğim bir gece, "Ne yapmaya çalışıyorsun?" diye bağırdım. 

"Bu yalanların seni yok ediyor" dedim. Farkında değilsin, kalbin mermere döndü. Beklediğim tepkisine şaşırmadım haliyle. "Ne var bunda eğleniyoruz işte, ne sıkıcı adamsın." Sen nerede eğleneceğini bilmiyorsun dedim. "İnsan yeri geldiğinde ağlamayı da bilmeli. Sen gözyaşı ne demek unutmuşun. Hayat bu kadar dalga geçilecek kadar basit değil, kendine gel artık." Bu kadar uzun açıklamaların ardından yanıtı basitti, tavrı gibi; 'sana ne' Ne halin varsa gör dedim evinden çıktım gittim. Kapıdan çıkar çıkmaz çoktan pişman olmuştum bile. Geri dönecek kadar çok seviyordum ve gurursuzdum. Ama bu sefer dönmemeliydim. 

Dönersem bir daha hep dönmek zorunda kalacaktım. Haftalar geçti aramadı. Herhangi bir haber de alamadım. Zaten etrafındaki insanlar günübirlik olduğundan onu soracağım biri de yoktu. Bazen evinin yakınlarında onu bekliyordum. Ne ışık gördüm ne de evden çıkışını girişini yakalayabildim. Kendimi iyi hissetmek için "Umurumda değil, hiç umurumda değil" deyip bazen saatlerce aynı cümleyi tekrarlıyordum. Yaklaşık 1 ay sonra eve bir mektup geldi, eve Bahar'dandı. 

Önce hala mektup yazan birinin olduğuna, sonra da yazanın Bahar olduğuna şaşırmam uzun sürmedi. Bu şehri terk etmişti Bahar. İlk defa uzun uzun cümleler okuyordum ondan. En başından anlatmıştı kendini. Neden böyle olduğundan, yalanı neden sevdiğinden, nasıl alıştığından ve şimdi bu huyundan vazgeçtiğinden.

"Seçkin ben sadece sevilmek istedim. Dile getirilişi tek kelime olsa da sandığın kadar kolay bir durum değil bu. Zamanla bağımlısı oluyorsun zaten. İnsanlar, seviyor, seviliyor, acı çekiyor. Ve tüm bunların arasından ben hem acı çekmek hem sevmek istiyordum. Bu bana ağır geldi. Ben de insanların mutlu olmasını sağlamalıydın. Düşündüğün gibi de bencil değilim. Aksin başkaları mutlu olsun, bir an da olsa neşelensinler diye açlıktan kendi düşüncemi yedim. Evet açtım, sevgi açlığıydı bu. Karşılıklıydı biraz da. Hem sevilecektim hem de insanlar mutlu olacaktı. 

Bazen uydurduğum hikayeleri kağıda dökerdim. Öyle daha kolaydı lafa dökmek. Kompozisyon gibi; giriş, gelişme, sonuç. Tek engelim sendin. Bunlara gerek kalmadan beni seven biri. Sevilmeyi düşünmeden sadece seven ve benim için yaşayan. Hayatı bana adamıştın. Ödün kopuyordu başıma bir şey gelecek diye. Bu duruma bazen gülüyor bazen de üzülüyordum. Bildiklerimi unutturuyordun bana. Ama sen de mutluydun işte. Bir yandan bana olan bağımlılığını ben de yalanlarımla seni keyiflendirerek ödüyordum işte. 

Alacak verecek hesabımız yoktu. Taa ki o geceye kadar. Herkesi gülümsetirken seni üzmem çok dokundu. İnsanlık böyle kurtarılmazdı. Kurtarılsa bile hangi birine yetişecektim ki? Sana hak veriyorum şimdi. Ama bunun için bu kentten gitmem gerek. Yoksa yakamı asla bırakmaz. 

Bu yalanlar sürekli karşıma çıkacak ve sözde birilerini mutlu etme üzerine olan uğraşım bana acı olarak geri dönecek. Bil istedim, ben de seni sevdim güzel adam. Az duyduğumdan hep bana söylenilsin istedim ama sen de bil yani. Çok sevdim seni. Daha güzel anlatmak gerekirse; SENİ SEVİYORUM."

10 Haziran 2015 Çarşamba

Tuhaf ama gerçek, garip ya da

Yardım ve samimiyet kelimelerini kurcalarsanız, riyakarlıkların üstünü örten bir tül olduğunu anlamanız biraz zaman alır ama çözersiniz. Biri sorumluluk hazzı duymadan kendini iyi hissetmesi için düşünülmüş ufak hareketler (yardım), diğeri ileri bazda kaypaklık (samimiyet)