28 Aralık 2014 Pazar

Ancak onu ben sanırsan yıpranırsın

Sana söylemediklerimi tekrar tekrar bıkmadan, usanmadan yazmaya devam ediyorum. Bugün 500'üncü mektubumdayım. Mezarının üzeri çiçeklerle değil sana yazdığım mektuplarla dolu. Hala mezarının başına gelenler bu mektupların kime ait olduğunu bulmaya çalışıyor. Bazıları açılıp okunmuş bazıları da hala zarfın içinde yerli yerinde duruyor.

Herkes aşkı belli bir kavrama oturtmaya çalışırken seni nasıl tarif edebilirdim ki? Aşka dair o kadar çok şey anlatıyorlardı ki. Bazıları ilk aşka, bazıları sona, bazıları binlerce kez aşık olunabileceğine, bazıları ise insanın bir kez başına geleceğine. Birileri "Aynı anda 3 kişiye bile aşık olunabilir" derken başka birileri bunu "Acımasızlık" olarak nitelendiriyor. 

Benimki vurulmaktı yalnızca. Sana hiç dokunmamıştım. "Dokunmadan, hissetmeden kim kime aşık olabilmiş ki" dedin bir defasında bana. O günden sonra anlatamadım sana olan duygularımı. "Bakmak" diye bir şey vardır bilir misin? Görmekten de öte. Bilmiyorum belki de itiraf edebilseydim biz olabilirdik. Fakat öyle güzeldin ki kirletmek istemedim. Senin dişlerinde gülüyor, senin gözlerinle bakıyordum dünyaya. Bu bana o kadar güzel geliyordu ki anlatamam. 

Anlatamadığımdan yazmak istedim ya sana. Ben tutuk bir adamım. Ne yalan söyleyeyim az davarlıkta var. Konuşmayı beceremiyorum bir türlü. Yıllardır bir gün dahi eksilmeyen hislerimin bir parçasını bile bilmene izin vermedim. Hiçbir zaman uzun uzun konuşamadık ki seninle. Sohbetlerimiz uzamaya başladığı anda kekeliyordum. Hatta adım kekemeye çıkmıştı bu yüzden. Ne alakası var yahu! 

Senin güzelliğinden çakır keyif oluyordum sadece. Dil de sürşüyordu nitekim. Bir yerlerim kanıyordu. Köklerinden kesilen bir yerler...Kökten kesilince durduramıyorsun akan kanı ve geçmiyor kapanmayasıca yaraların. Günün birinde geleceğin ümidiyle yaşadım bu zamana değin. Meğer ümit denilen şey Tanrı'ya duyulan istekten başka bir şey değilmiş. Vakitlice anlamış değilim, bir hayli geç oldu idrak etmem. Senelerim boşa mı geçti dersem, yoo aslında. Hiç de boşa değil. Yüreğimde hep güzel kaldın. Yüreğime misafir olsaydın kirlenirdin. 

Öyle güzeldin ki aşk kirletirdi seni. Böyle kalman ikimiz için de daha iyi oldu. Eğer her iki taraf da birbirine aşıksa ve bir ilişki sürdürmeye karar verirlerse  birbirlerinin bedenini yiyip kanını içerler. Tek taraflı olursa aynı benim gibi sen bende yaşarsın. Gönül isterdi ki ben de sende yaşayım. Lakin dedim ya seni kirletmek istemedim. Yüreğinde birileri kan revan içinde kalmasın istedim. Yüzün bembeyazdı, böyle süt beyaz ama. 

Kırmızı renk güzeldir ama gelişigüzel üstüne sıçramamalıydı. Kendimi arıyorum şu sıralar. Bana yardım edebilmen keşke mümkün olsaydı. O kadar yalnız, o kadar tek başınayım ki... Bu tek başına olmanın tarifini kim anlatabilir? Hayatımda çok "Keşke" dediğim anlar oldu. Hala da oluyor. Ne ders çıkartmak için kendimi kastım şu hayatta, ne de "Hiçbir şeyden pişman olmadım" diye kendimi kandırdım. Ancak mevzu sana gelince biraz karışık. Gerçekten pişman olmadım. 

Geçen gece uyku tutmadı. Pencerenin yanına iliştim. Bir hırsız gördüm, içeri girmeye çalışıyordu. O hırsızın ben olabileceğim düşüncesi girdi zihnime.  Öyle çok korktum ki. Kafayı yediğimi düşünüp seni aramak istedim. Vazgeçtim sonra. İlk değil bu başıma gelen. Ne gecelerim oldu seni aramak isteyip de vazgeçişlerimle sabahları zor ettiğim. 

Böyle nasıl desem, gönlüme öyle bir taht kurmuşsun ki...kimse cesaret edemiyor oraya oturmaya. Kim otursa senin yerini dolduramaz çünkü. Mıhlanıp kalmışsın koparasım da gelmiyor hani. Hatırlıyor musun sana doğum gününde bir kolye hediye etmiştim. Üzerine not yazmadım diye çok alınıp geri vermiştin. "Not yaz öyle getir" diye hayıflanmıştın. 

Ben de:

"Gerdanına yakışacak senin gözlerine benzer taşlarla bezeli bir kolye buldum. Sana vermek istiyorum. Ancak o bir eşya. Yalnızca beni hatırlatır sana. Ancak onu ben sanırsan yıpranırsın."

Günlerce ısrar ettin. "Bu ne demek ne demek" diye. Ah siz kadınlar ne kadar çok işitmeye meyillisiniz. Cümleler uzarsa kayıp gider bir süre sonra. Aklında tutamazsın hiçbirini. Sözler güzeldir, hepsi birer sihirdir. Nasıl anlatabilirdim ki her şeyi. İki koca eskitmiştin gözümün önünde. Farz-ı misal değil yazdıklarım. Bariz gözümün önünde. Her iki nikahında da bizzat şahidin olmuştum. Aran bozuldu bana ağladın, dövdüler gittim öldürene kadar ben dövdüm onları. Ben ki otobüste giderken biri saçına yaslandığında kopacak endişesiyle yolu bir türlü bitiremeyen. 

Gerçekten gelmeli miydim sana? Gelmiş olsaydım bunların hiçbirini yaşamayacaktın kim bilir. Bir gün sorunun ne diyecek oldum. İki koca boşadın. Bir şeyler yanlıştı. Onlarda senin gördüğün yanlış neydi merak etmiştim. Senin de zamanla içine sinmeyen bir şeyler olmuştu belli ki.

"Yumurta" dedin bana. Hiçbir şey anlamamıştım. "Nasıl yani?" dedim. Her ikisiyle de yumurta konusunda bir türlü anlaşamamışsın. Bu konuda ikisinde de hayal kırıklığına uğramışsın. "Ben de yumurtayı böyle sevmiyorum" diye kavgayı ilk sen başlatırmışsın. Ardından "Kendin yap o zaman yumurtanı" diye sabahın ilk saatlerinde başlarmış tartışmalarınız. Sana göre adamların biri silik diğeri soluktu. Garip gelmişti ama senden bahsediyorsak hiçbir şey garip değildi bu hayatta. 

Böyle bir kadındın işte sen. Aşık olmak için de terk etmek için de dövüşmek için de kendine büyük sebepler bulmazdın. Hatta çok da kızardın bu tip insanlara. Herkes bir şeylerin derinine inmeye çalışırken sen yüz üstekilerle ilgilenirdin. Ahşap parkenin ne kadar sağlam olduğu değil silinince nasıl parladığı mühimdi senin için. "Bunda ne buldun be" dedim bir gün kendi kendime. Bu 'kendi kendime'ler çoğalıyorlar bazen. Baktım baktım, öyle bulunmalık şeyler vardı ki. Detayına inmeden de güzeldin indiğimde de. Sanırım bu yüzden deliler gibi mektuplar yazıyorum sana. 

Hayatta olmamana, okuyamayacak olmana rağmen, yorulmadan sıkılmadan. Bildiklerim bayağı bir çoklar. Ben bilmediklerim içinde bildiklerimi yazıyorum sana. Okuduğunu düşünerek sansür çekmeden. Aynı senin gibi "Kendi gibi" az sayıda örneklerle dolu insanlardan biriydin yaşamımda. Buna değer olduğun için yazıyorum, yazmaya devam edeceğim. Nasıl seni sevmekten yorulmadıysam yazmaktan da usanmayacağım. Taa ki bu can bedenden vazgeçene kadar.























20 Aralık 2014 Cumartesi

Ablamın Hikayesi

Bugün öldüğünü kabullenişimin ikinci günü abla. Önce duruma alışmaya çalıştım. Öyle olmuyormuş, kabullenince her şeyin üstesinden kalkmak daha kolay. Şimdi biraz daha iyiyim. İki yıl oldu en nihayetinde, az buz bir zaman aralığı değil. 

Sana yazmak istedim. Anlatamadıklarımı karalamak, okuyabildiğini düşünerek mutlu olmak. Cennette olduğunu filan düşündüğüm yok. Cennet ve cehennem kavramlarına hiçbir zaman inanmadım. Annem daha 8 yaşındayken Kuran kursuna gönderdiğinde inanacak oldum. Sonra çok saçma bir şey olduğunu kavramam fazla zamanımı almadı. Çürümüş bedenin de yok olmuştur artık. Ruhun yaşarken ölmüştü çoktan zaten. 

Bunu neden yaptın? O kadar çok düşündüm ki gittiğin günden beri. Hayatın hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Görünen taraflarından seni anlamaya çalışıyordum. Bir gün, dünyanın en saçma şeyi oldu ve sen çok değiştin. 

Değişmek demeyelim de yok oldun. "Sen gittin başka biri geldi sanki" mevzusu değil. Tamamen yok olmandan bahsediyorum. Yerine herhangi bir karakterin geldiği yoktu. Konuşamıyorduk da zaten. Dünyadan koparmıştın kendini. Kimseyle ilgilenmiyordun. Kendi kendine konuştuğunu fark ettim bir gün. Mırıldanmak gibi değil olayı yaşıyordun adeta. Önce yanıldığımı düşündüm. 

- Abla iyi misin?

- Neden ne oldu?

- Kendi kendine konuşuyorsun da.

- Kendimle konuşup da ne yapayım? Kalbimin odalarındaki insanlarla irtibat halindeyim.

- Off abla ne diyorsun sen ya. Ne kalbi ne odası.

- Yüreğimi kanatanları oraya yerleştirdim. Kapıyı da üzerlerine kitledim. Her bir odanın kendine has harfi var. A'dan başlıyor, Z'ye kadar gidiyor. Cezaevi gibi yani ama şartlar ağır değil. Kitap filan veriyorum okusunlar diye. 

Yemekleri de gayet güzel. Haftada bir kere deniz görme hakları var. Ziyaretçi kabul edilmiyor. Kimse yakınlarını göremez. Herkes özleyerek cezalandırılıyor. Müebbet hapis değil yalnız. Hepsini bir süre sonra yakacağım. O zaman onlar da ben de kurtulmuş olacağız.

Bu konuşmaların ardından bir hayli endişelenmiştim. Önce anneme anlattım. Hemen panik tabii, keşke söylemeseydim. Ne yapacağını şaşırmış halde anında babama yetiştirdi. Dövecek diye ödüm kopmuştu. Ki daha beterini yapacağı hiç aklıma gelmezdi. Hamile olduğunu düşündüler senin. Zorla değildi doktora götürüşleri. Hiç ses etmedin. Hamile olmadığın anlaşılınca kendilerinden utandılar ama iş işten geçmişti. 

Hastaneden dönerken kapımızın önüne kurulan pazara gittin. Tam 5 kilo bezelye alıp gelmişin. Önce hayata tutunmaya karar verdiğini, biraz fazla da olsa buna bezelye yemeğinden başlayacağını sanmıştım. Meğer kendine meşgal bulabilmek içinmiş. Saatlerce uğraştın o yeşil tanelerle.

- Abla kim yiyecek bu kadar bezelyeyi?

- Yeni odalar yaptım. Mahkumların sayısı her geçen gün arttıyor. Oda sayısı kalmazsa dışarıda kalacaklar. Başkalarına zarar verecekler. Yemekler de yetişmez oldu artık. Beş kiloyla ne yapabilirsem artık. Bizde kazan filan var mıydı? Bol sulu yapayım ki anca yetsin. Yanına fazladan ekmek de verdi mi doyarlar zaten. O kadar da düşünemeyeceğim.

- Ablaaam. Canımıniçi. Kurban olduğum. Yalvarırım anlat, ne oldu sana? Belli ki birileri üzmüş seni. Kimseye söylemem merak etme. İçini dökmeni istiyorum yalnızca.

- İçini dökmek... Uzun süredir işitmemiştim bu cümleyi. İçimi dökecek bir şeyim yok. Sadece yeni bir proje üzerine çalışıyorum. İnsanlara güvenmediğim için tek başıma yapmaya çalışıyorum. Bu da beni yoruyor.

- Ne projesi bu?

- İşte bahsedip duruyorum ya. Şu yüreğimin odalarına kitlediğim suçlular. Yeni şubeler açmam gerekiyor. Ekstra odalar yapmakla olacak iş değil. Her geçen gün artıyorlar, yetişemiyorum artık. Gözüme uyku girmedi iki gündür.

Bu cümlelerin üzerine bir tane tokat atmıştım sana. Aramızda şiddeti bırak saygısızlığın konusu bile olmazdı. Tokat atmama hiç şaşırmadın. Tepkisizliğin beni daha da çok korkutuyordu. Her şeye tepkisiz idin, komik gelecek ama o sıralarda deprem olmasını çok arzu ediyordum. Ne bileyim, ev filan sallansa mesela. Hani o zamanda mı böyle olacaktın. Artık korku duymanı istiyordum. Bir şeyler hisset de korku olsun panik olsun umurumda değildi. 

Bir gün ders arasında mideme dayanılmaz bir ağrı girmişti. Okuldan çıkıp evin yolunu tuttum. Kapıyı açtığımda evde kimsenin olmadığını düşündüm. Geniş beyaz kağıda birinin portresini çiziyordun. Göz ucuyla bakmaya çalıştım, çıkartamadım tabii. Gerçekten de tanımıyordum. Sakallı yakışıklı denilecek bir adamdı. Gözleri kısık bakıyordu, 30'lu yaşların başında olmalıydı. Karakalem olduğu içi gözlerinin rengini ve tenini çıkartamıyordum.

- Kim bu?

- En eski mahkum. Sanırım yüeğimdekiler eylem yapmaya hazırlanıyorlar. Ne yapacağımı bilemiyorum, en çok inciten kişi bu beni. İdam etmediğime şükretsinler. Bir anda tüm tutsaklara kendini sevdirmiş piç. Çıkmasını istiyorlar. Yazardı bu, sanırım kandırmış diğer mahkumları. Onların hayatını kaleme alacağını sanıyorlar. Ne yapacağımı bilemiyorum. Çok korkuyorum Damla. Hani nasıl desem, "Ait olmadığım yerde evimdeymiş gibi davranma korkusu." Bir acayip, bana yardım eder misin?

- Nasıl?

- Bak bu adam çıkarsa başkalarının da kalbini kıracak. O yüzden yüreğimde kalması en iyisi. Çünkü kimse onu benim kadar sevemez anlıyor musun! Nasılsa unutamıyorum bari yüreğimde dursun. Başkalarını üzmez.

- Abla kim bu adam?

- Neden isimlere ve kişilere takılıyorsun? Bir sürü bir sürü bunlar. Uzun zamandır evden dışarı adımımı atmıyorum farkında değil misin? İnsanları sevmeme gibi bir durumum yok. Aksine bir tane film vardı ya hani. Geçen yıl halamların  yazlığında izlemiştik. He "Exils", orada dediği gibi "Yüzüne güneş vuran herkesi seviyoruz." Ama korkuyorum. Evden çıkmadığım için arzu ettiğim tek şey, yeni bir havadisin özlemi. Yani birileri koştur koştur çalsa şu kapıyı. İki saat dilinin ucundakini gevelese. Vereceği müjdeli haberin keyfini beni meraklandırarak çıkarsa. 

O gece seninle son konuşmamızdı. "Bazen kendini bırakman gerekir, yeniden bulmak için" yazılı bir notla evi terk etmiştin. Zannediyorum ki bahsettiğin adam firar etmişti. Yoksa kimse seni bu evin sınırları dışına çıkartamazdı. Karakollar, jandarmalar, hastaneler...

Aramadığımız yer, sormadığımız insan evladı kalmadı. Yok yok yok! Bulamıyorduk bir türlü seni. Sonra boğulma haberi geldi bir gün akşam ezanına yakın. Apar topar morga gittik. Cesedi teşhis etmemizi istiyorlardı. Beklenilmeyen bir havadisti senin demen gibi. Fakat bizi sevindirmedi abla. Sendin o, bembeyazdın nasıl da zayıflamıştın. Yüzünde bir tebessüm, gözlerin kapalı öyle boylu boyunca serilmiş karşımda duruyordun. 

Kimdi o abla kimdi?






















14 Aralık 2014 Pazar

Bir taze yaprak

Tam 13 yaşındaydım. Saat sabaha karşı 4'ü vurdu mu kulaklarımı sağır edinceye kadar tıkardım. O saatler çok rutindi. Önce taksinin kapanış sesi, ardından apartmanın demir kapısı, sonra doğru anahtarı bir türlü bulamayan babamın kapı önündeki uğraşları ve tabii o saate kadar gözüne uyku girmeyen annemin kapıyı açışı. 

İlk söylenen cümle bile aynıydı. "Metin yeterince içmedin mi bu şişeler ne!", "Sana ne lan orospuuu, sana ne." Annem "Orospu" lafına hiç alınmazdı. Zamanla öğrendi, babamın böyle laflarına itibar etmemeyi. Öyle gecelerde Yusuf'u düşünürdüm. Kocaman iri siyah gözlerini, kapkara kirpikleri, küçük ağzını ve onları süsleyen yine küçük bembeyaz dişlerini. Biz de küçüktük zaten. Sınıftaki herkes aşıktı ona benim gibi. 

Çok çalışkan bir öğrenciydim. Siyah çerçeveli gözlüğüm hiç olmadı belki de ama en ön sıradan her soruyu yanıtlardım. Yanıtlayamadığım hiçbir soru olmamakla beraber öğretmen daha soruyu tahtaya yazarken ben çok çözmüş olurdum. Haliyle sevilmezdim elbet. Sevildiğim zamanlar vardı ama. Sınav dönemleri herkes bir anda en yakın arkadaşım oluverirdi. Buna Yusuf da dahil. 

Nasıl mutlu olurdum anlatamam. Günler öncesinden çalışırdım Yusuf yanıma gelsin diye. Ona ve sevdiği kıza kopya verirdim. Ne ezikçe! Olsun mutlu olurdum yine de. Onun gülüşüydü benim mutluluğum. Hayatımın tek rengiydi Yusuf. İnsanların işi düştükçe seni dost bildikleri, emeği sömürürken bunu nasıl da güler yüzleriyle yapabildiklerini daha o yaşta öğrenmiştim sayesinde. 

Yine öyle bir sınav haftasıydı. Geç saatlere kadar çalışınca uyuyakalmışım. Birden bir çığlık sesi, hemen sıçradım yatağımdan. Nasıl desem...o gürültüyü nasıl tarif etsem... Bir yandan 3 yaşındaki kardeşim çığlık çığlığa ağlıyor diğer yandan babam tüm gücüyle olabildiğince vuruyor anneme. Hayır vurmuyor tekmeliyor. Zalimliğin, acımasızlığın, vicdansızlığın tarifini tüm merhametsizliğiyle gözler önüne seriyor. 

- Babaaaa, duuurr!

- Çık laaan, anasının orospu kızı. Seni de döverim.

Annem iki elini başına sarmış, iki bacağını göğsüne büküp kendini korumaya çalışıyordu. Babam bir bankada güvenlik görevlisiydi. Para çalarken yakalanınca kovdular. Zaten onu da işe emekli polis amcam sokmuştu. Daha da iş bulamadı. Annem de konfeksiyonda ütücülük yapıyordu. Kışın çok iyidi de yaz geldi mi çekilmez oluyordu. Birkaç kere su faturasını ödeyememiştik. Eve gelince duş alamayacağını öğrendiği vakit kaç kere ağladığına şahit oldum. 

Garipti annem. Olmadık şeylere ağlardı. Babam o kadar hakaret eder, döver, söver onlara gıkı çıkmaz. Sen git sular kesildi diye ağla. Sonradan anladım aslında babama ağladığını ama belli etmemek için gündelik sıkıntıları sunduğunu. Annem hayatımda tanıdığım en saygılı insandı. Babam için bir gün tek bir kötü kelime söylediğini işitmedim. Neticede babamızdı, başımızdaydı Allah'a şükür. Öyle derdi hep, evin direğiydi babamız. 

Ya olmasaydı? Bakmayın çok iyidir ama işte içince...Pişman oluyor sonra ama, vallahi bak. Böyle böyle kendini avutur, bizi teselli ederdi. O gece tüm gecelerden daha kötüydü. Babam daha hırçın, annem daha savunmasızdı. Yine Yusuf'u getirmeye çalıştım aklıma ama olmadı. Güzel şeyler düşünmeye çalıştım. Dünyada bir sürü bir sürü güzel güzel şeyler vardı. Babamı da güzel hayal etmeye çabaladım. Maaşını aldığında en pahalı çikolatalardan aldığını günleri anımsamaya çalışıyordum. 

Annemi dövmesi kesilecekti en nihayetinde. Babamı kötü hatırlamak istemiyordum. Büyüyecektik, çocuklarımız olacaktı, bir bayram sabahı annemlerin evine gelecektik. Seneler geçmiş olacaktı ve babam torunlarını tüm sevecenliğiyle kucaklayacaktı. Evet olacaktı bunlar, zaman her şeyi unutturacaktı.Bir koşu radyoyu açtım. Sonuna kadar açtım müziğin sesini. Annemle babamın en sevdiği şarkı olan "İstanbul Sokakları" çalıyordu. Annem ne ağlardı bu şarkıyı dinlerken. Hem merhem olurdu acılarına hem de kendini tuttuğu için bir türlü akıtamadığı gözyaşları damla damla sızardı göğüs kafesine. 

Yok ama olmuyordu. Babam hala dövüyordu annemi. Kardeşimin yüzü ağlamaktan mosmor kesilmişti. Dayanamıyordum, tüm komşular kapıya üşüştü. Zil sesleri, "Yeter artık hayvan herif" bağrışmaları. Kıyamet kopuyordu evin içerisinde. 

Gözüm odanın köşesindeki büyük vazoya takıldı. Teyzem Almanya'dan getirmişti. Bir insan Almanya'dan neden vazo getirir ki? Annem çok sevinmişti ama. Evde hiç süs eşyası yoktu çünkü. Günlerce kaç köşe değiştirdi onu bir yere yerleştirmek için. En sonunda "Tamam burası olsun" dedi. Uzun süredir öyle mutlu görmemiştim onu. Şimdi aynı vazo onun hiçbir zaman unutamayacağı bir anı yaşatacaktı.

Hayır bir anlık cinnet anı değildi. Yapmam gerekiyordu, bunun sonu gelmeyecekti. Herkesi kurtarmak için hepiniz kurtulamazsınız. Birinin kendini feda etmesi ya da herkesin topluca her şeyden vazgeçmesi gerekirdi. Kendimden vazgeçtim ben de. Vazoyu aldığım gibi babamın kafasına yapıştırdım. Oldukça sert bir vazoydu. 4-5 kere kafasına vurdum. Annem ağzı burnu kanlar içinde öyle kalmıştı. Kardeşimin ağlaması dinmiş, ne yapmaya çalıştığıma bakıyordu. 3 yaşındaydı henüz, hayatında bu kadar kanı ilk defa görüyordu. 

Babam kadar zalimdim vazoyla beynini parçalarken. Artık öldüğüne emindim. Tam o sırada kapı kırıldı. Polisler her zamanki gibi her şey bittikten sonra olay yerine gelmeyi büyük bir beceriyle gerçekleştirmişti. Saatler süren sorgulamalar, cezaevi, mahkemeler derken 8 yıl hapis cezasına çarptırıldım. Annem her hafta gelmeye çalışıyordu. Kardeşimi büyürken görememiştim. Oysa tüm bildiklerimi öğretmek istiyordum ona. 

En sevdiği ders matematik olacaktı herkesin aksine. Kendi bilirdi, istediği mesleği seçmekte özgür olacaktı. İster dans ederdi, ister resim yapardı, isterse şarkı söylerdi. Ama matematiği iyi olacaktı. Pratik zeka hayatının her anında işe yarayacaktı. Bazı şeylerin üstesinden daha kolay gelebilirdi. Olmadı, evin camı kırılmış bir türlü yaptıramamışlar. Dışarıdan gelen soğuk ciğerlerini üşütmüş kardeşimin. Zatüre olunca çok dayanamamış minik vücudu. Öldüğünde 9 daha yaşındaydı. 

Babam, kardeşim derken ben de cezaevinden bir türlü çıkamayınca annem de pek dayanamadı yalnızlığa. Sadece vakitsiz ölümler değil yalnız başına dul yaşamanın zorluklarına da katlanamadı. "Bacım" lafları babamın ölümünden sonra "ihtiyacın" laflarına dönüşmeye başlamış. Annem kendini her ne kadar korumaya çabalasa da artık bıkmış böyle yaşamaktan. Sıcak bir yaz gününde iş dönüşü terden bayılacak gibi olduğunda duşa atmış kendini. 

Önce tüm vücudunu bir güzel yıkamış. Sonra bakkaldan aldığı jiletlerle her yerini paramparça etmiş. Ortalık kan gölüne dönmüş desem yeridir. Kimsesizler mezarlığına gömmüşler kimsesiz annemi. Evi de kiraya vermişler ama olayı duyan vazgeçmiş almaktan. En alt kat olduğu için dükkana çevirmişler sonradan. 

Cezaevinden çıktıktan sonra şöyle bir baktım da. İki damla aktı gözlerimden. Yine de ne oldu biliyor musun. Yaşamaya devam ettim, hala da yaşıyorum. Bir kitapçıda çalışmaya başladım. Aynı zamanda evim oldu orası. Temizliğinden de ben sorumluyum satış işlerinden de. Gece de orada kalıyorum zaten. Sağ olsun sahibi Ahmet amca çok güveniyor bana. Bilgisayar bile kullanmıyoruz dükkanda. 

Herkes hangi kitabı isterse hangi raf, hangi numara hepsini ezbere diyorum. Sevdirdim de kendimi gelenlere. Geçen bir senarist geldi. Az çok öğrenmiş yaşadıklarımı. Dedi "Gel senin hayatını film yapalım." Dedim "Yok ağabey benim hayatımdan ne film olacak." Israr etti bayağı, bakalım arada geliyor ayrıntılı bilgi edinmek için. Ben de anlatıyorum eksiksiz. Para bile alacakmışım. Bu dünya bir acayip. Bir sevindiriyor bir üzüyor, bir kazandırıyor bir nefesini kokutuyor, bir dünyaya salıyor bir dünyadan alıyor. En sonunda öğreniyorsun ama, acıyan yerine dokunmaktansa bir taze yaprak koy daha iyi 































































6 Aralık 2014 Cumartesi

Ne de olsa kolay değil...gümbürdemesi yüreğinin

Adını bile duymam ereksiyon olmama sebep olan tek kadındı Aysel. Gerçekten de öyküsünü böyle yazmaya başladım. İzlemek zorunda kaldığım kanal sayısıyla TV'ye bakarken, en sonunda birinde karar kıldım. 

Televizyona baktığımdan değil de maksat gürültü olsun. Pazar günü yapacak bir şeyiniz yoksa televizyon kurtarıcınız olur. Yemek yaparken birden "Seni seviyorum Aysel" dedi. Birileri dedi, kim olduğu önemli değildi. Aysel! 15 yıl olmuş mudur seni görmeyeli? 

Yetimhaneden kaçıp kaçıp gelirdik yanına. Yetimhanenin en eskisi 18 yaşını doldurunca çıkmadan anlatmıştı gizli cenneti. Annesi hayat kadınıydı Ahmet'in. Genelevde doğmuştu. Doğar doğmaz çizilmişti kaderi. Bir gece müşterilerinden biri iş üstündeyken kadının üzerine yığılıvermiş. Yapmadım, etmedim dediyse de kimseye dinletememiş. 

Önce sorguya çekmişler kadını. Sorgu da denirse tabi. Komiserinden amirine sırayla düzmüşler garibi. Ardından "10 yıl hapis" dediler. Ama 1 yıl dayanamadı Ahmet'in yokluğuna da vefat etti masum. Ölürken diğer fahişelere emanet etti oğlunu. Yetimhanede olsa da her zaman iyi bakılırdı, en çok onun ziyaretine gelinirdi. Her hafta başka kadın geliyordu. Çarşamba dedin mi hepimiz cama çıkardık. Hiç o kadar güzel kadınlar görmemiştik.

Ahmet genelevin adresini verdi çıkmadan. "Onlar size anlatır ne yapacağınızı. Muhakkak gidin" dedi. Çarşamba bekleyişlerimizden neredeyse hepsini anımsıyordum. Bir Aysel'i hatırlayamadım içlerinden. 

Evet, o gelmemişti sanırım. Gittikten sonra ne yapacağımı anlamam çok sürmedi. Önce odasına girdim. Çok bekletmeden on dakika sonra da o geldi. Biraz tedirgindim esasında. Yani nasıl desem hem beceremeyeceğim diye korkuyordum hem de zarar verir mi diye endişe duyuyordum. Suratında ufak bir tebessüm vardı. Memnuniyetinden değil bariz toyluğumla bakışlarıyla dalga geçiyordu.

- Adın ne çocuk?

- Azad

- Ne güzel isimmiş. Anlamını sormayacağım merak etme. Ahmet'in arkadaşısın değil mi sen?

- Hı hı

- Korkuyor musun?

Bu sefer şefkatle söylemişti. Üzülmüş gibiydi halime. Oysa bu bile sinirlendirmişti beni. Ne çeşit bir deneyim yaşacağımın farkındaydım. Çok saçma ama o da memnun olsun istiyordum. İçten içe hala çocuk buluyordu beni. Oysa çocuktum zaten. Annem babam yok diye yaşıtlarıma göre çocukluğumdan terfi edip ara bir dönem yaşıyordum. 

Yine de küçüktüm işte. Hastalandığımda annem yanıma gelsin, sabaha kadar başımdan ayrılmasın istiyordum. Ölmüş olmasına rağmen hala istiyordum. Ne yani istemek de mi ayıptı. Fakat çok ağlayınca istediklerimin olmayacağını öğrenmiştim. En büyük merakım bu oldu hayatımda. Ne acayip, istediğin olmayınca ağlaman gerekir. Çocukların hayat hakkında öğrendikleri en piç davranış şeklidir bu. 

- Hayır. Neden korkacakmışım ki!

- Tamam canım, parlama hemen. Bu yeni nesil de pek bir sinirli.

- Sinirli filan değilim ben.

- Aaayyy, yeeteer! Şimdi patlayacağım. Çocuk sakin ol. Bir şey dediğimiz yok. Ne içersin?

- İstemiyorum bir şey.

- Süt vereyim mi? Ay tamam bakma öyle şaka yaptım. Şu tipine baksan bir, nasıl kasılmışsın.

Yanıma yanaştı, sokulur gibi. Hiçbir şey demeden soymaya başladı beni. Çok yavaş hareket ediyordu. İncitmemeye çalıştığı çok belliydi. Tüylerim diken diken olmuştu. Fark etmesine rağmen bu sefer hiç sesini çıkartmadı. Sadece kurumsal firmalarda işine değer vermek diye bir şey yok. Fahişe olsa da önemsiyordu yaptığı işi. Oldukça ciddiydi.

- Korkma!

- Tamam

- En sevdiğin şarkı ne? Onu açalım mı?

- Olur. Annemle babam trafik kazasında öldü. Ben de aynı arabadaydım. Sezen Aksu - Düş Bahçeleri. Annem çok severdi.

- Tamam, bildim. Şansılısın Sezen Aksu'nun tüm kasetleri bende var.

"Yürüyorum düş bahçelerinde 
Gördüm düşümden büyük bahçe yok 
Yüreğimin kuşları konmuş 
Telgrafın tellerine 
Neşesi gurbet selamlarından çok 
A benim dilsiz dillerim 
A benim sessiz ellerim

Yakala saçından tut hayatı 
Çevir yüzüne öp öp 
Duruyorum vaktin seherinde 
Değiştirdim takvimleri gece yok 
Yüreğimin kuşları konmuş 
Telgrafın tellerine 
Neşesi gurbet selamlarından çok "

- Şimdi daha rahatsın. İstersen gözlerini kapat.Tut elimden, tırnaklayabilirsin acımaz. İlk deneyimin, yavaş olacağız, sonra hızlanırız. Hisset beni, kadın olduğumu hissettir. Bunu yapabilirsin. Bakır işler gibi işle. Ver elini, göğsümü tut. Hiç kadın göğsüne dokunmuş muydun?

- Hayır, ahh. Ne oldu?

- Boşaldın. Tamam, problem değil. İlkti bu, yine gelirsin. Öğrenmen gereken çok şey var.

- Kötü mü oldu.

- Hayır aksine. Hatta çok yorgundum, iyi bile oldu.

Defalarca gittim Aysel'in yanına. Her çarşamba yanında bitiyordum. Her gidişimde bildiklerime bir yenisini ekliyordum. Karşılıklı zevk almaya başlamıştık. Ben 16, o 35 yaşındaydı. Nasıl yapıyordu bilmiyorum ama hem cilveli hem şefratliydi. Hiçbir şeyin ortası yoktu onun için. Ağlaması hıçkıra hıçkıra, gülmesi duvarları delecek derecede gürültülüydü. 

Balık etli bir kadındı Aysel. Bakılmalık değil hissetmelikti gerçekten. Tanrı şahidimdir ki şu dünyada ondan memnun kalmayacak bir insan evladı yoktur. Biraz göbekliydi ancak o kadar diri göğüsleri vardı ki, saatlerimi alırdı onları emmek. Bacaklarının arasındaki nazik çukurla göğüslerinin arasındaki Arnavut kaldırımlı sokaklarında kaybolurdum. 

Seviştikten sonra yakardı sigarasını, başlardı konuşmaya. Bir gün dayanamadım anne babasını sordum. Kendinden hiç bahsetmiyordu, varsa yoksa seviştiği adamlar. Ben gelmeden üç gün önce herifin teki şarap şişesini götüne sokmaya çalışmış da kızlar zor almış elinden. "Bıktım artık bu hayattan" deyip duruyordu. Konu nereden açılmıştı da ailesine gelmişti bilmiyorum. 

- Tahmin ettiğin gibi değil aslında. Genellikle yetim, öksüz, çok fakir bilmem ne...Ben öyle bir çocukluk geçirmedim. Çok zengindik biz, babam iflas ettikten sonra kendini astı. Annemin de sevgilisi varmış o dönemde. Onunla beraber kaçtı. 

Alacaklılarla senin yaşında uğraşmaya başladım. İlk deneyimimi aile avukatımızla yaşadım. Birkaç eşyamı kurtarsın diye altına girdim. Etrafımda kimse kalmamıştı. Meğer dost sandıklarımız en başından beri "Kimse" imiş. Sonrası da çorap söküğü gibi geldi işte.

- Aşık oldun mu hiç?

- Ona çok zamanım olmadı. Zenginken bakkalın çırağı vardı bizim. Kocaman mavi gözleri, bembeyaz dişleri vardı. Suratındaki her şey çok iriydi. Geniş gamzeleri, suratını kaplayan gülüşüyle dikkat çekmemesi imkansızdı. Her geldiğinde "Ekmek geldi" deyip fırlardım evden. Sonra görüşmeye başladık. Annem görmüş bir gün, babama söylemiş. Babam hemen adamlarına dövdürmüş çocuğu. Değil ekmek getirmek sokağımıza uğrayamadı bir daha.

- Sence ben de aşık olacak mıyım?

- Elbette çocuk, boşuna mı eğitiyoruz seni. Hem de defalarca aşık olacaksın. 20'lerinde kendinden büyüklere, kırkına geldiğinde 20'lik çıtırlara bakacaksın. Kıracaksın, kırılacaksın. Kırgınlıkların daha fazla olsun. Bu seni olgunlaştırır, yürek yakmamaya çalış. Kaybetmeyi öğreneceksin. Hayat sana ölümle kaybetmenin nasıl bir acı olduğunu zaten öğretmiş, ama daha az üzüleceğini göstermiyor. Hepsi kendi içinde yakar insanı. Bunu yaşayarak anlayacaksın. 

Dostlukların olacak, sonra tamamen yalan olduğunu fark edeceksin. Eğlenmelik, sohbet etmelik, dinlemelik...diye diye ayırdığın çevren olacak. İş hayatına gireceksin. Asıl orospuları orada tanıyacaksın. "İşin orospusu" denir onlara. İyi bir gözlemci ol, insanları çöz, aynı onlar gibi çok yüzlü ol. Senin içinde binlerce "Sen" yarat. Ofiste, evde, sokakta, arkadaşlarının yanında. Zarar vermek isteyenler de olacak, iyi bir köpek olduğunda önüne ara sıra kemik atılan insan tipleri de göreceksin. 

Nefes almakta güçlük çektiğin anlar olacak, bazı zamanlar ellerinin nikotinden nasıl da sararmış olduğunu görüp haline ağlayacaksın. "Tam da insanları tanıdım" derken ruhu orospuları göreceksin. Bunlar en tehlikeli olanlarından aynı zamanda en acıman gerekenlerdendir. Özellikle içine bastıranlarından uzak duracaksın. Bunlar toplum baskısından belki de senelerce içinde tutmuşlardır orospuluklarını. 

Ortaya çıktığı vakit, babanmış, ananmış, kocanmış tanımazlar. Aynı tinerciler gibi. Farkında bile değillerdir ne yaptıklarından. Beyinleri uyumuş gezerler insan arasında. Yine tinerciyi anlarsın, sokakta yaşar, kılık kıyafeti yırtık pırtıktır, bir kere elinde koca bir torbayla gezer sokak sokak. Asıl korkman gereken bu beyni ölmüşlerdir. Müdürün de olabilir, komşun da bilemezsin. Hep dikkatli olacaksın. Arada yalnızlık kapını çalacak. Öylece oturacak karşında. Herkesten vazgeçtiğin, hayatın ne kadar boş olduğunu fark ettiğin anlar. 

Pink Floyd'un dediği gibi;

- Ne gülüyorsun. Fahişeyiz diye Pink Floyd dinleyemiyor muyuz! Şimdi "Siz yeni nesil yok mu..." diye bir başlardım da neyse

"Yapayalnız... ya da ikişer ikişer! Seni gerçekten sevenler. Volta atıp durdu...duvarın dışındakiler. Kimi elele kimi gruplar halinde. Kanayan kalpler ve artisler. Boy gösterdiler. Her şeylerini verdiklerinde kimileri sendeler ve düşer! Ne de olsa kolay değil...gümbürdemesi yüreğinin...delirmiş bazı alçakların duvarının dibinde!"