24 Aralık 2012 Pazartesi

Kendinden başlamalı


İnsan her şeye önce kendinden başlamalı. Sevmeye, güvenmeye, saygıya, vicdana..dahası pek çok şeye.

Kendini sevmezmiş, ama "aşk" istermiş.

Yalanlarıyla kurduğu hayatında, daha kendine güvenmeden güvenmek istermiş.

Sürekli koşturup yetişmekten kendine acımazmış, vicdandan bahsedermiş.

Öz güveni yokmuş, başarılı olmak istermiş.

Paylaşmayı bilmezmiş, bencillikten yakınırmış.

Ön yargılıymış, değişmek istermiş.

Kibirliymiş, samimiyetsizlikten şikayetçiymiş.

Dinlemezmiş, dinlenilmek istermiş.

Hayatını başkalarının doğrularına göre yaşarmış, saygı beklermiş.

Emek vermezmiş, takdir beklermiş.

Kendini beğenmezmiş, ama her şey güzel olsun istermiş.

İzlemezmiş, ama görmek istermiş.

Yaptığı kötülüklerden dolayı ölmek istermiş, daha fazla iyilik yapıp aklanmak aklına gelmezmiş.

Düşene yardım etmezmiş, ama hep tutunmak istermiş.

Kendine yatırım yapmazmış ama para kazanmak istermiş.

En son uyumak istemiş, ama kimse zaten hiç uyanmadığını söylememiş.










23 Aralık 2012 Pazar

Çok iyi bir şey olmadığının farkındayım aslında. Yine de buraya yerleştirmek istedim. İleride ne kadar yol katettiğimi görmek adına. Bir dergim olsa, röportaj yapsam, sevdiğim insanlarla tanışsam... dedim dedim. Daha bir sürü söylendim, durdum. "Bir dene bakalım nasıl olacak" dedi kendim kendime. İşte sonuç budur. Bu aralar hayallerimi photoshoplarla yaşatıyorum. Hayaller bile teknolojiye ayak uydurduysa şurada uçmaya ne kaldı...

17 Aralık 2012 Pazartesi

Amour/Aşk


Fransız-Almanya-Avusturya ortak yapımı, 'Amour' filmi adından da anlaşılacağı üzerine "aşk"ı anlatıyor.

Michael Haneke'nin yönetmenliğini üstlendiği film, 80 yaşlarındaki emekli iki müzik öğretmeni Georges ve Anne çifti hâla birbirine ilk günkü gibi aşıktır. Tutkuları, sevgileri, bağlılıkları gençlik yıllarındaki kadar taze. Fakat Anne'nin geçirdiği ani kalp kriziyle hayatları artık eskisi gibi olmayacaktır. Georges için bu zorlu ve yıpratıcı süreç, yurt dışında yaşayan müzisyen kızlarının da arada sırada yaptığı ziyaretlerle işleri daha da çok zora sokacaktır.

Geçen yıllara rağmen birbirlerine duydukları aşkın artık sınanma zamanı ve bu görevde Georges'a düşüyor. Film ilk sahnesi aslında sonu. Bu da filmdeki merak duygusunu bir kenara bırakarak seyirciye sadece 'izle' ve 'hisset' diyor.
Dayanışmanın, sabrın, fedakarlığın en derinine kadar işlendiği filmde, izleyicinin kendisini sorgulamasına da yardımcı oluyor. Acaba ben yapabilir miydim? Yapar mıydık, yapamaz mıydık bilemiyorum ama aşka inancımız üzerine -inanmayanlar için söylüyorum- düşünmemizi sağlıyor. Ve en çok da "gelecek kaygısı".. Hiç ölmeyecek gibi hissederiz ya. Aslında sağlığımız konusunda da pek endişe sahibi olduğumuz söylenemez. Aşk gibi güzel duyguların içinde, "sonsuza kadar mutlu yaşadılar" masalları bizim en sevdiğimiz hikâyeler olur. "Amour", bir masal değil. Aksine gerçeğin en ileri aşaması. 

Sona yaklaştığında hayat ya istediğin gibi gitmezse? Artık rüzgâr tersinden esiyor. Ya vazgeçeceksin ya da mücadele edeceksin. İşte Georges'un hayatla, aşkla imtihanı bu güzel film, size vicdanı bir tokat gibi çarpıyor. Klasik evlilik yeminimiz, "İyi günde kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta" yeminiz bu film için biçilmiş kaftan.

70 yaşındaki Avusturyalı yönetmenin, kendi anlatımıyla "kimsenin kolayca ve içi rahat bir şekilde seyredemeyeceği filmler" dediği yapımları "Amour" içinde güzel bir örnek.

Haneke bu filmiyle, Avrupa Film Ödülleri’nde en iyi film ödülüne layık görüldü. Filmin başrol oyuncularından 81 yaşındaki Jean-Louis Trintignant, en iyi erkek oyuncu, 85 yaşındaki Emmanuelle Riva da en iyi kadın oyuncu ödülünü kazandı.

Michael Haneke'nin diğer görev aldığı yapımlar

Beyaz Bant, Das Weisse Band / The White Ribbon , 2009, Yönetmen, Senarist
Ölümcül Oyunlar , Funny Games, 2007, Yönetmen, Senarist
Saklı, Cache, 2005, Yönetmen, Senarist
Piyanist, La Pianiste, 2001, Yönetmen, Senarist
Bilinmeyen Kod, Code inconnu: Récit incomplet de divers voyages, 2000, Yönetmen, Senarist
Ölümcül Oyunlar, Funny Games, 1997, Yönetmen, Senarist
Şato, Das Schloß, 1997, Yönetmen, Senarist
Lumiere Ve Ortakları, Lumière et compagnie, 1995, Yönetmen
Lumiere Ve Ortakları, Lumière and Company / Lumière et compagnie, 1995, Yönetmen
Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası, 71 Fragmente einer Chronologie des Zufalls, 1994, Yönetmen,Senarist
Benny'nin Videosu, Benny's Video, 1992, Yönetmen, Senarist
Yedinci Kıta , Der Siebente Kontinent , 1989, Yönetmen, Senarist

16 Aralık 2012 Pazar

Her şey, "Küçükken ne olmak istiyorsun?" sorusuyla başladı. Nerede yaşadığımızın farkında olmadan güzel hayaller kurduk. Astronot olmak istedik, superman olmak istedik. Sonra büyüdük (ve kirlendi dünya demeyeceğim). Önce ülkemizi tanıdık, sonra hayat şartlarını ve o güzelim uç hayallerimizi rüyalarda buluşmak üzere rafa kaldırdık. Açıkçası ben hâlâ kurarım böyle saçma sapan hayaller. Üstüne para ödemiyoruz ya, abartıyorum bazen. Şimdi 'hedef' diye bir şeyden bahsediyorlar. Hedefsiz olmaz doğrudur. Ama neden bir hedef? Hayatınız boyunca tek bir şeyin peşinde koşarak en iyisi mi amacımız? Yoksa yeni olandan korkuyor muyuz? Oysa her yeni şey başka bir kapı demek, bakış açımızı değiştirmek demek. Hayata tek yönle bakmak, ön yargıyı beraberinde getirir. Ön yargının getirileri de pek hoş değildir.Yalnız o açılan kapılardan da illa bir sonuç beklememek lazım. Biraz rahat, biraz sakin. Alt tarafı ekstradan bir renk koyacaksın hayatına. İlla para getirecek değil mi! Artık ilkokul sıralarında öğretiliyor; bilginin parayla satın alınamayacağı. Sanırım biz önce parayı sonra bilgiyi istiyoruz. Eeee ne deyim, size kolay gelsin madem




10 Aralık 2012 Pazartesi

Mutluluk değilmiş o, keyif imiş..

Bir gün bir şekilde bitiyor. Nedir ki 24 saat! Günü kârlı geçirmek için; 1- gülümse, 2- mutlaka cebine koyacağın güzel bir cümle kur ya da duy. Bugün pek gülümsediğim söylenemez. Ama yer yer tebessüm göz bebeklerimde. Bir derginin belgesel tanıtımında okudum. Metinde 77 yaşındaki bir işçinin mutluluğu tarif edişini anlatıyor. "77 yaşındayım, hâlâ mutluluk dedikleri şeyi anlamadım. Ama keyif nedir bilirim". Ah dedim, ne aptalmışım ben. 'Mutsuzum' dediğim zamanlarıma kızdım. Tabi  ya.. 'Keyif'. Evet hayatı çekilir kılan şeyin tam olarak adı, keyifti. Bunun diğer adı küçük mutluluklar da olabilir (kişisine göre). Kendi adıma konuşmak gerekirse, benim keyifli anlarım, hoş sohbetten geçer. Hoş sohbet, biraz samimiyet, yanında da bir fincan kahve. Ama bir sorunu var, bu keyiflerin. Zaman!. Bu kavramla aramda inişli çıkışlı bir ilişki hâkim. Ne zaman bir işi (bak yine zaman dedim, her lafın içine girmese olmaz) yetiştirmeye kalksam, kendisi benden hızlı oluveriyor. Keyifli anlarımda hele hiç affı yok. Zamanın nasıl geçtiğini genelde anlamazsınız öyle anlarda. Neyse ki gece ile gündüz farkı var da, "aaa ne çabuk akşam olmuş" diyerek, bir sigara daha içip kalkıyoruz masadan. Yapacak bir şey de yok. Olsa keşke. Zamanı yenen insan evladı daha çıkmadı henüz. Ama belli yaştan sonra alışmış olmak lazım. Nasıl yaşadığınız yerde trafiğe, yağmura, sıcağı alışıyorsanız, insan olmanın gereği olarak zamanın yenilmezliğine de alışmak zorundasınız. İnsan eninde sonunda her şeye alırmış. Daha alışamayanlar için, zamanlar diyorum. Yani zamanla zamanın yenilmezliğine alışırsınız. 77 yaşındaki amcanın dediği gibi, biz keyfimize bakalım. Artık uğurlama cümlem: Keyifli günler..:)

8 Aralık 2012 Cumartesi

Müzik de bir insan sonuçta

Bugünkü otobüs yolculuğum sırasında radyoda bir şarkıya denk geldim. İspanyolca bir şarkı. Ne dilini bilirim ne de kimin söylediğini. Ama o kadar güzeldi ki. Sözlerini tüm algılarımla çözmeye çalıştım fakat nafile olmadı. Biliyordum şarkının biteceğini ama yine de üzüldüm. Saçma sapan umutlandım, ya bitmezse!. Eve gittim, bilgisayarımı açar açmaz hemen İspanyolca şarkılar aradım. Alakası olmayan ne varsa tüm şarkıları dinledim. "Müzik ruhun gıdasıdır" denilir ya.Gerçekten de öyle. Ruhum doymuştu resmen. Sonra düşündüm kendi kendime; insana ne kadar da yakın bu müzik. Bak bir özelliği aynı insan. Bir an tutulursun, "aşk" dersin, güvenirsin, seversin belki sevilirsin. Sonra bir anda gidiverir. Ne zaman geldi de ne zaman gitti. Neydi bu?. O dinlediğim İspanyolca şarkı gibi.. Şimdi bir daha denk gelmesini bekle ama gideceğini de unutma. Yalnız unutma dediysem de anı da batırma..

6 Aralık 2012 Perşembe

Bir yaşam hakkı:Kürtaj


Bugün gündem başlıklarına bir bakayım dedim. Yine kürtaj hakkıyla ilgili bir haber. Daha önceden de bir sürü tepkilere neden olmuş, eylemler yapılmış, imzalar toplanmış, "benim bedenim benim kararım" yazılı pankartlarla yürüyüşler yapılmış hatta fotoğraflarla destek olan birçok insan bunları internette bile paylaşmıştı. Ama görülen o ki pek de bir faydası olmamış. Yasal kurallar çerçevesinde 10 hafta olan kürtaj hakkı, keyfi kararlarla 8'e indirilebiliyor. Sebep: Baba biliyor mu?, eşinizin haberi var mı?, çocuğa nasıl kıyacaksınız?..bla bla bla bir sürü cümleler. Kadın da bir birey değil mi?. Erkek kadar söz söyleme, karar verebilme hakkına sahip değil mi?. Yani biz kendi kararlarımızı kendimiz veremiyor muyuz?. Sanırım hala şöyle bir anlayış var; bilim insanları hep erkeklerden çıkar! Kadına ne kadar söz hakkı verilmiş ki, kadından bilim insanı olsun. Ayrıca kadınların da başardığı pek çok şey var. Bakınız: Günsu Çırpanlı ALBAŞ çamaşır makinesi elektronik motorları, Müge Akay soljel teknolojisi, Gülser Çeliker kimya ve nanoteknoloji, Prof. Dr. Aytül Erçil yapay göz teknolojisi, Nesrin Hasırcı mikro ve nano polimerik medikal uygulamalar, Bilge Kum hayatı kolaylaştırıcı ürünler, Güneş Kurt iletişim, Prof. Dr. Mirat Gürol çevre teknolojileri alanında birçok önemli buluşlara imza atmış kadın buluşçulardır.

Bu konunun gündeme geldiği dönemde "kürtaja hayır" diyen kesimin (buna bazı tanıdıklarımda dahil), sosyal ağlarda cenin fotoğrafları paylaşıp, hala "kürtaja evet diyen var mı!" yazıları şaşırtıyordu. Bazı durumlara gerçekten kafam basmıyor. Ya da bu konu hakkında keyfi kesmeler yapıyorlar. Daha doğmamış bir canlıya nasıl kıyarsın!.. Peki sen yaşayan bir canlıya nasıl kıyarsın???. 14 yaşında tecavüz sonucu hamile kalan birinden anne olmayı nasıl beklersin. Bu nasıl bir anlayıştır. Zeki Demirkubuz'un başka bir durum için söylediği (Kendi gerçekleri dururken insanın kendisini başkalarına ait gerçekler üzerinden tarif etmesi) "en hafifinden ahlaksızlıktır" cümlesi sanırım cuk oturdu. Kendi adıma konuşmak gerekirse, tecavüz sonucu doğmaktansa hiç hayatta olmamayı dilerdim. Malum Türkiye gibi bir yerde zaten Kürt olmak, Alevi olmak, Ermeni olmak neredeyse başlı başına bir ayrımcılık iken böyle bir şeyi kaldırmak..Ayrıca bu kadar çok düşünmeye de gerek yok. Maddi olanaksızlıktan da insan çocuk doğurmayı istemeyebilir. İnsan kendine yetemez iken başka bir canlıya nasıl yetebilir. Tok açın halinden anlamıyor sanırım. Anlasa bir anne adayının sırf maddi yetersizlikten dolayı çocuğunu hayata getiremeyeceği düşüncesinin onda nasıl bir ruhsal bozukluk, manevi çöküntü yaratabileceği anlaşılabilinirdi. Neyse, hiç yormadığınız beyinlerinizi yormaya uğraşmayın. Sadece biraz saygı. Kimsenin hayatına kendisinden başkasının müdahale edemeyeceğini öğrenin. Geç değil..