26 Nisan 2016 Salı

İnsan Yokuşlu Bir Şeydir

Penceremin önüne değen dut tanesi. Bahar iyiden iyiye kendini göstermeye başladı. Ama bugün Nisan yağmuruyla uyandım. Şıp şıp şıp... Sanki evde bir kedi besliyormuşum da birazdan koynuma girecekmiş gibi nedensiz sakin ve huzurluyum. Yıllardır disiplin vazgeçilmez kurallarımdan biridir. Hatta emekli olunca daha da bir özenli oldum. Güneş doğarken ekmek almaya giderim fırına. 

Gün doğumu ve batımlarını izlemek hayatın ne kadar güzel olduğunu anımsatmıştır hep bana. Arka sokağımızdaki fırına gitmek için dik bir yokuş çıkmam gerekir her gün. Şükür senelerdir ne sigara ne alkol almadığımdan yaşım 55 olmasına rağmen nefes nefese kalmıyorum. O yokuşu her çıktığımda geçmişimden biri gelir aklıma. 

Mazimdekilerden birini her gün anıyorum. İnsanları yokuşa benzetiyorum çünkü, kendim de dahil. Yokuşun tepesine güneş vuruyor, henüz yukarı kadar çıkmasam da görebiliyorum. Biraz yakamoza biraz da Nazlı'nın sarı saçlarına benziyor. 

İpek gibi sarı saçları omuzlarında bitiyordu. Teni de bembeyazdı, güneşe çıkamaz hemen kızarırdı. Gözleri ise... hani göz bebeği diye bir şey olmasa siyah olduğuna yemin edebilirdim. Çok seviyordum onu, üniversite yeni bitmişti. İş yerinden arkadaşımdı. 

Masamın çaprazında cam kenarında oturuyordu. Öğlenleri saçına vuran güneşi izlemek, kışın ıhlamur içmek gibi içimi ısıtıyor, iyi geliyordu. Sonra evlendi gitti. Böyle güzel güneşli günlerde hele ki o günde Pazartesi ise hep Nazlı gelir aklıma. Tuhaf...

Erken kalkmayı seviyorum ama sofra hazırlamak konusunda pek iyi değilim. Bugün Pazartesi, Nermin gelecek. O gelmeden önce sofrayı kursam iyi olur. Onu yemek yerken izlemek çok hoşuma gidiyor. 

Dünyadaki bütün nimetlerin kıymetini iyi biliyor gibi. Domatesin duyu, karpuzun dimi, ekmeğini bandırdığı zeytinyağı, kekiği, sumağı, kızarmış ekmeğin üzerine sürdüğü tereyağı, balı, kaymağı. Evimi haftada bir kere temizler. İşine de pek bir düşkündür. İki tane gurur duyulası evladı var. Hem onları okutmak hem de kendine de meşgale olsun diye senelerdir evlere temizliğe gidermiş.

Nermin'e yemek yerken aşık oldum. Ne kadar aptalca değil mi? Sanki hayatın tadını bilirmiş gibi bir hali var. Hayatımın bir parçası olsun çok isterdim. İlerleyen yaşlarımıza rağmen yere kulağımızı yapıştırabilirdik mesela. Halı yıkardık, kayıp düşerdik sonra da. 

Delirdiğimiz yerlerden birbirimizi sevelim isterdim. Hayallerimle rüyalarımla yaşamayı öğrendim. Eskiden daha gerçekçi, sağlam ama koca koca adımlar atardım. Şimdi küçük bir adımla yürüyüp geçtiğim sokakları izlemeyi seviyorum. Her anıma kıymet verir oldum, içine bilse de bilmese de Nermin'i koydum.

Eskisi gibi sesimi duyuramıyorum insanlara. Garsona, yolda cüzdanını düşüren kadına, kapıcıya... Ama daha çok konuşuyorum. Karşımda biri olmadan kendi kendime... Kime seslendim neyi sustuysam her gün Nermin'i biraz daha yüceltiyordum. Bazen seviştiğimizi hayal ediyorum. 

Önce seni çıplak düşlediğim için kendimden utanıyorum, sonra odada benden başka kimse olmadığını fark edince sakinleşiyorum. Aşk çırılçıplaktır zaten, bundan utanmak biraz kendinden utanmak biraz da hayattan korkmaktır. Genç iken korkardım mesela. Aşkın bana iyi gelmediğini düşünürdüm. 

Aşka benzer acı veren olaylar yaşamıştım. Sonra zihnimin bir köşesine kek kalıbı gibi yapıştırdım. Bak aşk bu delikanlı, güzel bir ruh hali değil. Ne aptalmışım. Ne hayatlar kaçırdığımı düşünüyordum şimdi. Oysa sen öyle değilsin artık ben de öyle değilim. Özün süzülüyor karşımda. Kalbime, içime aksın istiyorum. Ilık ılık böyle... 

Eskisi gibi enerjik de değilim. Her şeyi sakin yaşamayı öğreniyorsun. Ölmeye yaklaşıyorsun ya, başına gelen hep birden gelse de elini kaldırıp şöyle bir baştan aşağı bakmayı öğreniyorsun. Yoksa keder de birden gelir. Gecelerimiz bile kendi yaralarımız kadar derindir.

Sana her baktığımda büyük bir deniz görüyorum. Senin dizlerine kadar gelen karlar eşliğinde kocaman bir kış yatıyor hissediyorum. Vardır ama bir tohum içinde bahar geldiğinde güneş ile birlikte yeşerecek olan. Tabi görmesini bilene... 

Bak ben görüyorum demek istiyorum sana. Seninle bugün yüzleşeceğim Nermin. Varsın olsun 20 yıl yaşayayım varsın saniyelerimizin hesabını yapalım. Bilmiyoruz ki? Böyle yazınca kolay geliyor da inşallah yüzüne karşı da seni sana güzelce anlatabilirim.

Perdeden salonundan zemine yansıyan birkaç insan görüyorum. İyi bir şey değil bu. Bakmasam ne kaybederim? "Kendi halinde bir kadındı, yazık" diyor biri. Adımlarımı küçülttükçe daha da küçültüyorum. Hayır hayır kötü bir durum yok insanlar evhamlı. 

Kapıyı aralıyorum, yüzüme güneş vuruyor, kapı gıcırdıyor, kulağımı tırmalıyor. Bir adım atıyorum kapının dışına doğru. Bir çember görüyorum. El ele tutuşmuyorlar ama. Meraklı bir çember bu, içinde tek bir hüzün yok. Çemberi yarıyorum, hafifçe ama.

Yerdesin Nermin. Bunu demek istememiştim ki ben. Kulağımızı yere yaslayacaktık. Sen böyle boylu boyunca yatmayacaktın. Gözlerin kapalı ama gülümsüyorsun. Burnundan kan geliyor. Ardından dünyanın en berbar sesi geliyor, ambulans bangır bangır. Oysa ben sana bir şarkı dinlettirecektim bugün:

"Sıcak bir şarkı söylersin kanımdan geç soğur
Kesik saçın dağınık yüzün
Geceyi sabaha boyar sevdalanırım
Kuşun eteğini rüzgar havalara uçurur
Bu şarkının nakaratında
Seninle olmak var ya ne güzel
Sevdanın yollarında duman duman
Takılı bir askıda geçmez zaman
Vakit kovalar yaşamları
Yakaladığında… Sırılsıklam
Sevdanın yollarında duman duman
Takılı bir oltada geçmez zaman
Vakit kovalar yaşamları
Yakaladığında… Sırılsıklam

Durgun bir suyun ortasında yemyeşil
Yalnız çaresiz kimsesiz olmak var ya ne zor
Sıcak bir şarkı söylersin tenimden geç soğur
Kesik dalın dağınık gücün
Geceyi sabaha boyar sevdalanırım
Sevdanın yollarında duman duman
Takılı bir askıda geçmez zaman
Vakit kovalar yaşamları
Yakaladığında… Sırılsıklam
Sevdanın yollarında duman duman
Takılı bir oltada geçmez zaman
Vakit kovalar yaşamları
Yakaladığında… Sırılsıklam"

Keder de gerçekten aniden geliyormuş insana. Bu Pazartesi sabahı evimin önüne düşüverdi. Bir hayatı daha kaçırdım, yine geç kaldım sanki ölmeyecekmişim gibi. Bağrıma basamadığım bir toprak hediye etti bugün hayat bana. Oysa Nermin sıra sıra dizilen yapraksız ağaçlarınız arasındaki boşluklar gibi olan yaşamlarımızı doldurabilirdik. 

Eve geçiyorum. Sana dinletmek istediğim şarkıyı açıyorum. Zafer Cınbıl "Sevdanın Yolları" çalıyor, bir kahve koyuyorum, sigara yakıyorum. Ağzımdan çıkan dumanı senin ağzının içine üflediğimi hayal ediyorum. Bak büyük ihtimal bunu yapamazdım. Ama olsun hayal kurmak da güzel. Bir şeyler okumak istiyorum. Cahit Zarifoğlu iyi gelir böyle anlarda. Diyor ki;

"Yaşamak bir perde gibi kalkıyor aramızdan. Zamansız mekansız bir tünel başındayız şimdi."

19 Nisan 2016 Salı

İki Günlük Bir Şey

Çocukluk insanın hayatına etki eden en önemli dönemlerden biri. Yaşadıklarından, kırıldıklarından, kırdıklarından ve verdiği kararlardan. İki günlük bir şeydi ama yine de çocukluğumun izlerini gördüm. Fark etmem de yine iki günümü aldı. 

Aşık mıydım? (İlk görüşte aşık da olabilir insan, belli olmaz) Hayır, Sevdin mi? Hayır. Anlamını biliyor musun hislerinin? Biraz evet biraz hayır. Kokulara karşı uzun süredir takıntılıyım. Denk gelip de kokladıysam karşımdakini tanımak isterim. Bahsettiğim parfüm filan değil. 

Kendi kokusundan bahsediyorum. Bir konserde tanışmıştık. Tatlıydı, güzel gülüyordu, konuşkandı. Gitmeden önce sıkılmaktan çok korkmuştum. Bir yerde sıkılınca boğuluyormuş gibi hissediyorum çünkü. Nezaket güzel bir davranış ama zorlama olunca eh biraz ikiyüzlü gibi geliyor bana. 

O gün çok güzeldi. Yine de birini ilk defa göreceksiniz konsere gitmemenizi tavsiye ederim. Şayet 'konuşacaksanız arkaya geçin' uyarısını almış bir insanım. Sarıldığını hatırlıyorum, beni kokladığını fark ettim bir ara. Bilmiyorum yanlış anlamışımdır belkide ama fark edince 'ay bu da benden' diye içten bir gülümsedim.

Saçlarıma çok güzel dokunmuştu. Bir daha arar mıydı beni? Bilmem belkide... Gecenin sonunda telefon numaramı yanlış verdiğim için bu sorunun cevabını gecikmeli olarak aldım. Bi beş gün filan her gün yazıştık. Sevmek büyük laf ama ısınmaya başlamıştım. Sonra görüştük. Gündüz gözüyle bi farklı geldi gözüme. 

Hayata bakış açılarımız hemen hemen aynıydı. O da benim gibi her konuyu 'mutlu' olmaya bağlıyabiliyordu. Sanırım ben biraz daha enerjiğim :) Bundan sonrasını nasıl sıçıp batırdım ben de anlayamadım. Anlamdıramadım... 

Ona da izah edemedim. İşte çocukluğumu hatırladığım anlatamadığım andı. Annem ne zaman beni suçlasa (tabağı sen mi kırdın? şekerleri sen mi bitirdin?) haklıysam ben susardım. Bazı insanlar vardır haklı da olsa haksız da olsa zeytinyağı mevzusunu iyi becerirler. Bazıları da haksız ise susmazlar. Ben hiç birisiyim. 

Haksızsam 'yedik o boku' der, özrümü dilerim ama haklıysam susarım. Bir panik hali gelir, kasılırım. "Vallahi öyle değil, başka o, yapmadım ben..." açıklayamam işte. Ona da açıklayamadım. "Düşünce hayata hakim olamaz, hayat ondan daha yüksektir. Hayat, onu ne kadar anladığımıza bağlı değildir" diyemedim ona. Konuşamadığımdan şimdi buraya yazıyorum ben de. 

Yazmak bana çok iyi geliyor. Ama ifade edemedim ya bazı şeyleri, kendime biraz acıdım sanırım. Yazıyorum, okuyorum diye geçinen insan kendini savunamamıştı. İşte gerçek hayat böyle bir şey. Her şey kitaplardaki, şarkılardaki ya da filmlerdeki gibi değildi. Evine gitmek istedim. Biraz dokunmak, okşamak, sarılmak istedim. İçine girmek istedim bakire halimle. 

Bu arzunun o odayı morg gibi soğutacağını tahmin edemezdim. Bir sürü şey söyledi. Her 'bak seni sorgulamıyorum' deyişinde biraz daha sorguluyordu. Bazı kızlar vardır. Her boku yerler evleneceği adama kendini çok temiz, masum gösterirler. 

Aynen o durumdaydım. 'Neden ben?' dedi, konuşamadım. 'İlişkimiz bile yok' dedi, haklısın diyemedim. Sebze gibi bir şeyleri anlatmaya çalıştım. "Kokun çok güzel" dedim. Haliyle "Bir tek ben mi kokum güzeldi yani" dedi. Sustum. Aslında değildi. 

Kokusunu sevdiğim başka erkekler de olması lazım. Evet olması lazım diyorum çünkü ilerlemek için geçmişi yakan biriyim. Gerçekten hatırlamıyordum. Kokusunu çok çok beğendiğim bir erkek olmuş muydu? Neden bu zamana kadar kimsenin içine girememiştim? Denk gelmemişti ne bileyim. Hep bir garip taraflarını görmüştüm. Benden ya da onlardan kaynaklı bir şeyler olamamıştı işte. 

Bu durumu hiçbir zaman önemsememiştim. Bir gün denk gelecekti işte. Karşımda bana neredeyse zerre kadar güvenmeyen biri vardı. İkna edemezdim. Şüpheleri vardı ve ben şüphenin kesinlik kadar sürdürebilir bir duygu olduğunu iyi biliyordum. 

Sonra bu iki günlük tanışmadan benim büyük anlamlar çıkardığını düşündüm. Bir de bu ihtimal vardı tabi. "Yoo sadece sana kanım ısındı" da diyemedim yine. Kendi kendimi mutlu eden bir insandım. Depresyondan zevk alan biri değilim. Hayatı seviyorum çünkü şanslı olduğum bir sürü yanım var. Üzülmek dersen... hiç korkmuyorum. Hatta insan bazen üzülmeli bence. 

Ben hep bir kalbim olduğunu hatırlarım. Biraz acı gülümserim ve kaldığı yerden yaşamaya devam ederim. Mucizelerin etkisi kolay silinmez, kırgınlıklar geçer. Geçmesi gerekir çünkü hayat öyle gitmez. Evet bunları da diyemedim. Yine de kimseyi üzmemeye çalışırım. Yaşar Kemal'in de dediği gibi; "İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, bir ince yerleri.İşte oraya değmemeli..."

Küçücük karanlık bir odada, tepemde ışık ve ben kendimi anlatmaya çalışıyordum sanki. Bir yanım anlatmak istediklerimle doluyken diğer yanım her şeyi yok etmek istemekle meşguldü. Şu zamanı nasıl geri alabiliriz artık bulmaları lazımdı. Sonra bir erkeğin benden nasıl gittiğini izledim. Önce bacaklarımdaki yaraları sordu. O jilet izleri neymiş. 

İçten içe bir kahkaha attım. Kendini benden uzaklaştırmak için seçtiği yöntem hoş değildi. Bende jilet izinin zaten ne işi vardı da asıl sorun, onların gerçekten jilet izi olabilmesiydi. Sorunun ifade biçimi çirkindi. Çünkü böyle bir şey yaşamış olsaydım, o anı hatırlar ve kendimi çok kötü hissederdim. Bu durumu açıklayabildim ama. Gidiyordu adam benden çünkü, her şey daha kolaydı artık. 

Doğum izi olduğunu, dikiş atıldığını filan anlattım. "Sonra saat 20.00 olmuş" dedi bana. Evet artık kovulma vakti gelmişti. Neden ben gitmek istemediysem. Hiç bozmadan "Evet geç oldu" dedim, evime bıraktı. 

Kendi hayatlarımıza devam ettik, galiba... Ben ediyorum o da ediyordur. Onunla görüşmeye devam etseydim nasıl olurdu acaba? Bu merak da geçer yakında. Her geçmek için yaratılmış sanki. 

5 Nisan 2016 Salı

Gün Doğmadan

Beş yıl önce verdiğim bir karardan dolayı şimdi bir hikaye yazıyorum. Masamın başında, sandalyenin tepesinde ve elimde bir sigara... İnsanlar kararlar verirler ve bir gün bir yerlerde bir şeylerle uğraşırlar. Bu uğraşları ya da o anki durumları artık her neyse mutlu veya mutsuzdurlar. 

Benim halim ise sadece kelimelere döktüğüm hikayeyi anlatmanın heyecanı. Onu tanımadan önce hayatı sorgulamadan ölümü de düşünmeden sadece kendime bakarak yaşıyordum. Böyle yazınca kulağa hoş geliyor ama durum pek de öyle değildi. 

Hiç kimsem yoktu. Yetimhanelerde büyümüş, oradan öğrendiklerimle hayata atılmıştım. İnsanın sevdiği birileri hele de ailesi olmayınca yapacaklarımın sonunu düşünmeden hareket ediyordum. Size zarar vermemiş birini incittiğinizde en çok da kendinizi incittiğinizde sizin için birileri üzülmüyorsa hayat bir o kadar kolay biraz da zordur. 

Eve geldiğinizde yemek kokusu duymuyorsanız ve bir aileniz yoksa, vicdanınız yaptıklarınızdan dolayı sızlamayabilir. Benim için öyleydi en azından. Doğru yanlışı ayırt edemiyordum. Çok kırdım ve kırıldıklarımın her zaman daha az olmasına dikkat ettim. Yusuf ile tanışana dek... 

Üniversiteye gidiyordum. İlk başta kıt kanaat geçinmeye çalışıyordum. Her gün yeni bir masrafım oluyordu. Bıkmıştım hesap kitap yapmaktan. Geceleri aç yatmaktan, güzel bir gün geçirememekten, yol param olmadığı için derslere girememekten. 

Baktım ben okuyamayacağım dedim çalışayım en azından. Başkalarının emrinde çalışmak zamanlar yordu beni, katlanamadım. Çalıştığım barda bir kızla tanıştım. Orospunun tekiydi ama çok parası vardı. Neden olmasın dedim, ben de ev kiramı çıkartmak için kendimi satmaya başladım. 

Adamları ben seçiyordum. Yakışıklı, temiz giyimli olmasına özen gösteriyordum. Genelde evlerine giderdim. Kocaman evler, villalar, hatta bir keresinde yalıya bile gitmiştim. Ama o adam tipsiz idi. Sırf yalı hayatını bir gece de olsa yaşamak için kabul etmiştim. Biri otel odasını teklif etti. 

Parası azdı ama çok yakışıklıydı. Canımı çok yakmıştı. Yakışıklı olması nazik olacağı anlamına gelmiyordu demek. O gece sersem gibiydim. Sabahın 04.00'ünde odadan çıkıp taksiyle eve geçmeye hazırlanıyordum. 

Önce tuvalete girdim. Kadınlar tuvaletinde bir erkeğin çöp kutusunu temizlediğini gördüm. Onu görür görmez çığlık atmamak için kendimi zor tuttum. Ne kadar çirkindi. Kocaman kafası vardı, bir kolu diğer kolundan daha uzundu. 

Bu yüzden de topallıyordu. Suratında derin yarıklar vardı. Derisi incecikti. Korktuğumu anlayınca kendinden çok utanmış, özür dileyip çıkmıştı. Otelin arkası manzaraya bakıyordu. Tuvaleti dışarıdaydı. Çıktığımda güneş doğmak üzereydi. İzlediğini gördüm. Yanına sokuldum.

- Ben Füsun.

- Yusuf

Hiç konuşmadan güneşin doğmasını bekledik. Sabah ezanını hiç bu kadar net dinlememiştim. Bisikletinin arkasından seccadesini çıkartıp namaz kıldı yanımda. Çok tuhaf bir gün geçiriyordum. Şükrediyordu. "Allah'ım bana verdiğin her şey için sana şükürler olsun." 

Bir şeyler daha mırıldandı. Açlar, hastalar, öksüz yetimler ve diğerleri için de dua etti. O kadar adamla yattım, kendimden hiç bu kadar utanmamıştım. Sağlıksız bir görünümü vardı, tedavisinin olduğunu olsa da parasının yeteceğini sanmıyordum. Ama mutluydu. 

O günden sonra her gün sabaha karşı yanına gitmeye başladım. Hep aynı şeyleri yapıyordu hem de dakikası dakikasına. Hiç konuşmuyorduk. Bir ay sonra, "Öğlen ayran içelim mi?" dedi. Muhallebiyi de duymuştum da ayranı ilk defa duyuyordum. 

Yaz mevsiminde soğuk soğuk iyi gidermiş öğlenleri. Hem tok da tutuyormuş. Pekala dedim. Bol köpüklü teneke bardakta ayranlarımızı içtik. Kendimi yanında o kadar temiz hissediyordum ki... Görüşmelerimiz zamanla arttı. Yusuf bana nasıl yaşanması gerektiğini öğretti. Bisiklete binmeyi, yazarları, resim yapmayı, dua etmeyi, filmleri, yönetmenleri, senaristleri, namaz kılmayı... 

O kadar çok şey öğrenmiştim ki ondan. Onsuz tek bir günüm geçmiyordu. Bir gün mesleğimi sordu. Öğrenciyim dedim, inanmadı. Ben de olan biteni anlattım. Yüzümü okşadı. Eli herkese benziyordu. Anneye, babaya, kardeşe, sevgiliye, kocaya, nineye, dosta... Herkese işte. İçim titredi.

- Çok güzelsin Füsun.

- Sen de öyle.

- Su kaynarken patatesi atarsan yumuşar. Yumurtayı atarsan sertleşir. Önemli olan içinde bulunduğun şartlar değil senin ne olduğundur.

- Ne demek bu?

- Sen o değilsin. Sen yanımdakisin. 

Bir daha kimse ile birlikte olmadım. O öldükten sonra da. Bisikletle dolaşırken arabanın teki çarptı. O anda ölmüştü Yusuf. Ölü haliyle bile yüzü gülüyordu. Mezarının başında ona bir söz verdim. Şartlar ne kadar ağır olursa olsun, kimse bana olmadığım bir şeye bürünmemi sağlamayacaktı. Üniversitemin son senesiydi. Okuduğum sırada bir kitap yazdım. Sonra bir tane daha bir tane daha. Birinin filmi bile çekildi.

Hayatım ve ben çok değiştim. Tek bir şey dışında... Hala güneşin doğuşunu seyretmek için aynı tepeye gidiyorum. Sen yoksun ama seninle beraber namaz kılıp herkes için dua ediyorum Yusuf. Umarım mekanın cennettir, lakin çok az tanıttın kendini. Ama ben bildiğim gibi hayal ettim seni.