30 Ağustos 2015 Pazar

Yaranın Genişliğiyle Derinliğinin Birleşimi

Son 5 yıldır klasik rutinim olan bir Pazar sabahı yine Cihangir'deki kafeme gitmek için yola çıkmıştım. Tuhaf ama son 5 yıldır ilginç hiçbir olayla karşılaşmadım. Belkide 40 yaşına gelmenin verdiği ağırlıktı üzerimdeki. Eskisi gibi etrafımda yaşanan hiçbir olaya heyecanlanmıyordum artık. Erkek olsam durum farklı olabilirdi. Galiba kadın olmanın ekstrem bir olgunluğu var. Ruhunuz hep bir 5-10 yıl ileride yaşıyor. 

Damla sakızlı Türk kahvemi içip, kafenin meşhur falcısına fal baktırmak beni eğlendiriyordu. Şu ana kadar tek bir dediği çıkmadığı halde yine de baktırıyordum. Ufaktı Özlem, üniversiteye gidiyordu. Yol parasını çıkartmak için haftanın iki günü buradaydı. Aslında tam zamanlı çalışmak istiyordu ama mimarlık bölümü dediğine göre bu isteğe pek elverişli değil. Ödevlerden başımı kaldıramıyorum deyip dururdu. O gün yan masaya iki çift geldi. Önce sevgili ya da evli olduklarını düşündüm. 

Kulak misafiri olduğumu itiraf etmeliyim. Hasta ve doktoruydu. Sohbet koyulaşınca o gün fal baktırmadım Özlem'e. Uyku sorunu vardı adamın. Doktora verdiği ilaçların onu tembelleştirmekten başka bir işe yaramadığını söylüyordu. Çok solgun görünüyordu. Uyuyamamanın tek faydası olarak verdiği 20 kilo olduğunu ifade etti. iyice meraklanmıştım, elimdeki kitaptan daha heyecanlı bir muhabbet dönüyordu. "Sabret" dedi doktor. "Sabrın dengesi, süresiyle yoğunluğunun birleşimidir. Şu anki durumum ise, içimdeki yaranın genişliğiyle derinliğinin birleşimi" dedi. 

Adama baktım, çok karakteristik bir suratı vardı. Kemikleri çıkık, ince dudaklı, iri çekik gözlüydü. Dişleri bayağı sarıydı ama. Alkol ve sigaranın etkisi olduğu epey belliydi. 30 yaşlarında olmalıydı. Zihnimde mesleğini merak ederken senarist olduğunu öğrendim. Sohbet devam ederken hem tanımadığım birinin hayatına tanık olmak garibime gidiyor hem de ilerledikçe üzüldüğümü fark ediyordum. Adamdan gerçekten etkilenmiştim. 

Adı Alperdi. Güzel isim Alper. Hiç bu isimli bir tanıdığım olmadı. En son senaristliğini yaptığı filmin başrol oyuncusuyla bir aşk yaşamış. Film aynı zamanda ilk yönetmenlik deneyimi imiş. Kadının kim olduğunu öğrenemedim. Orospu deyip durdu saatlerce. "Öldüreceğim o orospuyu da sevgilisini de." Düğünleri varmış eski sevgilisiyle aynı filmde oynadığı diğer başrol oyuncusunun. Klişe dizi senaryoları gibi bir gerçeği seyrediyordum resmen. 

Yıllardır ilk defa burada bir saati aşkın kalmıştım. "Sayemde ünlü oldu" dedi. "Bana yardım et" diye yalvarıyordu doktora resmen. İçimde unuttuğum bir şefkat duygusu kabarıverdi o anda. Ben de başka bir klişe olarak o saçlarını okşayacak iken son anda vazgeçen merhametli kadındım galiba. Doktor ısrarla tavsiyelerde bulunuyordu. O kadar bayat bir konuşması vardı ki beni bile baydı. 

"Siktir git" diye bağırdı Alper. Kabalaşmayın filan derken ağlaya ağlaya gönderi doktoru. Bir hışımla Alper de kalktı. Hesabı ödeyince tutamadım kendimi ben de kalktım, takip etmeye başladım onu. Bir yerde durdu önce, direğe yaslandı, olduğu yere çöktü, başladı ağlamaya. Böyle bir ağlamak ancak bebeklerde olur diye düşündüm. Gidemedim yanına. Pişmanım ama yine olsa gene de gidemezdim. 

Yağmur yağmaya başladı. Sırılsıklam olmasına karşın umurunda değildi dünya. "Neden ya" dedi. SENİ SEVMEKTEN BAŞKA NE YAPTIM BEN SANA. Ben de ağlamaya başladım. Ona değil ama kendime. Kimse beni böyle sevmemişti. Halime üzüldüm. Hani bir şarkı var ya, pek tarzım değil ama her dinlediğimde hayıflanırım. "Ah be" derim içimden.

"Ağladığın geceleri, kalbindeki acıları, çekinme gel bana getir. Sen tükenme beni bitir."

Artık oradan ayrılmam gerekiyordu. Madem yardımcı olamıyorum. Ne halt etmeye dikiliyordum ki? Kafamı çevirir çevirmez. Tek el silah sesi duydum. Farkında değildim. Kitabım elimdeymiş. Düşüverdi, arkama bakmaya çekinsem de ağlamaklı dönmüş bulundum. 

Baktım karşımda bana dik dik bakıyor. Havaya atmış ateşi. "Bana yardım et" dedi. "Önce iste" dedim, telefon numaramı kitap aralığıma yazdım, verdim. Bir daha aramadı. Bir hafta sonra gazetede öldüğü haberini öğrendim. Eski sevgilisinin düğün gecesi kendini çatıdan atmış. Buzlu kahve yaptım, televizyonu açtım. Herkes ölüyordu...

23 Ağustos 2015 Pazar

Kim çocukluğundan beri alışıksa acılara, hayatı boyunca ateşi yanar

Onu ilk gördüğümde o kadar çok ağlıyordu ki, sanki boynuna ip dolamışlar da öyle morarmıştı suratı. Ne zaman o büfenin önüne bırakılmıştı bilmiyorum. Uzun süre geçtiğinden emindim. Bu kadar yaygara koparmak, "Artık alın beni buradan" cümlesiyle eş değerdi. Yine terk edildiğim bir geceydi ve ikimizin de birbirine çok ihtiyacı vardı. Onu görmeden beş dakika önce, bu dünyaya aslında insanların birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini anlamalarını sağlayan bir cisim olduğumu düşünüyordum. 

Bu düşünce kendime olan saygımı yitirmeme neden olabilirdi. Yalnız kalırsam bununla yaşamak zorunda kalacaktım. Evet mutlu bir kadın olsaydım onu almazdım. İnsanın her yaptığı şeyin altında kişisel bir çıkar vardır. En azından benimki güzel bir şeye aracı olacaktı. Kapkara bir şeydi. Sıçan gibi göründü ilk gözüme. Kucağıma aldıktan sonra sustu. Ağlamaktan yorulmuş da olabilirdi. Önce hastaneye götürdüm. Yeni bebek doğuran bir anneden onu emzirmesini istedik. Kadının göğüslerini parçalamıştı resmen. O kadar acıkmıştı ki, yüzüne gelen renkten anladım. 

Ak pak bir şey oluverdi gözüme sonra. O an kaçmak istedim hastaneden. Bir çocuğu karnımda aylarca taşımadan, emzirmeden nasıl anne olunurdu ki? Böyle düşünüyordum ama bir yanım gitmenin ikinci bir bencillik olacağını söylüyordu. Annemin dediği gibi, "Kararında bir insan olmaya çalış. Şaştığın zamanlar olacak. Bunu fark edebilme yetisini kendine aşıla ve aynı gün iki hata yapma." Hakkımı doldurmuştum, kalmalıydım. 

İlk başta çok zorlandım. Öldürmek istediğimi hatırlıyorum örneğin. Önce onu sonra kendimi bazen de sadece kendimi. Çok mu acı çekmiştim, yoo aslında yeri geldiğinde gamsız bile olabiliyordum. Neydi o cümle? "Akıl kendi kendinin yeridir ve kendi başına cehennemi cennete, cenneti cehenneme çevirebilir."

Duyumlar, beceriler, ihtiyaçlar hep aynıydı. Tüm bunlar baktığında herkese eşit bir şekilde dağıtılmamıştı belki ama tam teşekküllüyse insan kaderinin efendisi olabilirdi. Hayatımda arzuları ve dilekleri dengeye oturtmak istiyordum. Bana güç veren bu dengeyi korumak olmalıydı. Bunu yapmak için bu bebeği kullanacaktım evet. Çevrem boş bakışlı otomatlara dönen insan yığınıydı. Nasıl görünmek istiyorlarsa kendilerini öyle gösteriyordu. 

Kurtarıcı aramıyordum ancak güzel bir insan yetiştirmek istiyordum. Seneler geçti bu düşüncelerimin üzerinden. Adını Bulut koydum oğlumun. Önce gerçeği verdim ona. Kendini bilmesiyle evlatlık olduğunu öğrenmesi bir oldu. Her yeni yaşında daha çok ayrıntı verdim ona ilk karşılaşmamızdan. Gökyüzünü çok sev dedim ona. Ama karmaşa bulutlarıyla örtülü olduğunu unutma. 

Uçurtma uçuracağın günlerin olacak, mutluluğunu kırma anı yaşa, havanın kötü olabileceği ihtimalini de hep göz önünde bulundur. Bazen güzel olan her şey ertelenebilir. Gecikmeler seni üzmesin, sonrası daha iyi gelecektir kim bilir belkide yüreğine. Dünyanın en hakiki olayı ölümdür oğlum. Kanatlarını açmış hazır oldadır hep. Korkma ondan, çok düşünüp üzülme de yok sanıp sonsuzluk hissine de kapılma sakın. Kurtuluşu hep kendinde gör. Her şeyin anlamı yavaş yavaş bitiyor, izlemenin tadına doy. Doyumsuz da olma. Dürüst olmaya çalış. 

Yalan söyleme diyemem bazen kurtarıcı olabiliyor. Bu konuda ısrarcı olma ama. Yalan söyleyenleri fark edeceksin. Kendini çok üzme. Çünkü her yalanın altında spesifik bir doğru vardır mutlaka. Bunu aklında tut olur mu? Hayvansever ol, merhamet et onlara. Haklarını savunamayan dünyanın en güzel canlıları onlar. Bunu yaparken insanı da yok sayma. Hayvan sevgisine kendini çok verirsen, kötü huylarını fark edemeyebillirsin. Her şeyi reva görme insanoğluna. İnsan insana lazım unutma! 

Düşeni rengine bakmadan ayağa kaldır. Bir hayat yaşıyorsun oğlum. Başına ne geleceği, seni kimin kurtaracağı belli olmaz. Yaşadığın süre zarfında kime minnet duyacağını seçemezsin. Bunu hep bil olur mu? Sen bana vücudumun sağlam olduğunu öğrettin. Eskiden yer yerim acırdı. Meğer parmağım kırıkmış. Sen öpünce iyileşti. Varlığından beri kendimi çok zinde hissediyorum. 

Son birkaç gün dışında. Biraz biraz ölüyorum oğlum. Sancılı geçen günlerimi sana anlatamadım. Şimdi yazıyorum, ölünce okumanı ümit ediyorum. Malum sen pek bir meraklısın. Dilerim eline geçmez. Güzel bir çocukluk geçirmen için elimden geleni yaptım. Bir kusurum olduysa affet beni. Bir şarkı dinledim bugün."Kim çocukluğundan beri alışıksa acılara, hayatı boyunca ateşi yanar" diyor. Ateş senden uzak dursun, yüreğine konarsa diğer insanlardan uzak dur. Alevleri beslemesin kalbin. Delinemez bir elmas gibi güzel ve güçlü ol.

Seni doğurmadığımı hiçbir zaman yüzüme vurmadığın için teşekkür ederim. Sana büyük bir minnet borcum var. Ödenecek bir şey değil, bu kefaretle ölüyorum artık. Beni unut evladım. İnsan ancak unutarak hayatta kalır

Seni seven annen

7 Ağustos 2015 Cuma

Zevk Sahibi Olmak Bir Tür Altıncı Histir

Uzun süredir yazıyorum. Sanırım altı ay oldu. Bu aralar takvimlerle aram çok iyi. Mutlu anlarımı ise saniyelerle ölçer hale geldim. Hiçbir şey eskisi gibi değil. Eskiyi geri getirmeye çalışıyorum, her uğraşımda bir defolu yerlere rastlamak beni sinirli bir kadın haline getirdi. Önceden 'sinir' denilen ruh hali bu bünyeye çok az uğrardı. Baş etmesi kolaydı çünkü. 

Müzisyenlerin kendi iç sesiyle baş etmesi diğer insanlara göre daha dingindir. Bir şekilde huzuru sağlarız biz. Sanılanın aksine şu hayatta en değer verdiğimiz şey seyirci, dinleyici değildir aslında. Bizim için onlar işin ticari kısmıdır. Böyle kelimelere dökünce çirkin duruyor ama öyle. Notumuzu ne meslektaşlarımız ne de biz verebiliriz. Başarımızı memleketimize ya da dünyaya artık her neresiyse duyuracak olan onlardır. Ama bir yanımız, onların biz sanatçıları rezil de vezir de edeceğini bilir. 

O yüzden kuşkuyla bakarız dinleyiciye. Fakat hiçbir zaman bunu onlara belli etmeyiz. "Saygıdeğer misafirler, hoş geldiniz. Buraya kadar gelip bizi dinlediğiniz için hepinize teşekkürler. Bizler sizler sayesinde varız." yalanlar, yalanlar...Parasını verip en öne bilet alan adama istediği geceyi yaşatma da gör sen. Bak bakalım senin bir ömre sığdırdığın emeğini bir gecede nasıl yerle bir ediyor. Asla hastalanmamalısın mesela. Kimse bununla ilgilenmez. Sahnenin büyüsü bazen seyirciye senin de bir insan olduğunu unutturabiliyor. Babamın dediği gibi, "Seyirciye ve öğrenciye asla güvenmeyeceksin." 

Müzik hayatımın olmazsa olmazı oldu her zaman. Babam ve annem müzisyen değildi ama sanata, edebiyata çok düşkündü. Derslerden arda kala zamanlarda aldığım piyano dersleri zamanla tutkuya dönüştü. Sanırım bunda Halit hocanın etkisi büyük. Çok aşıktım ona. Onun takdirini kazanmak benim için dünyanın en değerli şeyiydi. Haftada bir gün olan dersine günler öncesinden hazırlanıyordum. Trafik kazasında ölünce kendi içime kapandım. O kadar sevmeme rağmen öldüğünde hiç ağlamamıştım. Nişanlıydı, kız arkadaşını o kadar üzgün görünce sanki bana üzülecek yer kalmadı gibi düşündüm. 

Ben de kendime söz verdim. Onu tüm dünyaya tanıtacaktım. Başarılı bir piyanist olacak, aldığım her ödülü ona armağan edecektim. Halit'in uyuduğu yerden beni takip ettiğine kendimi o kadar inandırmıştım ki, tıpı yarıda bırakıp konservatuara girdim. Mezun olduktan ancak 5 yıl sonra adımdan söz edilmeye başlandı. İyi bir müzisyen ama soğuk bir kadın oldum. Hırs doluydum, her şey hakkında bir fikrim vardı. Zamanım çok değerliydi ve hayatıma giren insanları bile buna göre seçiyordum. Herkes üst düzey yetenekli olmalıydı benim için. Gittiğim mekanlar, dinlediğim insanlar, yürüdüğüm sokaklar bile notalarıma ilham kaynağı olmalıydı. 

Sonraları çok az insanla görüşmeye başladım. İstanbul'un şehir yaşamından uzaklaşmak için ormanın içinde bir villa yaptırdım kendime. Göl kıyısında, bol yeşillikli tamamı boydan boya cam olan etrafımı izleyebileceğim ufak bir saray. Çam ağaçlarının kokusunu duymak, müzikten sonra aradığım tek şeydi. Günlerce evden dışarı çıkmadığım zamanlar oluyordu. Bu yüzden evimi boydan boya camla kaplı olmasını istedim. Dışarısını izlemek bana iyi geliyordu. 

Kent yaşamından uzak kalmak, 'bu gece ne giyeceğim' derdinin olmaması, makyaja gerek duymamak hepsi hoşuma gitmeye başladı. Çünkü her geçen gün artan başarım, bana zamanla kusursuzluk hissi yarattı. Çok güzel ve şık da olmalıydı, erkekleri hem yeteneğim hem de güzelliğimle etkilemek, onların baştan çıktığını görmek beni eğlendiriyordu. Sonra bunların beynimi meşgul ettiğini gördüm. Garip ama hayal gücüm daralıyordu. 

Yeteneğimi böyle boş işlerle ziyan edemezdim. Zihnim açık olmalı ve sadece müzik için dolmalıydı. Bazen kendime çok kötü davranıyordum. Müzik konusunda gözüme iyi görüneni yapma zevkim, kendime gelince oldukça acımasız bir hal alıyordu. Herkesin köpek gibi yaşadığı ferah bir köpek kulübesiydi beynim. Geceleri karanlığın sessizliğini delen kırmızı şarap havuzu gibi oluyordu içim. Parmaklarım da zirvenin anahtarıydı. İyi bir yetenek iyi bir ahlaktan daha önemliydi benim için. Ahlak dünyayı kurtaramazdı ama iyi bir yetenek ülkeni tanıtmanın en tatlı tarafıydı. Kurallar koydum kendime;

- Her zaman aklına ilk geleni önemse, iki kez düşünme

- Hiçbir zaman başkaları gibi düşünme özgün ol

- Zevk sahibi olmak bir tür altıncı histir

- Birçok hikayeyi iyice öğren, bol bol konuş

- Konuşmadan önce sakın düşünme

- Kendini her zaman yeni ve orijinal bir şekilde ifade et.

Peki tüm bu kurallar, bu yetenek, bu hayat ne için? Bu kadar detayın içinde bir gün sağır olma ihtimalini düşünmeme nedenim neydi? Başıma gelmeyeceğini sandığım durum, kendimi dünyaya inen bir mucize olarak görmemmiydi? Tuhaf olan ne biliyor musun, sağır olduğumu anladığım ve bir daha işitemeyecek olduğumu öğrendiğim gün üzüldüğüm müzik değildi. Piyano çalamayacak olmam da değildi. 

Kılıç kırlangıcı, kanarya, tarlakuşu, ardıçkuşu, sülün, güvercin, bülbül ve ispinozun sesini duymayacak olmama ağladım ben. Çünkü benim gibi kulak sesi mükemmel olan bir kadın bunu sadece piyanoya harcamıştı. Sonra hayatımın kalan kısmına baktım. Sağır oldum ama ölmemiştim neticede. Başka uğraşlarla meşgul olabilirdim. Koca bir hiç gördüm. Müziğe kendimi o kadar bağlamıştım ki, becerebildiğim tek bir şey bulamadım. Böyle yaşayamazdım. İntihar etmeyi düşündüm. 

Yapamadığımı görünce hala yaşamak istediğimi fark ettim. Fakat bunun için ne yapabileceğimi bilmiyordum. Sonra yazmaya başladım. Sanırım hayat hikayemi anlatacağım bir kitap çıkartacağım. Görüştüğüm tüm yayınevleri olumlu yanıt verdi. Sadece birilerine bir şeyler anlatmak değil kendimle yüzleşmek için de iyi gelecek bir deneyim olacak. Körlerin işitme engellilere göre her zaman daha mutlu olduklarını düşünmüşümdür. 

Çünkü körler, insanların iğrenç tepkilerini, kendilerine acıyan bakışları görmüyorlar. Duyabiliyor ve konuşabiliyorlar. Müzik ruhun gıdası gerçekten. Ruhumu besleyen vitaminimden hayatım boyunca uzak kalacağım. Nereye kadar bu şekilde devam edebilirim bilmiyorum. Umarım hala işe yarar parmaklarım, başkalarına ilham olur. Müzik benim dinim...