Bir odaya giriyorum. En yumuşağından loş gibi de değil gibi de. Şimdi loş bir ambiyans desem romantizm anlaşılacak. Yok değil öyle. Hava buhran kokuyor, kesik kesik ağlama sesleri geliyor kulağıma, sessizlik detone oluyor. Annemi görüyorum yatakta. Hiç bu kadar masum görünmemişti gözüme. Daha çok mahçup, mazlum bir hali vardı onun. Yağmura yakalanmış kedi gibi, uzanmış beni bekliyor. Ses etmiyor ama ne bu kadar geç kaldığımı merak ediyor. Hoş sesi çıksa da "Nesi zor be kızım"dan başka bir şey demezdi kesin.
Annemle sohbetlerim hep böyle son bulurdu benim. Nesi zor...Zor işte anne ya sorma zor. Nereden başlayayım anlatmaya. Senede bir kere gördüğüm gözlere, nasıl rezil bir yaşam sürdüğümü hangi biçimde sunarım sana. Tekinsiz bir çocukluk geçirdim ben. Bunu en iyi sen bilirsin. Sen ise bana hep uçurum oldun ve ben olur olmaz düştüm. Belki erkek olsam farklı olurdu her şey. Başlı başına çarpıcı bir deneyim yaratırdım sana, ama olmadı.
Bir evin tek kızı olarak dünyaya geldim ve hiç olmasam da olurdu. Herhangi bir hayrımı görmemekle beraber zarar vermiş de sayılmam. Ya da farkında olmadan vermiş de olabilirdim. Bana duyduğun hasret zararların en büyüğü olabilirdi. Yüzüme vurmadın hiç. Sen hep güzelliklerini insanların yüzüne vururdun. Bir keresinde ben vurayım dedim. Onda bile "Güzel olan, gören gözün güzelliğidir" dedin. Yine 1-0 mağdur oldum karşında.
Odaya bakıyorum iyice. Etraf ateş dolu. Annemin ateşi, duvarların üzerinden bir yükseliyor bir alçalıyor. Boğuluyorum, aynaya bakıyorum. En son lisede baktığım aynaya. Orada da başka bir ateş, hastalığı kokluyorum. Başının üzerindeki beze daha net bakıyorum. Saçların arasından fırlamış, ateş sadece ona erişememiş, ama yüzünde bir parlaklık var, tam küpe bitiminde sona eriyor.
Biz iki kişilik bir aileydik seninle. Bu oda kadar ufaktık. Geçmişimi hatırlamaya çalışıyorum, öyle net ki. İnsan dünyanın bir ucuna da gitse geçmişi gölgesi gibi onunla beraber geliyor. Tehlikeli geçmiş kadar insana acı veren bir şey olamaz. İyi yanı da yok değil hani. Mutlu bir çocukluk geçirseydim de sonra acı duyabilirdim. En azından ben güçlüyüm der, onun takılıp takılıp düşüşüyle alay edebilirdim. Biraz sonra öleceğinin farkındayım, bunu düşünmemeye çalışmak gibi bir derdim yok. Yalnızca hayal kurmaya çalışıyorum ama şu odadaki koku buna engel oluyor. Gerçeğe dönmem konusunda uyarıp uyarıp duruyor. Minibüste arkamdaki yolcu gibi, omzumu oyuyor, "Bir kişi meydan uzatır mısınız?"
"Anne, sen benim en değerli hayalimdin, kendin yıktın!" demek isterdim sana. Elden çıkarmak istemediğim hakikatlerim var benim. Eğer bana destek olsaydın, yanımda dursaydın, hayatımda bir kez gerçekleştirdiğim ve gerçek olduğuna benim de inandığım bu hayale ortak olabilirdin. Gerçek hale tam olarak getiremedim senin yüzünden. Evet sen eşlik etmediğin için yarım gerçekliğimle nefes alıyorum senelerdir. Bunun sürekli bunun hata olup olmadığını sorgulamama neden oldun. Hayalden gerçekliğe giden yolumda bir adım atmanı istedim ben yalnızca. Kaçtın sen! Aslında kendinden kaçmıştın sen. Eğer benim gerçekleştirebildiğim hayalim olabilseydin, kendinin en yoğun gerçekliği olacaktın.
Ben kendimle savaşa dururken bir çığlık, deprem etkisi yaratıyor küçücük odada. Annemin ölüm çığlığı bu. Son saatlerini geçiren bir insanın başında onun nefes alışının kesilmesini bekliyorsanız, ayrıca "Öldü" demenize gerek yok. Dışarı atıyorum kendimi. Yüzüne bakamadığım için pencerene bakıp beni affet demekten başka bir cümle çıkmıyor dudaklarımdan. Dudaklarımın kaya kadar kuruduğunu fark ediyorum. Suya ihtiyacım var. Herhangi bir büfe bulmak yerine koşmaya başlıyorum. Koşarken de şarkı söylüyorum, bağıra bağıra en sevdiği türküyü söylüyorum.
Nefesim iyice kesiliyor, üzerine bir de ceketimin cebinden çıkardığım sigarayı içiyorum. Kafamı kaldırıp yıldızlara bakıyorum. Sanki dünyanın tüm yıldızları bu kasaba toplanmış gibi, ne kadar çoklar. Keşke ateş böceği görsem diyorum, çocuk olsam belki görürdüm. Çıkmıyor ateş böceği filan. Ben de yetişkin hüznüne uyan bir davranış sergileyerek karşımda duran büfeden bir bira kapıyorum. Ayaklarım ağrıyor artık pek de genç sayılmam.
Koyuyorum götümü her gün onlarca ayak izi olan kaldırımın üstüne. Tam da sokak lambasının karşısına geçmişim. Gözlerim kamaşıyor, karanlığa ihtiyacım var benim şu an. Ağlamam lazım. Ayağımın ucundaki taşı aldığım gibi kırıyorum lambayı. Doğan görünümlü şahinle sokak serserileri son ses açmış müziği, önümden geçiyorlar. Ahmet Kaya bangır bangır, "Başıma neler geldi, sana diyemedim. Beni kaç kere dövdüler adını söylemedim. Vay vay yanıyor gönlüm." Hıçkırıklar içinde dikiyorum şişeyi, biraz da sen ağla...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder