17 Nisan 2015 Cuma

İnsan Diyorlar Aslıma, Aslımız Topraktır

"Bir ben miyim bu kadar az 
Bu yoksulluktur 
Ne haram yedim ne eğildim 
Bu yalnızlıktır 
Ya çok sevdim unutuldum 
Ya birinde çok şey buldum

Bir gecede aşka durdum 
Ağlama gönlüm 
Gönlüm ağlama 
İnsan diyorlar aslıma 
Aslımız topraktır 
Bu gönül bir aşktan anlar 
Ömrüm bir seraptır 
Ne doğruyum ne de eğri 
Yaşadığım nereden belli 
Bu garipliğim az şey mi 
Ağlama gönlüm gönlüm ağlama"

Bu sabah dilime takıldı. Nazan Öncel ne de güzel söylemiş. Bu ara etrafımda iki çeşit insan var. Her iki kesimde aynı duruma hizmet ediyor. Bir taraf fazlaca söz veriyor. Sürekli iki lafından biri söz vermek üzerine. Diğerleri de hep dertli hep hüzünlü. İnsanoğlu kederi sever, bahar da gelse yaz da gelse içimiz hep bir "Hoşça kal ülkesi" çünkü. Benim hayıflandığım nokta bu kadar elemli kederliysen madem, ne herkesin diline dolandırırsın? 

Bir sırrı herkese yaymak demek (kendi sırrından kendi dilinden bahsediyorum), vicdanını rahatlatmak demektir. Söz vermeler de böyle. Ha dersen ki, "Derdim büyüktür, paylaştıkça azalsın isterim", işte orada ihtiyacın olan sen anlatmadan seni anlayan iki çift göz ve ruhuna teselli ilacı olan bir tek omuzdur. Dostun yoksa taşa anlat, ağaç bul kavuk aç ona bağır. Yüksek sesle haykır içinden geçenleri, kirlilerini, dilinin varmadıklarını ve günahlarını... 

"Doubt" diye şahane bir film izlemiştim. Orada kadın genç bir kıza iftira atıp, papazdan günah çıkartmak için yardım istiyordu. Papaz da kendisini bir çatıya gönderdi. Bir kuş tüyü yastık al dedi ona. Delik deşik et ve sal semaya. Kadın dediklerini yaptı, affedilecek sandı. Papaz bu sefer o tüyleri git şimdi topla dedi. Dağılmıştı tüm tüyler, savrulmuştu hepsi, biraz yağmurdan biraz rüzgardan. İşte dedi papaz, dedikodu da böyle bir şeydir. Bir kere dağıldı mı daha da toparlayamazsın. 

Şimdi insanlar ne yapıyor biliyor musun? Hem arkasından konuşuyor hem de yüzüne söylüyor. Bunun adını da dürüstlük koyuyor. Doğru insan böyle olmalıydı çünkü. Dedikodusunu yapardı ama yüzüne de demekten çekinmezdi. Güzel huy ne demek bilir misin sen. Güzellik, evlat sevmek gibidir. Yaramazlık yapınca kızan hatta cezalandıran ama başkasının asla elini bile kaldıramayacağı. 

İnsan dediğin değer verdiğine de böyle davranmalı. Bağırmalı, çağırmalı, küfretmeli gerekirse ama ortalık yerde onu savunmalı. Hoş değer denilen şey de menfaat işi artık. Ne kadar verirsen o kadar istiyorsun. Asıl manasını kaybedince anlıyorsun. Bu da değerin anlamını kavrayamayacak kadar bilinçsiz ya da ne kadar güzel bir duygu olduğunu göremeyecek kadar kör olmak demek.

Bir diğeri de, "Kaç" diyor. Kaçan her zaman kovalanırdı ya da siken sevilir sevilen sikilirdi. İnsan gerçekten aşkı bulmuşsa eğer ama karşılıklı ama karşılıksız, beklemeyi bilmeli. Kaçmak korkakların işi. Kendine güvenmeyen kaçar. Sen bekle, ömür bu. Belki 20 sene belki 2 dakika sürmeyecek. Sevmezse senelerim ziyan olur da deme.

Hakiki bir aşık bunun hesabını yapmaz. Millet olmuş vicdan muhasebesi, sen gönlüne düşen bu duyguya sıkıca sarıl. Sevmezse kısmına takılma, "Ya severse" de. Baktın başkasıyla mutlu olmuş sonradan. Kendi hayalinin bir başkasında gerçekleşmesine tebessüm et. Eyvallah deyip istersen yoluna bak.

11 Nisan 2015 Cumartesi

Sen Benim En Değerli Hayalimdin, Kendin Yıktın

Bir odaya giriyorum. En yumuşağından loş gibi de değil gibi de. Şimdi loş bir ambiyans desem romantizm anlaşılacak. Yok değil öyle. Hava buhran kokuyor, kesik kesik ağlama sesleri geliyor kulağıma, sessizlik detone oluyor. Annemi görüyorum yatakta. Hiç bu kadar masum görünmemişti gözüme. Daha çok mahçup, mazlum bir hali vardı onun. Yağmura yakalanmış kedi gibi, uzanmış beni bekliyor. Ses etmiyor ama ne bu kadar geç kaldığımı merak ediyor. Hoş sesi çıksa da "Nesi zor be kızım"dan başka bir şey demezdi kesin. 

Annemle sohbetlerim hep böyle son bulurdu benim. Nesi zor...Zor işte anne ya sorma zor. Nereden başlayayım anlatmaya. Senede bir kere gördüğüm gözlere, nasıl rezil bir yaşam sürdüğümü hangi biçimde sunarım sana. Tekinsiz bir çocukluk geçirdim ben. Bunu en iyi sen bilirsin. Sen ise bana hep uçurum oldun ve ben olur olmaz düştüm. Belki erkek olsam farklı olurdu her şey. Başlı başına çarpıcı bir deneyim yaratırdım sana, ama olmadı. 

Bir evin tek kızı olarak dünyaya geldim ve hiç olmasam da olurdu. Herhangi bir hayrımı görmemekle beraber zarar vermiş de sayılmam. Ya da farkında olmadan vermiş de olabilirdim. Bana duyduğun hasret zararların en büyüğü olabilirdi. Yüzüme vurmadın hiç. Sen hep güzelliklerini insanların yüzüne vururdun. Bir keresinde ben vurayım dedim. Onda bile "Güzel olan, gören gözün güzelliğidir" dedin. Yine 1-0 mağdur oldum karşında. 

Odaya bakıyorum iyice. Etraf ateş dolu. Annemin ateşi, duvarların üzerinden bir yükseliyor bir alçalıyor. Boğuluyorum, aynaya bakıyorum. En son lisede baktığım aynaya. Orada da başka bir ateş, hastalığı kokluyorum. Başının üzerindeki beze daha net bakıyorum. Saçların arasından fırlamış, ateş sadece ona erişememiş, ama yüzünde bir parlaklık var, tam küpe bitiminde sona eriyor. 

Biz iki kişilik bir aileydik seninle. Bu oda kadar ufaktık. Geçmişimi hatırlamaya çalışıyorum, öyle net ki. İnsan dünyanın bir ucuna da gitse geçmişi gölgesi gibi onunla beraber geliyor. Tehlikeli geçmiş kadar insana acı veren bir şey olamaz. İyi yanı da yok değil hani. Mutlu bir çocukluk geçirseydim de sonra acı duyabilirdim. En azından ben güçlüyüm der, onun takılıp takılıp düşüşüyle alay edebilirdim. Biraz sonra öleceğinin farkındayım, bunu düşünmemeye çalışmak gibi bir derdim yok. Yalnızca hayal kurmaya çalışıyorum ama şu odadaki koku buna engel oluyor. Gerçeğe dönmem konusunda uyarıp uyarıp duruyor. Minibüste arkamdaki yolcu gibi, omzumu oyuyor, "Bir kişi meydan uzatır mısınız?"

"Anne, sen benim en değerli hayalimdin, kendin yıktın!" demek isterdim sana. Elden çıkarmak istemediğim hakikatlerim var benim. Eğer bana destek olsaydın, yanımda dursaydın, hayatımda bir kez gerçekleştirdiğim ve gerçek olduğuna benim de inandığım bu hayale ortak olabilirdin. Gerçek hale tam olarak getiremedim senin yüzünden. Evet sen eşlik etmediğin için yarım gerçekliğimle nefes alıyorum senelerdir. Bunun sürekli bunun hata olup olmadığını sorgulamama neden oldun. Hayalden gerçekliğe giden yolumda bir adım atmanı istedim ben yalnızca. Kaçtın sen! Aslında kendinden kaçmıştın sen. Eğer benim gerçekleştirebildiğim hayalim olabilseydin, kendinin en yoğun gerçekliği olacaktın. 

Ben kendimle savaşa dururken bir çığlık, deprem etkisi yaratıyor küçücük odada. Annemin ölüm çığlığı bu. Son saatlerini geçiren bir insanın başında onun nefes alışının kesilmesini bekliyorsanız, ayrıca "Öldü" demenize gerek yok. Dışarı atıyorum kendimi. Yüzüne bakamadığım için pencerene bakıp beni affet demekten başka bir cümle çıkmıyor dudaklarımdan. Dudaklarımın kaya kadar kuruduğunu fark ediyorum. Suya ihtiyacım var. Herhangi bir büfe bulmak yerine koşmaya başlıyorum. Koşarken de şarkı söylüyorum, bağıra bağıra en sevdiği türküyü söylüyorum. 

Nefesim iyice kesiliyor, üzerine bir de ceketimin cebinden çıkardığım sigarayı içiyorum. Kafamı kaldırıp yıldızlara bakıyorum. Sanki dünyanın tüm yıldızları bu kasaba toplanmış gibi, ne kadar çoklar. Keşke ateş böceği görsem diyorum, çocuk olsam belki görürdüm. Çıkmıyor ateş böceği filan. Ben de yetişkin hüznüne uyan bir davranış sergileyerek karşımda duran büfeden bir bira kapıyorum. Ayaklarım ağrıyor artık pek de genç sayılmam. 

Koyuyorum götümü her gün onlarca ayak izi olan kaldırımın üstüne. Tam da sokak lambasının karşısına geçmişim. Gözlerim kamaşıyor, karanlığa ihtiyacım var benim şu an. Ağlamam lazım. Ayağımın ucundaki taşı aldığım gibi kırıyorum lambayı. Doğan görünümlü şahinle sokak serserileri son ses açmış müziği, önümden geçiyorlar. Ahmet Kaya bangır bangır, "Başıma neler geldi, sana diyemedim. Beni kaç kere dövdüler adını söylemedim. Vay vay yanıyor gönlüm." Hıçkırıklar içinde dikiyorum şişeyi, biraz da sen ağla...

4 Nisan 2015 Cumartesi

Unutmak Nedir Dila?

Onu o kadar çok seviyordum ki, ilk gördüğümde kekeleyip diyemediği kelimeyi bile hatırlıyordum. "Canım." Canım ne güzel kelimeydi. İçinde hem 'anı' hem de 'can'ı barındırıyordu. Ben de (içimden ama) sana "Ah ulan" demiştim, ne güzel bir kadınsın sen. 

Üç yıldır evliydik ve elimden gelse pencereden bile bakmana izin vermeyecek kadar kıskanıyordum seni. Bunu sana hiç belli etmedim. Etsem giderdin çünkü. Fakat anladım ki, etmemiş olmama rağmen sen yine de gidiyorsun. Evden ayrılmandan bahsetmiyorum. Uzun süredir her gün benden bir adım daha gidiyordun. Öyle yavaş yavaş. Halbuki nasıl da sakınırdım seni herkesten.

Bir keresinde belediye otobüsüne binip babana gidiyorduk (babana hiç 'baba' diyememiştim nedense ondan mı yoksa? Yan, bu gidiyordunların). Saçların koltuğun arkasından sarkıyordu. Güneş de nasıl vuruyor. Zaten güzel olan saçların daha bir parlaktı. Hemen sana belli etmeden kapşonunun içine sakladım onları, kimse görmesin diye. Öyle manyak seviyordum işte seni. 

Ortak bir yaramız vardı seninle. Belki de ondan bu kadar kıyamamalarım sana. Annemiz yoktu bizim. Ondan hiç kulağın delinmemişti senin. Küpen de yoktu. Diyemedim sana ama hep içimde kalmıştır sana küpe alamamak. Minik kulaklarının arkasına aldığın saçların, yüzüne böyle şık mı şık bir hava katardı kesin. İstesen deldirirdin aslında. Ama sen de istememiştin deldirmek. Tanıdığın her kadının annesi deldirmişti kulaklarını çünkü. 

Ama ruhuna sımsıkı sarıldığın en pahalısından bir kıyafet vardı senin. Bilirdim, gözün yükseklerdeydi. Merak ediyorum, şu günlerdir telefonda fingirdeştiğin pezevenk neden seni aramıyor da sen evden arıyordun. Hadi arıyorsun, ibne ödese ya telefon faturasını. Kerhane mi lan bu ev! Fahişenin bile bir fiyatı var. Hangi fahişe hem kendini siktirip hem de para verir. Bizim karı salaktı çünkü.  Madem bir bok yiyorsun bari parasını ye davarın.

Bilim insanıydı bana sanki. Bu orospularla bilim insanları aynı bok bak sana diyeyim. İkisi de hoşlandıkları şeyleri yaptığı için para kazanıyor. Bizim malak karı da kendini buluş filan yapıyor sanıyor. Ama ben de biraz geri zekalıyım. İlk başlarda dedim, üç yıl olmuş. Hatun soğuk davranacak tabii ne sandıydın. Bizden iki yıl önce evlenen askerlik arkadaşım Kazım'a da danıştım. O da aynı şeyi dedi. 

"Evlilik bu Hikmet, olur öyle arada. Hep bu dizilerden ama biliyon mu. Elin yakışıklı çocuklarını koyuyorlar ekrana. Bizim karılar da bir elinde kabak çekirdeği, ağzının suları akıyor. Sonra kilo alıyorlar, hay amına ya. Camış gibi oldu bizim ki. Sikcem ama nereye. Hatunu ters düz edemiyorum ki. Hareket etmekten bir deri bir kemik kaldım."

İşte Kazım böyle demişti. Doğruydu evlilikte arada olurdu böyle şeyler. Bazen sözcüklerin yerini farklı şeyler alırdı. O sözcükler de tozlanmasın diye özenle paketlenerek rafa kaldırılırdı. Ben ilk böyle sanmıştım işte. Ta ki beni karşına alıp itirafta bulunana kadar. Önce gözlerin doldu. Nasıl anlatacağını, söze nasıl başlanması gerektiğini bilememişsin.

İçimden cümleleri döktürmeden alışverişe mi çıkarsam seni dedim. Belki susardın. İşe yaramışlığı vardı çünkü. Olmasa da sen bilirdin işini. Ne zaman sokağa çıksak, kendimizi en pahalı caddelerde bulurduk. Senin gözlerini süze süze baktığın buruk bakışların, gün sonunda cebimi delerdi. Boş ver be, sana değerdi.

Ben aklımdan bunları geçirip saçmalarken, sen çoktan girmiştin bile konuya. Önce hiç istememişsin. Kaç kere demişsin, "Çıkma karşıma bir daha. Evliyim ben!." Eksik bir şeyler anlattığına o kadar emindim ki. Yine de salağa yattım. Evliyim ben dedikten sonra içinin aslında nasıl kıpır kıpır olduğunu bana diyemezdin tabi. Sonra anlamadan olayın içinde bulmuşsun kendini. Çok ağlamışsın, geceleri uyuyamaz olmuşsun vicdan azabından. 

Yav he he. Geceleri iki bacağının arasında giren siktendir o. Bize gelince neden yorgun olduğun şimdi anlaşıldı. Bir de gözlerini anlatırken dolu dolu yapmıyor mu böyle. İnsanız biz de, ne yapayım bu kadar şey anlatmana rağmen hala seviyordum seni. Yine işini biliyorsun değil mi zilli. Ağlamanın bir insanı olduğundan daha hızlı sevdirdiği gerçeğini daha çocukken öğrenmiştik hepimiz.

Hala devam ediyordun anlatmaya. Artık duymak istemiyordum. Ayrıntıları duymak her zaman güzel bir şey değildi. Görmek ise hepten ızdırap. Allah'tan yakalamamıştım sizi. Burnuma kokun da geliyor hay aksi. Hemen hayal kurmaya başladım. Seni dinlermiş gibi de yapıyorum ama bir yandan. Ne zaman zor durumda kalsam, hemen hayal kurarım ben. Çocukluğuma gittim bir. Babam geldi aklıma. Suratı hep iğretiydi bu adamın. Sonra güldüğünü görüyorum. Bir mutlu oluyorum sorma.

Bir sıcaklık geliyor ardından. Bakıyorum elimi tutuyorsun. "Affet beni" diyorsun bana. Öyle acemice kırmıştın ki kalbimi. Paramparça yapmayı bile becerememiştin. Dedim ya hala seviyorum seni. Böyle saçma dağıtmışsın yüreğimi. Toparlamaya kalksam aslında olacak o iş. Elekten geçen un gibi değil çünkü. Ama toparladığımda da kalpten çok her şeye benzeyen garip bir organ bıraktın bana.

"Unutursun sen de" dedin sonra bana. Şöyle bir baktım sana, son defa...

- Unutmak nedir Dila?

- Unutmak...unutmaktır işte ne bileyim.

- Unutmak, yanmadan affettiren bir yangın başlatmaktır Dila. Hadi siktir git şimdi.