21 Mart 2015 Cumartesi

Kısa Yol Güncesi

Haftanın ortası Cuma fukarası Çarşamba. Yeri değişmeyen annemin yıllar önce aldığı çalar saat, dan dan dan, tık tık tık, bam bam bam bağırıyor. "Yeni bir gün" diyor kendince, "Hadi kalk da bir yüzünü yıka." Rızkının peşine düşmen gerekir hayatta kalmak için. Sana sorulmadı gerçi dünyaya gelmek istiyor musun diye ama olsun. 

Annenle baban bundan 30 yıl önce 'arzular şelale' demişti bir kere. Baban anneni sabaha kadar sikmişti ve annen de bundan çok zevk almıştı. Yatakları çok eskiydi, annenin çığlıkları, yatağın gıcırtısından daha tahrik ediciydi neyse ki, kulağı incitmiyordu.

İki haftadır giydiğim pantolonumu yine ıslak mendille sildikten sonra evden çıktım. Mart ayındaydık ve mahallenin kedileri yine iş başındaydı. Geriye kalan sessiz boşluğu cinler dolduruyordu. İş yerim uzak olduğu için evden çok erken çıkıyordum. Fırın dışında açık hiçbir dükkan yoktu. Her gün geçtiğim bankanın önünden geçiyordum yine. Sabah da akşam da bir türlü denk gelememiştim açık olduğu zamana. Kirli bir kepenk ve ardından kim bilir ne devasa paralar yatıyordu. 

Her geçişimde burayı soyma fikri kafamı karıştırıyordu. O kadar parayı nereye harcayacağımı bilemediğimden her defasında vazgeçiyordum. Bu fikrimin değişmesi için, güçlü bir umuda bel bağlamam gerekirdi. Yoksa bir fırsattı aslında. İnsanın önüne çıkan her fırsat, hırsızlık olmasa bile ona çanak tutmaz mıydı hem? Herhangi bir sopa yemeden ya da taşa tutulmadan işlenilen her suç, cezası iki defa işlenmiş bir suç halini alırdı. Neyse devam et yürümeye dolmuşu kaçıracaksın.

Dolmuşa bindikten sonra günün ilk yüzlerini görürdüm. Pek çoğu asık suratlıydı, aralarında mutlaka uyuklayanlara rastlardınız ama. Sabahlar böyle geçerdi, günün ilerleyen saatlerinde de herkes nasıl istiyorsa öyle yaşardı. Kimisi de elinden geldiği ölçüde hayattan zevk almaya çalışırdı. Zevk kısmı, genelde erdemli bir eylem sayılmazdı. Hatta öyle ki, günah ve kötülüğe gelince mevzu, şans denen velet kapılarını sonuna kadar açardı. Sonrası diğerlerine kalırdı. 

O kötü davranış, ahlaksızlık yüzündendi ve cezalandırılması lazım gelirdi. Ben oyuncu olmak isterdim çocukken. Annem o kadar çok dizi izlerdi ki, tek hayalim elektro şok sahnesine maruz kalmaktı. Başka türlü ölüme nasıl yakın olunur, düşünemiyordum. Tabi böyle bir hayalin peşinden koşmadığımdan hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bilmiyorum belki de riske girmem lazımdı. Her riskten korkan insan gibi ben de avucumu yalamakla meşgulüm şu sıralar.

Dolmuştan indikten sonra her gün aynı saatte gördüğüm simitçi orada duruyordu. Bıyıklarını kesmişti. 

- Ahmet ağabey, hayırdır gitmiş bıyıklar

- He ya, sorma. Bizim berber usturayı uygun yere isabet ettiremeyince ben de toptan kes dedim.

Severim Ahmet ağabeyi. Tek başına yaşayan, hayatında hiç evlenmemiş bir adamdı. Yalnızlığına o kadar çok alışmıştı ki, bunun farkında bile değildi. Hiç sorgulama gereği bile duymamıştı bu halini. Sıcak adamdı vesselam. Hayatım insanların gözlerinin içine bakmakla geçti. Gözler, insan bedeni üzerinde bir ruhun barındığının en tabii ispatıydı. O yüzden bazen sıcaklardı bazen de riyakar. İnsana ayrı bir karakter katıyordu. Çok yüzlü kişiliklerinin en büyük savunucusuydu. Ahmet ağabey de farkındaydı belki de artık evliliklerin sadece sorulardan ibaret olduğunun. "Nereye gidiyorsun?", "Neredeydin?"

Simit tezgahının hemen yanında yer alan dilenci ve kızı da kilimini sermiş işe çoktan çıkmıştı. "Herkes çalışıyor, dilencilik işin bedavacılığı" demek kolaydı. O da bu işi seçmişti. En azından bu dünyada hiçbir şey yapamayacak bir hale gelmemişti henüz. Bu da iyi bir şey sayılırdı. Hepimiz düşmemiş miydik hayatımız boyunca bir kere de olsa. İnsan düşmeye alıştıkça daha az hırpalanıyor. 

Hatta zemine temas etmek, oldukça da rahatlatıcıydı. Bu dilenci de her gün yalan söylüyordu belki kim bilir. O palavrayı, zavallı insanların elinde kalan son yiyeceği çalmak için uydurmuştu. Fakat bir o kadar da düş kuruyormuş gibi yapan evladına, uykuya daldığını bildiğini yüzüne vurmayacak kadar incelikliydi.

Biliyor musun bu düzenin bu kadar aksak oluşunun nedenini hiçbir zaman kavrayamayacağız. "Bellek" denen kavramı, net bir düzene oturtup, kafalarımızın içerisinde buluşalım diyorum da... O da olacak gibi değil.Güvenmiyorum ki sefile. Günlerin aksaması, takvim güncesi derken bir ipe düğüm atmak gibi geçen sıralı günler buna hep engel oluyor. İşin enteresan kısmı buna şaşırmıyoruz da. 

İnsanlıktan çıkıyoruz ve başımıza gelen her şeye alışıyoruz. O dün gecenin mutlu kadını, ertesi gün hafif bir hoşnutsuzluğa bürünüyor. Bellek, yanıltıyor. Böyle hatalara düşmemiz çok komik. Fethetmek zorunda kaldıklarımızdan çok, kendini bize kendiliğinden sunanları sahipleniyoruz. O bir daha hiç gelmiyor ve sen de ona gitmiyorsun. En sonunda ölüp gidiyorsun ve ardında kalanlar neden öldüğünü soruyor sanki çok mühimmiş gibi nedeni. 

Sebep aramaktan acı duymayı geriye atıyoruz. Zaten o duyduğun neden de zaman içerisinde unutulup gidiyor. Sadece o tek kelime kalır zihinde, "Öldü." Kapıdan çıkıp gider gibi değildir dünyadan göçüp gitmek. Sözler yalnızca şimdi biz yaşayanların arasında kalan, bazen ismini koymakta güç durumlar yaşayacağımız anlamsız ifadelere dönüşür. İşte böyle bir şey ya da bu kadarı yeter. Ofise geldim kartımı okutmam lazım. Daha dünden kalan işler var. Sert bir kahve içip, kendime gelmezsem mesaiye kalırım. Bu da benim için yeni bir cümle demek, "Kodumun işini."

14 Mart 2015 Cumartesi

Gelecekteki Anısını Kırmızıya Boyadı

Uzun süredir mevcut olan tek sosyal aktivitem ne yazık ki körler derneğinin haftalık etkinliği. Her hafta farklı mekanlarda toplanıp, bazen kahvaltı bazen fasıl bazen de şarap günleri yapıyoruz. Organizatörümüz Emel hanım, doğuştan kör bir kadın. Üyelerin birçoğu doğuştan kör aslında ama kaza sonucu sonradan görme yetisini kaybedenler de oldu. 

Bizler için dünyayı daha katlanılabilir kılmaya çalışan Emel hanım, bir bana yaranamadı galiba. Diğer arkadaşlarımla buluşmak istemiyorum. Sürekli beni idare etmekten ne sohbetten keyif alıyorlar ne de rahat edebiliyorlar. Yüzüme karşı söylenen bir şey olmasa da biliyorum ben bu durumdan pek de hoşnut olmadıklarını. Ben de olan tüm vaktimi bu derneğe ayırdım.

En azından neyin en olduğunu biliyorum, kafam sakin oluyor. Ancak son zamanlarda, bu buluşmalar o kadar çok rutine bağladı ki sıkıntıdan patlamak üzereyim. Ne mutlu ne mutsuz böyle nötr yaşıyorum saatleri. Buluşma yeri ve zamanı bile aynı saatte haber veriliyor. Offffff!!

Eğer körseniz ve dışarıya çıkmak istiyorsanız, insan içine karışmak için gören insanlar gibi davranamıyorsunuz. Saatler süren hazırlanmalar olmuyor mesela. Bu renk bununla uymuş mu,  bu kolye çok mu abartı olur, rujum taştı sanki, yaz geldi uçuk pembe rujlar sürmem lazım, yüzümde sivilce mi çıkmış...Bir kadın olarak insanın kendine aynadan bakamaması ne kadar üzücü. Senelerdir annemin yardımıyla insanlarla görüşüyorum. Güzel miyim değil miyim, annemin zevki nasıl hiçbir fikrim yok. Göremediğim için haliyle modayı da takip edemiyorum.

Uzun süre aynı sosyal hayattan sıkılınca arkadaşlarımı ekmek istedim.Biraz tedirgindim ama daha önce yaptığım için cesaret, kendini sokaklara atmayı başardı. İstiklal Caddesi'nin kalabalığına karıştım. Neyse ki tüm dünya ne kadar karanlıksa duyduğum ezgiler o kadar kulağımda çınlıyordu.

Duyduğum şarkılara göre rotamı belirledim. Kendimi bir kitapçıda buldum. Klasik müzik çalıyordu. Girer girmez bir yerlere çarptığımdan ufak bir dükkan olduğu belliydi. Sadece müzik sesi duyuyordum, insanların konuşmaları kulağımı rahatsız etmiyordu. Yokuş aşağıya indiğim için dar bir sokak arasında mütevazi bir yer olmalıydı.

Kör olduğumu fark eden sahibi hemen yardımıma koştu. Çok tatlı bir sesi vardı. Yaşıt da olabilirdik benden birkaç yaş büyük ya da küçük de olabilirdi. Kitap almak istediğimi söyledim. Ne tarz bir şey istediğimi, yazar ya da aklımda kitap ismi varsa hemen vereceğini belirtti. 

- Jose Saramago, Körlük var mı?

Aynı anda kahkaha attık. Biraz mahçupca, "Ya kusura bakma, gülmek istemedim" dedi. Yok canım dedim, ne olacak. Komikti ama gerçekten. Kitabı aldıktan sonra tam çıkarken biraz oyalanmak istedim. Fark etti mi bilerek yaptığımı anlamadım ancak anladıysa da iyi olmuş. Çünkü biraz vaktim varsa kahve içip içemeyeceğimi sordu. 

"Zaman benim için boş bir su bardağından başka bir şey değil" diyemedim tabi. "Elbette, katılmak isterim" diye kibarca teklifini kabul ettim.Saate bakma şansım olmadığı için kendimi ilk defa şanslı hissettim. Acelesi olmayan bir hayat yaşıyordum, çünkü görmüyordum. Mükemmel bir şeydi bu, nefisti yani. Sesi o kadar güzeldi ki karşımda, görmesem de olurdu. Mimiklerini hayal ediyordum. Renklerle aram iyi olmadığı için hayal etmeye küçük yaşlarda başladım.

Kimseye sormadığım soruları sordum ona. Tüm merakımı birkaç saate sığdırmaya çalışıyordum. Tam 4 yaşında bir çocuktum, aynı annesine "Bu ne? Onunla Ne yapıyorsun? Neden peki?" cevabı zor sorular soran minik bir kızdım. Ufacıktım karşısında. Soruları sorarken bir yandan da aklımdan en çok neremi beğendiğini iç geçiriyordum. Vücuduma bakmış mıydı acaba? Gözlerim elamış ne demek bilmiyorum ama sevmiş miydi dersin? Saçlarım kısa ve kıvırcık haliyle doğal olarak şirinlik katıyordu. İtici gelmemişimdir sanırım.

Ben bunları düşüne dururken "Kırmızı neye benziyor?" diye sordum. Yine sevimli ses tonuyla bir kahkaha attı. "Sana" dedi. Şaşırdım.

- Nasıl yani?

- Sana işte. İnsanlar kırmızının her zaman seksi bir renk olduğunu söyler. Nitekim de seks kokar aslında. Ama asıl özelliği sıcak olmasıdır. Rengi kırmızı olan kadınlar, güzel dokunurlar ve severler. Bu azgınca olabilir birden, sonra bir bakarsın kendini kedi gibi okşanırken bulursun.

Acaba sevişmemizi mi ima ediyordu. Henüz bakireyim ben, çok komik olabilir. Ya dalga geçerse benimle? Zaten kendime güvenen bir yapım var, rencide olursam zor atlatabilirim. Yok ya ya da boş ver. Ne olabilir ki yani. En fazla küp küp doğranan yüreğim rendelemiş olarak hayata hazır hale getirilirdi bu kadar. Bu da artık parçalanmayacağım anlamına gelirdi ve denemeye değerdi. 

Ayrıca kelimelerin söze dökülmesi konusunda pek bir beceriksizdim. Haliyle 'anlam' yüklemeden hayatı anlamlı yaşayanlardandım. Şimdi kararımı verdiğime göre, yolun ortasına pat diye düşen bir kutu dondurma kolisi gibi söylemeliydim yoksa şelale gibi istekli  ama patır patır mı dökülmeliydi kelimeler bilemedim. 

- Birbirimize dokunalım mı? Elimden sadece bu gelir.

- Dokunalım...

Bir taksi çağırıp evine gittik. Yol boyunca, onun tabiriyle sıcak olan 'kırmızı' rengi gibiydi elleri. Sımsıcaktı, sevişmeden terlemeye başlamıştım. Her şeyi darmadağın edeceğimden korkuyordum. Kördüm ya ben, dokunmam gereken yerlere nasıl ulaşabilirdim ki. Evin nerede olduğunu bilmiyordum ama yaklaştıkça heyecanım daha da artıyordu. Endişeli değildim, saçma da olsa inanılmaz güveniyordum ona. 

Düş kurmaya çalışıyordum kendimi yatıştırmak için. Evine gittiğimizde beni soyduktan sonra usul usul sevdi beni önce. Sonra birden tüm evi ayağa kaldırıyor, ardından toparlanıp sakince okşayıp, kokluyorduk birbirimizi. Bakire olduğumu fark edince gerçekten isteyip istemediğimi sordu. "Gelecekteki anıma bakıyorum" dedim ona. Anımın sen kokuyorsun, burnumun direği sızlıyor incecik hem de...

Sabah olduğunda elimi yana attım. Yoktu, yatakta değildi. Hemen panik oldum ama soğukkanlılığımı korumalıydım. Evde kimse yoktu. Üstümü giyindim (neyse ki bunu becerebiliyordum) ve biri kapıyı açtı. Tam seslenecektim ki adını hiç sormadığım aklıma geldi. Bir kadındı bu, topuk seslerinden anladım.

- Defne?

- Evet benim, siz kimsiniz?

- Ben Evrim. Orkan'ın arkadaşıyım. Beni o gönderdi.

Demek Orkan imiş adı.

- O nerede?

- Defneciğim, Orkan bu sabah Londra'ya uçtu. Bileti zaten haftalar öncesinden alınmıştı. Orkan sana benziyor. Dün sana bunu söyleyememiş ama onun da bu dünyaya tutunma konusunda bir engeli var. O sağır! Yıllardır çok uğraş verip dudak okumayı söktü ama en büyük hayali şarkı söyleyip, gitar çalmaktı. Haliyle dudak okumakla, insanları anlamaktan öteye gidemedi. Bu durum ona pek yaramadı, onu çok üzdüler. Sığınak olarak sadece müziği düşündü ama sağır olması hep yoluna set koydu. 

Senelerdir tedavi olmak için para biriktiriyor. Nihayet hayali gerçekleşecek ve Londra'da temelli kalacak. Türkiye'de sanatın mücadelesini vermek onu çok yıpratır. Küçük yaşlardan beri müziğin içinde büyüyen bir çocuk olamadı. Doğuştan sağır o.

Şimdi hayatına bir yön vermek istiyor ve karşısına sen çıkmışsın. İnan gecenin bir yarısı bana geldi ve ağlayarak anlattı her şeyi. Sana mektup yazacaktı ama malum...Ona gelecekteki anısına baktığını ve bunun sen olduğunu söylemişsin. O da sana, benim aracılığımla tek bir cümle bıraktı. Telefonuma kaydettim, onun sesinden duymanı istedi.

"Yüreğimde Defne denilen bir çiçek açtı, onun şahaneliği altında ömür boyu ezileceğim."

7 Mart 2015 Cumartesi

İfrit

Uzun zamandır kendimi bilgisayardan farksız hissediyorum. Aynı saatte yatıp kalkmak, yemek yemek, sigara içmek hatta neşeli ya da canımın sıkkın olduğu günler bile aynı. Pazartesi sendromu ve cuma sevinci. Şehirde yaşayan ve ofis ortamında çalışan bir kadınım. Hayatım ortanın üzerinde. Nispeten pek çok insana göre mutlu da sayılırım. Ya da değilim galiba. Fakat mutsuz da değilim. Öyle dümdüz lakin kalbim var atıyor, hissediyorum. Bakabiliyorum mesela. Bakabildiğim için görebiliyorum. 

Görebildiğim için de gözlemleyebiliyorum. Böyle böyle hayat ağacına tutunup kalmışım. Uçurumun kenarında değildim geçen haftaya kadar. Bir insanların uyuduğu saatte çalan telefon sesini bir de ambulans sesleri.İkisinden de hayatım boyunca nefret ettim. Yaşamını ne kadar kontrol altına alırsan al olacak olanın önüne geçemiyorsun. 

Her yıl düzenli olarak yaptırdığım check up, bu sene bana güzel bir sürpriz yaptı. Doktorum dediğim kişi, çocukluk arkadaşım Naz. Sabaha karşı gece 03.00'de aradığında tatsız bir mevzunun olduğunu fark ettim. Canım benim titreyen sesiyle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Sabah yanına gelip daha ayrıntılı konuşabileceğimizi söyledim.

- Canım nasılsın?

- İyiyim Beril, gel otur şöyle.

- Hastan var mıydı ya, ben böyle doğrudan odana girdim ama.

- Bugün Pazar. Ekstrem durumlar dışında hasta almıyorum. Tamer bey vardı, sabahtan hallettim onu. İstersen dışarı çıkalım. Açık hava iyi gelir hem. Kahvaltı yaptın mı?

- Yapmadım da. İstersen doktor hasta gibi burada konuşalım. Ondan sonra çıkarız. 

- Pekala. Sevimsiz bir durum var Beril. Sonuçlarında bazı şeyler çıktı. Ölümcül değil ama biraz zor bir dönem geçireceksin.

Ellerim titremeye başlamıştı. Ellerim ne zaman titrese korktuğumu anlardı Naz. Hemen durumu toparlamaya çalıştı. Güzelim benim diyerek elimi tuttu, titremesi biraz da olsa durdu ama kendime hakim olamıyordum. Hem bir an önce ne varsa desin istiyordum hem de sonsuza kadar susalım. 

Duymak istediğimden de emin değildim. Varla yok arasında herhangi bir ilişki biçimi değildi bu hissettiğim. Evet aslında "Yok" diyebileceğim. Yüzleşmekten başka çarem yoktu. Bak bir de buna uyuz olurum. Çaresiz kalmak...Ne pasif bir durum. Ne elinden ne ayağından ne kolundan bir şey geliyor. Kafa atsam diyorum duyacağım şeylere, o zaman da benim canım yanar deyip, Naz'ı dinlemeye karar verdim en sonunda.

- Rahim ve meme kanserisin. Yani ikisinde aynı anda olmuş. Dediğim gibi ölümcül değil ama. Göğüslerini ve rahmini almamız gerekecek. Zaten çocuk istemiyordun sen, sorun olmaz. Göğüslerin için de ameliyatın ardından hemen silikon taktırırız. Hiç hissetmezsin bile.

- Kadınlığını senden alıyoruz diyorsun.

- Beril lütfen yapma böyle. Olur mu öyle şey. Kadın olmak sadece bunlardan mı ibaret? Hem sen demez miydin hep. Hislerimizden, bacak bacak üstüne atana kadar erkeklerle benzer tek yanımız yok diyen. Kim senin gibi bir kadının kadınlığına dokunabilir? 

O kadar güzelsin ki, yüzün de yüreğin de. Biz onlara zarar vermeyeceğiz. Teknoloji nasıl gelişti sen biliyorsun. Eksik yaşaman imkansız. Hem maddi durumunda gayet iyi. Olmasa bile biliyorsun ben yardımımı esirgemem senden. Bu durumun seni yıpratmasına izin vermeyeceğim inan bana.

- Ne zaman gerçekleşecek bu dediklerin? Yani ameliyat filan.

- Sen ne zaman istersen.

- Anladım. Şimdi eve gideyim ben. Biraz kendime gelmem lazım, konuşuruz yine.

- Tamam canım. Ne zaman istersen beni arayabilirsin, biliyorsun. Sıkma canını, üstesinden geleceğiz.

- Biliyorum. Görüşürüz.

Eve gittim, duşu açtım. Saatlerce küvetin içinde hayatımın geri kalanını ve geçmişi düşündüm. Güzel bir kadınım. Hem de fazlasıyla. Uzun simsiyah saçlarım var. Dümdüz sırtıma kadar uzanıyor. Esmer tenime inat alabildiğine yeşil gözlerim, biraz büyük ama kalın dudaklarım ve diri vücudumla çok can yaktım. Kalp kırdım, üstelik kırdıklarım kırıldıklarımdan fazlaydı. 

Onların ahını mı almıştım acaba? Güzelliğim, aynalara yetmediği zamanlarda hırsım başkalarının yüreklerini kanatmıştı. Kanayan yaralarına merhem olacak birilerini bile bulmalarına izin vermedim.Tam iyileşecek iken daha da tahriş ettim. Herkesin kalbinde yer edinmek istiyordum. Rakı sofrasındaki şarkıların kadını, kağıttaki kelimelerin sebebi, başka tenlerdeki arzuları ve olmadık zamanlarda akla gelen kışkırtıcı tutkuların adı ben olmalıydım. Ben Beril!

Çocukken de böyleydim ben. Bencilliği küçük yaşlarda öğrenmiştim. 3 kardeştik ve en sevilmeyen bendim. Sevilmemek değil de en sorunlusu diyelim. Sevgi göstermek yerine daha çok cezalarla yaşamayı öğrenen bir çocukluk geçirdim. İlgi benim üstümde olsun diye kırdığım vazolar, büyüyünce yerini beni benden çok seven kalplere bıraktı. 

Şimdi kanattığım yüreklerin nedeni olan cinsiyetimi kaybediyorum. Aslında sevinmeli mi bilemedim. Artık ne kadın gibi hissedeceğim kendimi ne de erkek. Birey olacağım yani. Kendimi beğendirmek için yaptığım sporlar, alışverişler, makyajlar, bakımlar...hepsi geride kaldı. Kanser olmam tabi ki hiçbirisine engel değil ama içimden geleceğini sanmıyorum. Tatile filan mı çıksam acaba? Kimsenin "Ne olmuş sana" demesini istemiyorum. Bir sivilce dahi çıksa olay yaratan ben, buna katlanacağımı sanmıyorum.

İmkansızlığı hayatım boyunca sevmişimdir. Ancak umut etmekten nefret ederim. Kendimi bir ümidin içerisine hapsetmek istemiyorum. Kimsenin beni kandırmasına izin vermedim bugüne değin. Bunun ben olmasına da katlanamam. Hiç tanımadığım birisiyle konuşmaya ihtiyacım var. Bir şeyler yapmak istiyorum, türlü sözlere karışmak olabilir mesela. Ama gönlüm başka yerlerde kalmamalı. 

Aklım başka yerlerde kalınca pek bir ayıplarım kendimi çünkü. Dağılan, çözülen bir kitle olmak istemiyorum, hep böyleydim ve buna bir son vermek istiyorum. Acayip, biçimsiz bir karışım bu. Tam da bu yerde ifrit oluyorum. 

Kalbimi de bozmak istemiyorum ama sessiz faziletlerin heykeli de dikilmiyor hani. Dur ben kaleci olayım en iyisi. Evet evet kaleci olayım ben. Yuvarlanan topun çizgiyi geçişine bakayım ve nabzımın vakti gelince durmasını bekleyeyim. Vakitsiz gelsin, kahkaha atarken olsa ne güzel olur, çakır keyif de olsun azcık. Kendimi kaybederken düşüp kalayım