Haftanın ortası Cuma fukarası Çarşamba. Yeri değişmeyen annemin yıllar önce aldığı çalar saat, dan dan dan, tık tık tık, bam bam bam bağırıyor. "Yeni bir gün" diyor kendince, "Hadi kalk da bir yüzünü yıka." Rızkının peşine düşmen gerekir hayatta kalmak için. Sana sorulmadı gerçi dünyaya gelmek istiyor musun diye ama olsun.
Annenle baban bundan 30 yıl önce 'arzular şelale' demişti bir kere. Baban anneni sabaha kadar sikmişti ve annen de bundan çok zevk almıştı. Yatakları çok eskiydi, annenin çığlıkları, yatağın gıcırtısından daha tahrik ediciydi neyse ki, kulağı incitmiyordu.
İki haftadır giydiğim pantolonumu yine ıslak mendille sildikten sonra evden çıktım. Mart ayındaydık ve mahallenin kedileri yine iş başındaydı. Geriye kalan sessiz boşluğu cinler dolduruyordu. İş yerim uzak olduğu için evden çok erken çıkıyordum. Fırın dışında açık hiçbir dükkan yoktu. Her gün geçtiğim bankanın önünden geçiyordum yine. Sabah da akşam da bir türlü denk gelememiştim açık olduğu zamana. Kirli bir kepenk ve ardından kim bilir ne devasa paralar yatıyordu.
Her geçişimde burayı soyma fikri kafamı karıştırıyordu. O kadar parayı nereye harcayacağımı bilemediğimden her defasında vazgeçiyordum. Bu fikrimin değişmesi için, güçlü bir umuda bel bağlamam gerekirdi. Yoksa bir fırsattı aslında. İnsanın önüne çıkan her fırsat, hırsızlık olmasa bile ona çanak tutmaz mıydı hem? Herhangi bir sopa yemeden ya da taşa tutulmadan işlenilen her suç, cezası iki defa işlenmiş bir suç halini alırdı. Neyse devam et yürümeye dolmuşu kaçıracaksın.
Dolmuşa bindikten sonra günün ilk yüzlerini görürdüm. Pek çoğu asık suratlıydı, aralarında mutlaka uyuklayanlara rastlardınız ama. Sabahlar böyle geçerdi, günün ilerleyen saatlerinde de herkes nasıl istiyorsa öyle yaşardı. Kimisi de elinden geldiği ölçüde hayattan zevk almaya çalışırdı. Zevk kısmı, genelde erdemli bir eylem sayılmazdı. Hatta öyle ki, günah ve kötülüğe gelince mevzu, şans denen velet kapılarını sonuna kadar açardı. Sonrası diğerlerine kalırdı.
O kötü davranış, ahlaksızlık yüzündendi ve cezalandırılması lazım gelirdi. Ben oyuncu olmak isterdim çocukken. Annem o kadar çok dizi izlerdi ki, tek hayalim elektro şok sahnesine maruz kalmaktı. Başka türlü ölüme nasıl yakın olunur, düşünemiyordum. Tabi böyle bir hayalin peşinden koşmadığımdan hiçbir zaman gerçekleşmedi. Bilmiyorum belki de riske girmem lazımdı. Her riskten korkan insan gibi ben de avucumu yalamakla meşgulüm şu sıralar.
Dolmuştan indikten sonra her gün aynı saatte gördüğüm simitçi orada duruyordu. Bıyıklarını kesmişti.
- Ahmet ağabey, hayırdır gitmiş bıyıklar
- He ya, sorma. Bizim berber usturayı uygun yere isabet ettiremeyince ben de toptan kes dedim.
Severim Ahmet ağabeyi. Tek başına yaşayan, hayatında hiç evlenmemiş bir adamdı. Yalnızlığına o kadar çok alışmıştı ki, bunun farkında bile değildi. Hiç sorgulama gereği bile duymamıştı bu halini. Sıcak adamdı vesselam. Hayatım insanların gözlerinin içine bakmakla geçti. Gözler, insan bedeni üzerinde bir ruhun barındığının en tabii ispatıydı. O yüzden bazen sıcaklardı bazen de riyakar. İnsana ayrı bir karakter katıyordu. Çok yüzlü kişiliklerinin en büyük savunucusuydu. Ahmet ağabey de farkındaydı belki de artık evliliklerin sadece sorulardan ibaret olduğunun. "Nereye gidiyorsun?", "Neredeydin?"
Simit tezgahının hemen yanında yer alan dilenci ve kızı da kilimini sermiş işe çoktan çıkmıştı. "Herkes çalışıyor, dilencilik işin bedavacılığı" demek kolaydı. O da bu işi seçmişti. En azından bu dünyada hiçbir şey yapamayacak bir hale gelmemişti henüz. Bu da iyi bir şey sayılırdı. Hepimiz düşmemiş miydik hayatımız boyunca bir kere de olsa. İnsan düşmeye alıştıkça daha az hırpalanıyor.
Hatta zemine temas etmek, oldukça da rahatlatıcıydı. Bu dilenci de her gün yalan söylüyordu belki kim bilir. O palavrayı, zavallı insanların elinde kalan son yiyeceği çalmak için uydurmuştu. Fakat bir o kadar da düş kuruyormuş gibi yapan evladına, uykuya daldığını bildiğini yüzüne vurmayacak kadar incelikliydi.
Biliyor musun bu düzenin bu kadar aksak oluşunun nedenini hiçbir zaman kavrayamayacağız. "Bellek" denen kavramı, net bir düzene oturtup, kafalarımızın içerisinde buluşalım diyorum da... O da olacak gibi değil.Güvenmiyorum ki sefile. Günlerin aksaması, takvim güncesi derken bir ipe düğüm atmak gibi geçen sıralı günler buna hep engel oluyor. İşin enteresan kısmı buna şaşırmıyoruz da.
İnsanlıktan çıkıyoruz ve başımıza gelen her şeye alışıyoruz. O dün gecenin mutlu kadını, ertesi gün hafif bir hoşnutsuzluğa bürünüyor. Bellek, yanıltıyor. Böyle hatalara düşmemiz çok komik. Fethetmek zorunda kaldıklarımızdan çok, kendini bize kendiliğinden sunanları sahipleniyoruz. O bir daha hiç gelmiyor ve sen de ona gitmiyorsun. En sonunda ölüp gidiyorsun ve ardında kalanlar neden öldüğünü soruyor sanki çok mühimmiş gibi nedeni.
Sebep aramaktan acı duymayı geriye atıyoruz. Zaten o duyduğun neden de zaman içerisinde unutulup gidiyor. Sadece o tek kelime kalır zihinde, "Öldü." Kapıdan çıkıp gider gibi değildir dünyadan göçüp gitmek. Sözler yalnızca şimdi biz yaşayanların arasında kalan, bazen ismini koymakta güç durumlar yaşayacağımız anlamsız ifadelere dönüşür. İşte böyle bir şey ya da bu kadarı yeter. Ofise geldim kartımı okutmam lazım. Daha dünden kalan işler var. Sert bir kahve içip, kendime gelmezsem mesaiye kalırım. Bu da benim için yeni bir cümle demek, "Kodumun işini."