1 Eylül 2013 Pazar

Keşke 'keşke' demeseydim

Bugün 18 yaşıma basmam gerekiyordu. Bir gün öncesine kadar her şey böyle planlanmıştı. Anneme hediyemi bile sipariş etmiştim. Doğum günümü dışarıda kutlayacaktık. Böyle pırıl pırıl bir elbise gördüm. Kısa böyle, taşları var üstünde.Işıltılı kıyafetimle "doğum günü kızıyım" diye bağıracaktım adeta. 

İlk defa o kadar kısa bir elbisem olacaktı. Göğüslerim anneme çekmiş, küçücük sinir oluyordum. Sanki onlar da reşit olacağımı bilir gibi irileştiler. Dergilerdeki kadınlar gibi. En son aldığım moda dergisinde bir mankenin üstünde görmüştüm. Kestim hemen sayfasını, defterimin arasına koydum aylar öncesinden. 

Bu yaşıma kadar genelde planlarıma ailem karar verirdi. İlk defa kendi adıma bir karar almanın mutluluğunu yaşıyordum. "Büyüyorsun artık kendi kararlarını almanın vakti geliyor. Doğum gününü kiminle geçirmek istiyorsan, nasıl organize etmek istiyorsan sen karar ver" dedi annem. Olmadı, o kadar plan yaptım ama hiçbir şey istediğim gibi olmadı.

Hayat yine sana rağmen istediği gibi işledi zamanı. Ev ne kadar sessiz. Hayır evin neşe kaynağı filan değildim. Özellikle son zamanlarda iyice sessizleşmiştim. 18. yaşıma basmadan içime çekilmiştim. Birkaç haftadır ağzımdan çıkan tek kelime, "yok bir şey" idi. 

Aslında o kadar çok şey vardı ki dile getirmek istediğim. Annemi, babamı karşıma alıp her şeyi en başından anlatmak... O kadar istemiştim ki. Her defasında konuşacak gibi olup saçma sapan gündelik olayları anlatırken buluyordum kendimi. "En başından" dedim ya. İlk cümlem bile belliydi; "Baba beni affet, iyi birine benziyordu" 

Annem şu anda mutfakta babam da pencerenin önünde elinde sigarası, nereye baktığını bilmeden dalmış gitmiş. Ucu yanıyor sigaranın. Belli ki hiç içmemiş bile, sadece yakmış. Kalbine mi benzemişti ucu yanan sigarayı. Öyle ağır ağır yanan sonra da kül olan. Öyle mi olacaktı o da? İçindeki yangın bir gün sönecek ama ne o aynı kişi olacak ne de hayat. Elinden almak istiyorum sigarayı, eli yanacak diye korkuyorum. Ama susuyorum, ya "daha fazla ne kadar yanabilirim" derse!

Anneme bakıyorum. İki kişilik akşam yemeği için 20 patates fazla değil mi? Yarım saattir onu gözlemliyorum. Farkında olmadan soyup duruyor patatesleri. Uyarmak istiyorum. "Anne, yeter artık. 'İsraf etmeyin' diyen sen değil miydin hep. Çöpe gidecek hepsi" demek istiyorum ama susuyorum. Ben böyle olsun istemedim hiç. Ailemi üzebileceğimi hiç düşünememişim. Daha doğrusu ben hiç bir şey düşünmemişim. Sadece kendimi bile düşünsem bunlar olmayacaktı.

Bir atölyem olsun çok istiyordum. İnsanların fotoğraflarını çekip, bakışlarını bir ömür saklamak. Belki bir sergi açmak, başkalarına da göstermek. Hayatında yüzünü hiç bir zaman görmeyeceği gözleri herkes görsün istiyordum. Yanından geçtiğinde farkına varmayacak çünkü. Bir yerlere yetişmekten tanıdıklarımızla ettiğimiz ayak üstü sohbetler bile o kadar kısa ki... Tanımadığı birini neden anlamaya çalışsın. Zaten anlasa ne olacak, onun derdi yeterince omuzlarını ağrıtmıyor mu?

Bir gün Taksim'e gitmiştim. İlginç anlar yakalayıp çekmek istiyordum. Eylem yapanlar, öpüşen çiftler, sokakta sanatını konuşturanlar, esnaflar... Bir yaşlı amca görmüştüm kaldırımda. Yanında 5-6 yaşlarında bir oğlan çocuğu vardı. Saat 5 sularıydı ve belli ki yorulmuşlardı. Gündelik bir yorulma değil de her günün böyle olmasından, yaşamlarından dertliydiler belli. Amca kayısı satıyordu, çocuk da selpak. Yanlarına gittim, fotoğraflarını çekmek için izin aldım. Amca hiç istifini bozmadan, yorgun gözleri ve zamanın getirdiği kırışık bir suratla bana baktı.

Küçük çocuk ise hemen gülüverdi. "Abla nerede çıkacak resmim? Bak ben her gün buradayım. Bana da getirir misin? Okulda Tuğçe'ye göstereyim". O kadar heyecanlanmıştı ki, bir anda bütün gün tek bir selpak bile satamadığını unutmuştu. Hevesini kırmak istemedim. "Bir dergi çıkartmak istiyoruz arkadaşlarla. Onda yayınlayacağız. İlk işim de sana hediye etmek olacak dergiyi" Utandı biraz. "Tamam abla" dedi.

Fotoğraflarını birçok açıdan çekmeye çalışıyordum. Yanıma biri geldi. "Aaa Mert ağabey, bugün gelmeyeceksin sanıyordum"

- Oğlum alerjim var bahara. Burnum akıp duruyor. Hayrına gelmiyoruz herhalde. Sen ver oradan 7-8 tane selpak. Anca yetiyor.
- Hahaha. Ağabey sen kışında geliyorsun
- Amına koyayım. Kışın da harbi grip oluyorum da ondan. Bak, aşağıda bir çocuk daha var, tezgah kurmuş. Valla müşteri kaçırıyorsun. Artık ondan alırım ben de 
- Vayyy. Kim o lan? Yeminlen toplarım bizim çocukları. Zaten zor kazanıyorum. Gitsin başka semtte satsın selpaklarını
- Yavaş ol oğlum. Rakip iyidir. En iyi sen nasıl olacaksın yoksa?
- Üf iyi ya tamam

15 dakikalık konuşmalarında gözlerimiz kırpmadan onu seyrettiğimi fark ettim. Daha doğrusu baktığımı fark edince utanıp kafamı başka yere çevirdim. Uzun boylu zayıf biriydi. Çok çelimsiz olmamasına rağmen kambur duruyordu nedense. Uzun saçlarını arkadan toplamış, ilginç küpesi ve boyunundaki dövmesini fark etmemi sağlamıştı. Salaş, dünya umurumda değil havasında tarzı cümleleri bu adam için net bir şekilde söyleyebilirdim.

- Selam tatlım. Ben Mert. Mert olduğumdan değil de zamanında koymuşlar. Ben de bozmayayım dedim. Sen istediğini diyebilirsin ama bana

Şaşırmıştım. Tatlım ne ya?? 10 senelik arkadaşıyım sanki. Gözlerine sürme mi çekmiş o? Gay mi acaba? Aman neyse ne bana ne.

- Merhaba
- Yani?
- Anlamadım?
- Suçun neydi? Yoksa şu kader mahkumlarından mısın sen de?
- Nasıl ya? Ne diyorsun be sen. Dilinden anlamıyorum. Türkçe konuşsana
- Tek kişilik koğuştan yeni çıkmış gibisin. Selam verdim, kendimi tanıttım. Hiç kimseyle iletişim kurmaz mısın sen? İnsan,"ben de şu isimle birisiyim" filan der.

Elimden olmadan gülümsedim. Oradan başladık konuşmaya. Amcayla çocuk gitti. Kaldırımda oturup saatlerce konuştuk. Karanlık basmış hiç farkına bile varmadık. Anca karnımız acıkınca saatin kaç olduğunu anlayabilmiştik. 

- Ah saat kaç olmuş eve gitmem lazım. Çok geç kaldım.
- Bir yerlerde bir şeyler yeseydik
- Yok, gitmem gerekiyor. Babam beni sofrada görmezse üzülür. Annem hazırlamıştır bile sofrayı aslında. Hay Allah ya. Neyse görüşürüz
- Heyy, dur! Bak yine iletişim devrelerin yandı. Nereye görüşüyoruz. Telefon numaranı verdin mi bana?
- Haa evet
- Korkma sapık değilim
- Ne alakası var canım. Tamam al
- Eve gidince "geldim" filan deme yalnız. Başına bir şey gelse öğrenilir bir şekilde zaten ya. Kötü haber tez mi ne duyuluyordu ya. Kasma yani
- Eeee pes!
- Şaka yapıyorum ya. Ben seni bırakırım. Baksana çok safsın. "Selam tatlım" dedim. Ne konuştun ne konuştun. Mapustan çıkmış gibisin harbiden
- Kızacağım ama..
- Kızsanaaaa :)
- Of deli hadi ama eve gitmem lazım.

Eve gittikten sonra sürekli aklıma konuşmalarımız geliyordu. Gülüp duruyordum. Arada "salak ya ne alakası var ki" diye kendi kendime konuşuyordum. Sonra 'biz' olduk. Sonra bir gece bizi aştık. Yek vücut olduk. Sarhoş değildik, her şeyin farkındaydık. Hiç pişman olmayacağımı düşünüyordum. 

Dünya bizim için dönüyordu sanki. Pişman olmayacağıma emindim ama daha da emin olduğum asıl şey, hayatım boyunca unutamayacağım bir an yaşıyor olmamdı. En güzeli de gizemdi. Gizem hala devam ediyordu. Her dokunduğumda sanki onu ilk defa hissediyormuş gibiydim.

Bir gece, beni büyüten bir Salı günü, aniden yere düşüp bayıldım. Mert ile birlikte kahvaltı yapacaktık. Son bir iki haftadır sabahları sürekli kusma hissimden dolayı kahvaltı yapamıyordum ama Mert bir heves çağırınca kıramadım. Hemen doktora gittik. Olgun bir kadın olsam bu durumu tahmin etmemek zor olmasa gerekirdi. Ne saçma! aklımın ucundan bile gelmemişti. Doktor hanım, yüzüme iğrenir gibi bakıp öyle durumu açıkladı. Kim bilir neler kurmuştu kafasında

Beni şaşırtan doktor değil Mert idi. Doktorun yanından ayrıldıktan sonra fikrimi bile sormadan, "Tekrar tekrar hastaneye gelmemize gerek yok. Bugün aldıralım, bitsin" dedi. O kadar duygusuz, merhametsiz bir hali vardı ki. Mert miydi bu? Ben sadece bir kişilik yaratıp ona mı aşık olmuştum?

'Sanmak!' Bu kadar aptal mıydım yani? Böyle uç duygulara sahip bir insanı tanımamış olmak. Körlük mü diyorlardı buna? Aslında ilk karşılaştığımız zaman gamsız birisi olduğunu anlamıştım. İnsanlar tamamiyle rol yapmazlar size. Yapılsa dahi, bunun da kendince bir süresi vardır. İlla bir yerden patlak verir.

Kim bilir kaç defa gerçek yüzünü bana göstermişti de ben anlayamamıştım. Bütün gün kavga ettik. Gittikçe çirkinleştik, kendimizden uzaklaştık. Daha dün tutkulu olan iki aşık idik. Ne zaman bu kadar çirkinleşebildik anlam veremiyordum. Benim masalım da tükenmek üzereydi artık. Kendimi kaybediyordum. Önce gülmeyi unuttum sonra konuşmayı. Sadece tüm gün uyumak istiyordum. Mert çoktan gitmişti. Hoşça kal dahi demeden tek bavuluyla evini terk etmiş. 

Son bir defa daha konuşmak için gittiğim de bana da apartmanın kapıcısı söylemişti. "Sen geldin ama seninki gitti". Seninki? insanlar ne kadar da dikkatli. Eve döndüm. Yolda yürürken üzümlü ve içinde çikolata damlacıkları olan kurabiyelerden aldım. Eve gidince çay demledim, kurabiyeleri masaya koydum. Terasa çıktık. Babam ve annemle uzun süredir hiç bu kadar keyifli bir zaman geçirmemiştik. Bu konuşkan halimi görünce onlar da çok sevindi. Akıllarında kalan son görüntü, mutlu olduğum olsun. Gülerken hatırlasınlar beni istedim.

Odama geçtim, herkes uyumuştu artık. Önce biraz tedirgin oldum. Bir gün böyle bir şey yapabileceğimi hiç düşünmemiştim. İki yıl önce kuzenimin hayatını kaybetsiyle ölüm gerçeğini fark etmiştim. "Herkes ölecek bir şekilde, zamanlı ya da zamansız. Bunu bilesin" demiştim kendime. Ama kendi isteğimle buna karar vermek... Aklımın ucundan geçmezdi. Belki anlarlardı beni. Ne kadar üzüldüğümü, bu hatanın bana iyi bir ders çıkardığını anlayabilirlerdi. Utandım, anlatamadım. Çok denedim ama olmadı.

İlaçları yutmuştum artık. Gözlerim kapanıyor. Son sözlerim "beni affedin" idi. Ne olur beni affedin...

Şimdi konuşmak istiyordum. Neden hep böyle geç kalıyorum? Ne zaman bir şeylere yetişmeye çalışsam gecikiyorum. Bir türlü de telafi edemiyorum. Yine pişmanım, yine keşke. Ve yine telafisi yok. Annemi görüyorum. Karşımda, gözleri kan çanağı. Kaç gündür uykusuzdu, daha ne kadar ağlayacaktı? Çok mu kızmıştı?

Anneee. Beni duyuyor musun? Biliyorum duyuyorsun. Bak odamda bir sürü selpak var. ikinci çekmecede olması lazım. Kitaplarımı oraya sıkıştırınca yer kalmadı. İkinci çekmeceye koydum. Sil gözyaşlarını onlarla. Ama bunu bir kere yapmanı istiyorum. Bir daha silmene gerek kalmasın. Gülmekten gözlerinden yaş gelmeli artık. Çok üzdüm sizi farkındayım, görüyorum.

Zamanı geri saramıyorum. "Sarsam da aynı şeyleri yapmazdım" da diyemiyorum. Sanırım bu yaşanılacak bir şeydi. Çok önemli mi, artık bir değeri var mıdır bilemiyorum ama özür diliyorum sizden. "Telafisi yok ise özür dilemenin de bir kıymeti yoktur. Bir şeyleri yaparken iki kez düşün. Hayatını da hayatları da harcama" derdin bana. Dinlemiştim de ne bileyim yapamadım. Şimdi gitmem lazım, artık ebediyen yok olmam gerekiyor. 

Anne, beni affet, affetmesen de bundan sonra yaşacağın hayat için kendini affet. Biliyorum sen kendini de suçluyorsun. Özür dilerim yine yine defalarca özür dilerim. Yaşağımız hayat, dünyanın en güzel düşüydü. Yeryüzündeki en mükemmel aileye sahiptim. Dünyanızı ceheneme çevirdim. Şimdi kendi cehennemimde yanmaya gidiyorum, hak etmemiştim ama bana verilen diğer hayatı yaşamaya gidiyorum. Sizi çok seviyorum....























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder