24 Nisan 2013 Çarşamba

İnsan yorulur bazen insan olmaktan


Gece bitti, güneş açtı. Kış bitti, bahar geldi. Başım değil beynim ağrıyor. Kuş cıvıltıları, çiçek açan ağaçlar, artan insan sesleri hep bu zamanlarda kendini gösteriyor. En sevmediğim zamanlar işte. Şimdi havalarda ısınmaya başlayacak. Ne çaydan ne kahveden tat alabileceğim. Bu anların tek sevdiğim tarafı soğuk bira. 

Oysa sonbahar, kış öyle mi. Kahvemi alır, yağan yağmur eşliğinde filmimi izlerim. Perdeleri açarım, hava zaten soluktur sonbaharda. Yağmur damlaları şıp şıp pencereme tıklarken bir şarkı açarım. (en sakininden) Yağmurun sesi, insan sesini bastırır o vakitler. Zaten yağmurdan kaçmaya çalıştıklarından pek sesleri de duyulmaz. Yağmur sanki bayılıyor onlara. 

Gökten nimet yağar da kimse fark etmez. Islanınca ne oluyorsa artık bir ben miyim deli gibi yağmurun altında bekleyen? Ama işte şimdi bahar da geldi, sonra yaz denen illet mevsim. Hala yataktayım, sanki yatak beni içine çekiyor gibi. Ben kalkmaya çalıştıkça o geri geri alıyor beni. 

Uykum olduğundan değil aslında. Zaten sabahın köründe başlayan gürültüyle nerede uyuyacaksın. Aç da değilim, olsam da ne yiyeceğim? Bu sıcakta taze börek de çekilmiyor. Böreksiz kahvaltı mı olur? Ah annem yaşasaydı rahmetli, bak onunkini yer idim.

Artık kalkmam lazım. Bir an önce şu doktor mudur neyse işte görüşmem gerekiyor. Hayatım boyunca psikologlarla dalga geçen, meslekten bile saymayan ben ellerine düştüm iyi mi. Her şey, hayatta kalmama sebep olan kızım için. Ona söz verdim. Doğduğu günden beri hiç iyi bir baba olamadım. Ne ona ne de annesine söylemedim ama bir çocuğum olmasını da hiç istememiştim zaten. 

Doğduğunda hemşire elime verecekti, hiç unutmuyorum kaçıp bir bira alıp içmiştim. Kendime gelemedim o sırada. Babalığın sorumluluğu ağır geldi bir an için. Hani diyorlar ya, "doğduğunda ilk eline aldığın an, insan değişiyor." Yok ben öyle olmadım. Kızımı büyüdükçe sevdim. 2-3 yaşlarında, sevmeye yeni yeni başlamıştım.

Kızımı seviyordum ama sevmek yetmiyordu. Annesiyle kavgalarım, alkole düşkünlüğüm, ilgisizliğim beni sorumsuz bir baba haline getirdi. Kızım İrem, büyümeye başlayınca doğru yanlışı da ayırt etmeye başladı. Bana kızıyordu, çok düşkündü ama kırgındı. Şimdi 10 yaşında, bilmiyorum benim ilgisizliğimden mi yoksa zamane çocukları hep mi böyle ama olgun bir kız oldu. 

Bir gün beni karşısına aldı. "Babacığım senden bir şey isteyeceğim" dedi. Bir rahmetli babamı böyle ciddiye almışımdır herhalde. Korkudan mı ne, babam başladı mı konuşmaya ayağa kalkardım. Ne isteyecekti ki benden bu küçücük kız. Doğru düzgün babalık da yapmamıştım. Neredeyse "emrin olur" diyecektim.

- Elbette bir tanem, ne oldu? Bir sorun mu var?
- Yok değil de. Aslında var. Baba, sorun sensin. Annem de ben de çok üzülüyoruz bu haline. Çok fazla içiyorsun. Eskiden de içerdin ama şimdi beni görmüyorsun.
- Kızım olur mu hiç öyle şey. Ben seni nasıl görmem. Babanım ben senin. Annenle olan sorunlarımızı mı dert ediniyorsun?
- Baba, ben kaça gidiyorum?
- Nasıl bir soru bu böyle? İlk okula gidiyorsun işte
- Kaçıncı sınıf ama?
- Şey...İşte 5'e geçtin bu sene

Kocaman kara gözleri doldu bu cümleyi söyleyince. Minicik elleriyle yüzüme dokundu. Baba, "3'e yeni geçtim" dedi. 

- Bak ben sana kızmıyorum ama sadece denesen. Annemle araştırdık. Psikoloğa gitsen de yeter. "Sana hastaneye yat" diyen de yok. İstersen yatarsın da. Her gün ziyaret ederim seni. 
- Bu kadar çok mu istiyorsun bunu?
- Evet, çok

Bu sohbetin ardından işte şimdi yoldayım. Küçücük kızın yaptıklarına bak sen. İşe yarar mı bilmiyorum gerçi ama söz verdim bir kere. Gidip göreceğiz, konuşacağız. Sanırım ilk defa elle tutulur bir işe giriştim.

- Merhabalar, ben Aydın Tüzün. Melda hanımla randevum vardı.
- Biraz bekleteceğim. Buyrun lütfen, Melda hanımın hastası var. Birazdan sizi alacağız.

Beş dakika sonra Melda hanımın odasına girdim. Boydan boya bembeyazdı oda. İnsanın içini ferahlatıyordu. Gerginlğim geçmiş gibiydi. Melda hanım da orta yaşlarda, sarışın, güler yüzlü bir kadındı. Şimdilik her şey güzel gibiydi. 

- Aydın bey, hoşgeldiniz. Oturun lütfen.
- Merhaba, teşekkürler. Sanırım mevzuyu biliyorsunuz. Eşim aracı olmuş, ben de gelip görüşmek istedim. İşe yarar umarım
- Evet. Eşiniz Pelin hanımla geçen hafta görüştük. Alkol sorununuzdan bahsetti biraz. Öncelikle sizin bu bağımlılığı bırakma isteğiniz olmalı tabi. Ama ben bir de sizden dinlemek isterim. Neden bırakmaya karar verdiniz mesela?
- Kızım öyle istedi çünkü
- Siz?
- Yani elbette ben de istiyorum tabi ki
- Alkole kaç yaşında başladınız?
- Hım... Epeyce zaman oldu desek. Tam hatırlayamıyorum ama lise çağlarında diyebilirim.
- Bağımlılık hali hangi zaman diliminde oldu?
- Bilmem. Zaman hesabını tutmadım hiç
- Aslında şunu öğrenmek istiyorum. Ben de alkol kullanan bir insanım. Ama her şeyin fazlası zarar misali, siz neden bu kadar çok tüketiyorsunuz? Mutsuzluk mu sebebi? Hayat mı? Ya da evlisiniz ama başka bir aşk acısı filan mı? Merak etmeyin burada konuşulan burada kalacaktır. Emin olabilirsiniz.
- Hayır. Karımı seviyorum kendimce. Onun istediği gibi olmasa da seviyorum onu. Nedeni, aslında tam tarif edemiyorum ama kendimi yalnız hissediyorum. Her yerde. 

Yanımda kim olursa olsun sanki yoklarmış gibi. Ne konuşmaları dinleyebiliyorum ne de ben anlatmak istiyorum. İnsanlarla ilgilenmiyorum. Zerre kadar ne sorunları ne de dünya umurumda. Savaş mı çıkacak, çıksın bana ne. Ben böyle biri değildim. 

Gün geçtikçe daha çok duyarsızlaşıyorum. Vicdanlı bir insan mıyım ondan bile şüpheliyim. Beynim uyuşmuş gibi. Yanımda adam öldürseler bir bakar sonra tekrar bakar yoluma devam ederim. Gamsızlığı sevmeye başladım. İnsan insanı yorar. Beni çok yordular. Daha doğrusu ben kendi kendimi yordum.

Herkes mutsuz, kimse mutluluğunu paylaşmıyor artık. Paylaşan da abartıyor sanki dünyadaki en mutlu insan oymuş gibi. Birkaç ay sonra zaten yine mutsuz oluyor. Mutluluk, kalıcı bir şey değil biliyor musun. Herkes kalıcı olacakmış gibi yaşıyor. Saçma! Ne bu şimdi anı mı değerlendiriyorlar. Bence kendilerini kandırıyorlar. Sonradan üzülmektense hiç mutlu olmamayı tercih ederim.

Gerçek bir şey var şu dünyada. Tek gerçek, o da ölüm. Ben kaybetmekten çok korkuyorum. Kendi gitmese eceliyle gidecek nasılsa. O yüzden herkesi, "bir gün gidecek" duygusuyla severim. Buna karım da kızım da dahil. 

Kızım da ölecek bir gün. Ölümün ihtiyarı genci yok ki. Ya benden önce ölürse? Ya da ben ölsem ne olacak? Kendimi çok sevdirirsem çok üzülecek. Alkol, işte bana tüm bunları unutturuyor. Midem ne kadar alırsa o kadar içiyorum. 

- İnsanları fazla önemsiyorsunuz
- Artık değil. Ahmet Telli'nin bir lafı vardır: İnsan, yorulur bazen insan olmaktan. Ama alkolü kızım için bırakacağım. Sanırım bu şekilde görüşmelerle olacak bir iş değil. Benim hastanede yatıp tedavi görmem lazım
- Buna sevindim. Bence de en iyisi bu ben de ziyaret edeceğim sizi sık sık. Her şeyin bir orta yolu vardır. 

İnsan olmanın da aynı şekilde. Dostunun, annenin, karının ve kızının sorunları olacaktır. Hatta sizinle sorunları olacaktır. Buna duyarlı olmak, üzülmek çok insani bir şey. Fakat fazlası, ne size ne de karşınızdakine iyi gelir. Düşünmek, kafa yormak güzel elbet. Lakin kararında olduğunda bunun faydasını görürsünüz. Daha çok sohbet edeceğiz. 

Sizden bir günlük yazmanızı isteyeceğim. "Bu sabah şunu yedim, akşam bu oldu" şeklinde değil. Onları da yazın ama daha çok duygu değişimlerinizi merak ediyorum. Mesela zamanla siz de alkolü aramayacaksınız. 

Bu ne zaman nasıl olacak, onu ölçeceğiz. Hem süreci de hızlandırmış oluruz. Siz de kızınıza geri dönersiniz. Eski hayatınıza. İnanın bana seviliyorsunuz. Sizi özleyenler var...

- Teşekkür ederim, her şey için. Kendime geleceğim. Söz verdim, babaların sözü kıymetlidir. Kızımı hayal kırıklığına uğratmayacağım. Eğer bunun üstesinden gelemezsem, kızım bunu hiç unutmayacak. Böyle bir maziyi kızıma yaşatamam. Size iyi günler diliyorum. Görüşmek üzere














  

21 Nisan 2013 Pazar

Vakitsiz ölümler Tanrı ile aramı açar benim


Uzun süredir her günüm aynı idi. Bir gün önceden farkı; dünün yemeği yoktu sofrada, haberler daha iç karartıcıydı. Akşam oluyordu aynı tonda batıyordu güneş yine. 

Müzik dinliyordum, sesini açmıştım. Severim yüksek sesi, sanki tüm dünyayı susturuyormuş gibi. Bilmem ne dinliyordum. Jehan Barbur idi sanırım, belki de son zamanlarda fazla takıldığım Luxus grubuydu.

Telefon çaldı, önce duyamadım. Uzun uzun çalınca yetiştim. Bir kere daha böyle olmuştu. Son anda bakmıştım. Bir telefon uzun uzun çalıyorsa sakin olmalı, sonradan öğrendim.

Annem, "geç kalacağm siz yiyin" dedi. Bilindik bir cümle idi. Bazen gecikirdi, trafik, mesai derken akşam yemeğine yetişemediği olmuştu. Farklıydı bu sefer nedeni. 'Enişten' diye başladı konuşmaya. "Kalp krizi geçirmiş" dedi. Nasıl? Kalp krizi? Ses kesildi, kapandı telefon. Bekledim ama çok değil. Sonra bir telefon daha geldi.

Bu sefer uzun uzun çalmadı, fırsat vermedim açtım hemen. Babamdı, "duydun mu?" dedi. "Evet" dedim. "Kritik mi durumu?". "Ölmüş" dedi. Ölmüş, ölmüş, ölmüş, müş, müş...

Vakitsiz ölümler, Tanrı ile aramı açar benim. Kızarım, sorgularım, 'neden?' diye sorarım. Ne giden gelir ne de bu dediklerimin yanıtını bulurum. "Sırasıyla" diyorlar ama ben bundan hep, "yaşlanınca ölür insan" gibi saçma sapan anlamlar çıkartıyorum. Hani yaşlandı, anne-baba oldu, çocuklarının evliliğini gördü, torunlarını bile gördü. Ve dünya düzeni nedeniyle artık gitmesi gereken yere gitti. Bu işte bu kadar, daha fazlası değil.

Gencecik yaşta ölmek değil, iki evladını babasız bırakmak değil, karısını 'tek başına yaşayacaksın artık' demek değil. Bunların hiçbiri değil benim anladıklarım. Gerçek acı da, bu yakıyor insanı. Unutturmuyor, alıştırıyor. Ama en ufak bir hatırada önüne koyuveriyor, öyle ukala ukala. Her şeyin bir çaresi vardı hani? 

Ölümü neden hesaba katmıyorsunuz? Ben daha bu gerçeği kaldıramamış iken iki minikten nasıl beklenir bu gerçeğin kaldırılması? Gencecik yaşta yol arkadaşını kaybeden bir kadın görüyorum, anne yarımı görüyorum, elinde kocasının kazağını koklaya koklaya ağlayan bir anne görüyorum...

İnsan böyle anlarda yerin dibine gireyim de çıkmayayım istiyor. Öyle yetersizsin ki, dünyanın en gereksiz insanı gibisin. Konuşamıyorsun, sen de ağlıyorsun, ağzından bir kelime çıksın da iyileşsin istiyorsun. Ne o kelime? Başımız sağ olsun mu? Güçlü ol mu? Unutacaksın mı? Düşünüyorum, düşüyorum artık düşünmekten öte beynimi kemiriyorum. Belki içinden bir şey çıkar. 

Hani bir fikir, bir şeyler yapılır. Ölen geri gelmez de hemen yaz gelse mesela. Babalar günü geçse hatta yazdan da öte gidelim. Bir iki yıl geçse, şu ilk bayramları atlatsak. İlk ölüm günü de geçsin ama. Sürekli aynı şeyleri söyleyip ağlayan bir kadın gördüm çünkü ben. "Ceyda, biliyor musun, bugün hem onun doğum günü hem evlilik yıl dönümümüz hem de ölüm günü" Öyle bakıyorsun yüzüne, ey zaman geç ne olur geç. Ben dayanamıyorum o iki masum için geç.

Çok duyardım adını da görmek nasip olmamıştı. "Musalla taşı" diyorlar. Gencecik bir beden uzanmış, gitmeyi bekliyor. Son kez bakıyorlar, orada işte iyice anlıyorsun bir daha hayatında böyle birinin olmayacağını. Gitti, baktım. Bembeyaz bir yüz ama gülümsüyor. Memnun seferinden belli. Öptüm, buz gibi. Hani insanın, "donmuş bu battaniye getirin" diyesi geliyor da öyle işte susuyorsun. 

Babası yaşında aynı nedenden öldü eniştem. Onun da bir kız kardeşi var. Aynı kendi evlatları yaşında o da babasız kalmış. Nasıl bir kısır döngüdür ki bu? Ben sevmiyorum böyle vakitsiz ölümleri. Vakitsiz ölüm, geride kalanları eksiltir. Eksik bir yaşam verir senin o "kalanlar sağ olsun" dediklerin. Mezuniyeti, düğünü, anne-baba olacağı zamanları hep bir kişi eksik olarak geçirmek...Zor be çok zor

Eskiden ne zaman canım sıkılsa "Ne ağlarsın Zülfü Siyahım" türküsünü dinlerdim. Bu aralar artık kaç kere dinledim ben de bilmiyorum ama epeyce diyebilirim. Bir insan kaç defa aynı şarkıyı dinler? Hadi dinler de her defasında gözleri dolar mı bir insanın? Dolarmış dolarmış da taşarmış. 


  






1 Nisan 2013 Pazartesi

Searchıng For Sugar Man / Şeker Adamın İzinde



1970'lerin sanatçısı Sixto Rodriguez'i anlatan, Searchıng For Sugar Man (Şeker Adamın İzinde), ilginç bir belgesel. Aksiyon- gerilim türü filmlerin sonuna doğru şaşırmaya alışmış biri olarak belgesel izlerken bunu yaşayacağımı düşünmemiştim. Belgeseller, genellikle kişinin ölümünün ardından yapılır. Oysa burada bir insanın iki kere doğumuna şahit oluyorsunuz. 

Hakkında türlü hikayeler dönen birinin aslında yaşadığını öğrenmek, onu sevenlere ödül gibi. Sanatçıların ölüm haberleri özellikle de bizde, "Evinde ölü bulundu!" şeklindedir. Yani gelinim sana söylüyorum, kızım sen işit. Artık devamını siz getirin. Uyuşturucuyu mu fazla kaçırdı, alkol komasına mı girdi yoksa uygunsuz vaziyette miydi o sizin hayal gücünüze kalmış.

Rodriguez efsaneleri ise gerçekten hayal gücünü zorlayan cinsten. İlk albümü çıktığı sıralarda hiç satış yapmayan, insanların böyle bir sesi bilmemesi ve zamanla kendisinin tercihiyle ortadan kaybolması bazı tatsız dedikodulara sebep olmuş. Kendini sahnede tutuşturarak sahnede yanarak ölmüş mü dersiniz yoksa yine sahnede silahı çekerek kendini vurduğunu mu söylersiniz. The Rollıng Stones, Bob Dylan, The Doors hatta Elvis Presley'den bile sesi güzel dedikleri bu adam, yıllar sonra bulunur. 

Belgeseli izlerken, "acaba hangisi doğru?" dedim. Açıkçası duymamıştım desem, cahilliğimi paylaşsam ayıp olmaz herhalde. Rodriguez, garip bir adammış hani sıra dışı. Yaşadığı bir evi var mı, o bile bilinmiyor. Albüm çıkartmak için görüşeceği insanlarla sokak köşelerinde buluşan biri. 

Biri onun için, "barınaktan barınağa gider gibi" diyor. Yeteneğiniz varsa herkes kendi hassasiyetini farklı biçimlerde anlatır. Bazıları yazarak, bazıları konuşarak. Rodriguez de, gördüklerini şiirlerine ekleyip oradan da müziğine yansıtan biriymiş. Detroit krizi şarkı yazmasına sebep olsa da aynı olay belki de böyle harikulade bir sesin bilinmemesine neden oldu.

Ölmediği anlaşıldıktan sonra binlerce kişiye konser veren Rodriguez, yüz binlerce albüm satmasına rağmen hala iki yakasını bir araya getirmek için çok çalışan biri. Gönlü zengin ama maddi anlamda maalesef! Bunun sebebi elbet korsan satışlar. Buna kendisi ne kadar gerek duymasa da, hak ettiği yaşamın bu olmadığını sanırım kendisi de biliyordur. Ve kendisi için belgeselin sonunda söyleyen çok güzel bir cümle : 

Hayat bizler için değişkendir, bir kişi hariç, o da Rodriguez. Onun için hiçbir şey değişmedi. Yaşadığı hayat, hala aynı hayat. Ve sanırım o, insan ruhunun mümkün olan temsilcisi...

En iyi Belgesel Oscarı sahibi olan bu yapıt, izlenmeli derim.