26 Temmuz 2016 Salı

Burası Değil

Koskoca ömrüm yarım hikayelerle dolu. Başlamadan biten yıkıntıları kimse de onarmaya kalkmadı. Kalksaydı da izin vermezdim sanırım. Çocukluktan kalma, kendimi sürekli güçlü gösterme ihtiyacı hissediyorum. Dik durunca hayat benden korkuyor da teğet geçiyor sanki. Hiç öyle olmasa da kendimi buna inandırmayı seviyorum galiba. 

Bence herkesin kendini kandırmaya ihtiyacı var. Yalanı da sevmek gerekir. İstesen de istemesen de her gerçeğin güzel olmadığı aşikar. Hatta acıtma gibi kötü bir de tarafı var. Hepsinden bunaldıysan ölebilirsin. Ama dedim ya güçlü göstereceğim diye bir yerlerimi yırtıyorum. Ölmek bana çok kolay geliyor. 

Dalgınım bu aralar. Kafam sürekli bir yerlere gidip gidip duruyor. Nasihat verenleri görüyorum. Herkesin ne çok fikri var. Ben kendimi bilmeden bu kadar fikir üretemezken, insanların kendilerine faydası olmazken, başkalarına ne de çok çözüm üretmeyi seviyorlar. Şimdi benim mutsuzluğum tüm çevremi üzüyor mu yani? 

Geçiniz efenim geçiniz bu işleri. Eğlenmenize, hayatınıza, dünyanın amına koymanıza bakınız. Tanımlanan soyut kavramlara inanmıyorum ben. Kardeşlik, annelik, babalık, aile, dostluk, kardeşlik... Ben ölümün gerçekliğine inanıyorum mesela. O kadar acı bir gerçek ki, üryan geldik üryan gideceğiz bu yeryüzünden. Kim olacak yanımda o zaman? 

Hadi şimdi kıyamet kopsun, herkes kendini kurtarmayacak mı? Tüm bunlar aile nedir hiç tanımadığımdan mı kaynaklıydı acaba... Kime sorsam herkes ailenin, dostlukların öneminden bahsediyor. Bir 70'lik içeriz geçer ağrın diyorlar. Anne şefkati başkaymış öyle söylüyorlar. "Sevdadandır dedi annem aldırma. Aldırma gel yanıma." 

Böyle şarkılar var mesela. Baba hele bir değişikmiş. Kız evladıysan tüm erkekler baban gibi olsun istermişin. Böyle tuhaf tuhaf şeyler anlatıp duruyorlar bana. Ben abla kelimesini bilirim bir tek. Gülten ablamız büyüttü bizi. Bazen kızar bazen de güldürürdü. 18 yaşına bastıktan sonra kendi ayaklarımın üstünde durmayı o öğretti. 

Yetimhaneden ayrıldıktan iki yıl sonra öldü dediler. Gitmedim hiç mezarına. Anlamsız geldi gitmek. Üzerine toprak atmışlar, göremiyorum ki o güleç yüzünü. Hayal ediyorum evet ama bunun için mezarlığa gidip dua etmem şart değil bence. Böyle düşündüğümü duysa "edepsiz seni" deyip terliği şaplatırdı götüme. 

Başka da kimseye yakın olmadım bu hayatta. İnsanların sürekli kendinden bahsetmesinden bıktım usandım. Kocaman kocaman dertleri var hepsinin güya. Biri şehir yaşamından bıkmış, diğeri aşk acısından ha öldü ha ölecek, öbürü zenginlere küfür etmekten bunalmış. Kent hayatından bıkana fikrimi diyecek oldum, "Eee bu senin tercihin" deyiverdim. Benden kötüsü olmadı o an. Haaa dedim muhabbetin de bir adabı var demek. 

Aynı fikirde olman lazım karşındakiyle ya da susup dinleyeceksin. O anlatacak anlatacak, artık çenesi yorulana kadar. Aşk acısından çekeni hiç anlayamadım zaten. Aynı yerde kalmaya hiç alışmadığımdan mı "seni seviyorum" kelimesini hiç demeyip az duyduğumdan mı ben de bilemiyorum. 

Bazen aklıma gelir. Her şey güzel olacak... Havayı içime çekerim. Hayat güzel be, güneş ne güzel batıyor, ertesi gün ne güzel doğuyor. Sonra cam silen ufacık omuzlu bir çocuk görürüm. Dünya böyle olduktan sonra hayat bana güzelmiş neye yarar.

Köprünün kenarında duruyorum. O filmdeki gibi bazen diyorum. Sanki kötü şansımdan başka hiçbir şeyim yok. Sonra sal kendini diyorum. İstediklerimizin, umduklarımızın, umutlarımızın yeri değil burası.

21 Temmuz 2016 Perşembe

Düşüş

Öğretmen olmaya ilk karar verdiğim günü hatırlıyorum. Dünyanın bütün çocuklarını eğiteceğimi, hepsinin hayallerinin gerçekleşmesini sağlayacağımı sanıyordum. Amacım buydu. Steve Mccurry objektifinden çıkan çocukları düşünüyordum. Kocaman parlak yeşil gözlerinin berraklığını... 

Hatta bir ara ya çocuğum olmazsa diye endişelendiğimi bile hatırlıyorum. Çocukluk arkadaşım Ahmet ile evlendikten 2 yıl sonra bir erkek çocuğumuz dünyaya geldi. Ahmet benden 5 yaş küçüktü ama olgun bir adamdı. Beni çok iyi tanıyordu en azından. Çocukluktan gelen masumiyeti ikimizde özlüyorduk. En büyük ortak noktamız buydu sanırım. 

Erken menopoza girince bir daha da çocuğum olmadı. Ne yaptıysam oğlum için dersin ya hani. Ben de tüm hayatımı oğlum Sercan'a ayırdım. Eşlik durumumu unutalı çok oldu zamanla. Tek misyonum annelik idi. 

Öğretmen olunca insan dikta kişilik ile anaçlık arasında gidip gelen duygular yaşıyor. Ne iyi bir öğretmen olmayı başarabildim ne de anne olmayı. Ben şey sanmıştım. İyi bir eğitim, üst düzey bir gelir, huzurlu bir hayat... Çocuğunuza başka ne verebilirsiniz ki? Galiba ben onun asla hayal kurmasına izin vermedim. 

Hayal kurmaya başladığı anda dünyayı yıkar gene de istediğini önüne getiren bir anne oldum çıktım. Bazen kendime benzetmeye çalıştım ya da yapamadıklarımı ona yaptırmaya. Şimdi şu mezarın karşısında düşünüyorum da asıl sorunum onu hiç dinlememekti sanırım.

Lafı ağzına tıkayıp önüne para atmak bir annelik görevi değildi. Annelik bir kere görev değildi zaten. Şu halime bak. 6 aydır mezarın üzerindeki hakaretleri silmekten bıktım usandım artık. Dayanamıyorum ama oğlumu da çok özledim. 

Salı günlerini hiç sevmiyorum artık Sercan. O gün geldiğinde evin tüm perdelerini kapatıyorum. Sürekli diğer çocukların anneleri kapıma dayanıyor. Kimseye açıklama yapmak, kendimi ve seni bağışlaması için insanlardan af dileyecek değilim. 

Her gün aynı telefon sesiyle uyanıyorum bana yardım et. Madem ardından gelemiyorum, madem ölmek o kadar kolay değil. Yaşacak ne kadar zamanım kaldıysa bir şansım olması için bana beni affettiğini söylemen lazım oğlum buna çok ihtiyacım var.

08.02.2016 - Saat:14.00

- Sercan iki saattir arıyorum neden açmıyorsun telefonunu!

- Anne kütüphanedeyim, sessize almışım. Ne oldu?

- Akşam babanın doğum günü. Unuttun değil mi hediye almayı.

- Aah. Anne sen alsana benim yerime de ya.

- Tamam tamam. Çok oyalanma ama akşam 20.00 gibi evde ol anca. Baban yaşlandı artık, saat 23.00 dedin mi sızıyor adam.

- Merak etme. Konuşuruz yine.

Saat: 18.00

- Sercan Tuna'nın ailesi siz misiniz?

- Evet annesi ve babasıyız. Ne oldu? Neler oluyor?

- Oğlunuz saat 16.00 civarlarında okulunda silahlı saldırıda bulundu. Çok sayıda yaralı var. 20 öğrenci de yaşamını yitirdi. Bizimle emniyete kadar gelmeniz gerekiyor. Ayrıca savcılıktan arama iznimiz var. Evde hiçbir şeye özellikle odasına dokunmayın. Arama yapacağız!

Baban o gün hayatını kaybetti. Kalbi arada yoklardı zaten. Doğum gününde iki kere öldürdük onu. Öldürdük diyorum oğlum. Benim de tüm olanlarda payım var. O gün arama yaptıklarında gördüm. Senin bir şeyler yazabildiğine, besteler yapabildiğine hiç şahit olmamıştım. 

Oysa sen hukuk okuyordun. Hukukçu olman için elimden gelen baskıyı yaptığımı iyi biliyorum. Şimdi bakıyorum da, şöyle geride duruyorum. Benim izin vermediğim zamanlarda sen ne güzel hayaller kurmuşsun. Kurduğun gibi de uygulamaya da girişmişsin. Bir tanesinde benden bahsetmişsin. 

"Anneme" şarkısını okuyacak o kadar sanatçı aradım ki. Herkes yüzüme kapattı kapılarını. Kimse senin şarkılarını okumak istemedi. Galiba yaşama nedenim bu. Bu şarkıları okutacak birini bulacağım. Son nefesime kadar ben de bu hayal için yaşıyorum. Biliyor musun ben evlendikten sonra hayal kurmayı bıraktım. Daha doğrusu sen doğduktan sonra. Anne oldum sadece. 

İnsan bir şeyin üzerine çok gidince, her şeyin çok güzel olması için didinince öyle olmuyormuş. Bazen çocuğunu da sokağa salmak lazım. Düşmesi lazım, oynaması lazım, mızıkçılık yapması lazım, diğer çocukların onu oyundan atması lazım mesela. 

Küçük yaşta görmesi lazım bunu. "Biri ben senin annen değilim" dediğinde ne demek istediğini bilmen lazım. Biz olmazsak bir gün, hayata nasıl tutunacağını öğrenmek lazım. Kötüyü tanımak, olduğu kadar güzel olmak lazım...